Erdemin ilkeleri, sade ruhlu insanların yüreklerinde yazılıdır
Felsefe

Erdemin ilkeleri, sade ruhlu insanların yüreklerinde yazılıdır

Jean-Jacques Rousseau, siyaset, toplumsal özgürlük, insan hakları, eğitim ve inanç sistemleri üzerine geliştirdiği düşüncelerle tanınan İsviçre doğumlu Fransız filozof, denemeci, müzikbilimci ve romancıdır.

Her düşünürü izahına yeltendiği birçok konu ile anlatmak işin içinden çıkılamaz bir çaba olduğu için Rousseau’nun en öne çıkan felsefi eğilimini en genel anlamda üç ayrı yönden ele almak olanaklıdır:

Toplum sözleşmesi kuramcısı olarak Rousseau, var olan insanlık durumunu açıklamak amacıyla varsayımsal bir “doğa durumu” kurmaya çalışır. Bu çaba hem bir insan doğası kuramı hem de toplumsal örgütlenmeye yönelik bir dizi pragmatik savdan oluşan bir felsefi insanbilimin çevresinde dolaşır.

 Toplum yorumcusu olarak Rousseau, eğitim ile toplumsal örgütlenmenin hem var olan uygulamadaki biçimlerini hem de olması gereken ideal biçimlerini ortaya koymaya çalışır.

Bir ahlakçı olarak Rousseau ise bir tür evrensel siyasal eylem ya da uzlaşı biçimi aracılığıyla birey ile yurttaşı bir potada kaynaştırma çabasıdır.

Rousseau toplumsal reform ilkelerini Toplum Sözleşmesi adlı ünlü yapıtında açımlama yoluna gider: Burada, insanlığın uygar yaşama geçişin kötü sonucu olarak kaybettiği özgürlüğünü (Rousseau için özgürlük akıldan bile daha üstün bir özelliktir, öyle ki hayvan ve insan arasındaki türsel ayırdımı oluşturan şey akıldan çok özgürlüktür) ve etik değerlerini yeniden kazanabileceği bir hükûmet biçimi olarak demokratik yönetim biçimi üzerinde düşünmekte ve irdelemeler yapmaktadır.

Bir bakıma Hobbes’un öne sürdüğü ve insanı oldukça negatif yapıda ele alan Toplum Sözleşmesi düşüncesini insanı farklı konumlayarak yeni baştan ele aldığı söylenebilir: Buna göre, “Devlet yurttaşların özgürlük ve eşitlik için doğuştan, vazgeçilmez hakları ve kendi yazgılarını belirleme güçleri yoluyla katıldıkları bir toplumsal sözleşme üzerine dayalı politik bir örgüttür”. Bu açıdan Rousseau hayalindeki demokrasi idealini ele alır.

Ona göre tüm yasalar genel istencin ifadesi olarak gerçekleşmelidir. (Genel istençten kastı, insanların ortak çıkarının ya da yararının temsil edilmesidir. İleride Rousseau’un “genel istenç” fikrini daha da açacağım) Bireylerin özgür olma hakkı sadece toplumun ahlak istenci ile sınırlanabilir. Genel istenç yasalarda temsil bulunca, insanların bu yasalara uyması, aynı zamanda özgür olmaları demektir. Kişinin istenci toplum çıkarları ile uyumlu olduğu sürece birey gerçek özgürlüğü de yakalamış olur.

Rousseau’nun genel istenç kuramı aslında esas itibariyle günümüz demokrasisi fikrinin temelidir. Bu şekilde insanlar toplum tarafından geri plana atılmaktan kurtularak yönetimde söz sahibi olurlar. Egemenlik sadece halkındır, kararlar oylama yoluyla demokratik bir biçimde alınmalıdır. Ancak kişi bencil çıkarları için değil ortak yarar için oy vermelidir ki ancak o zaman genel istenç gerçekleşebilme olanağı bulur. Çünkü ancak genel istenç, üstün geldiği zaman bir demokrasi gelişebilir. Egemenlik daima halkındır, hiçbir yerde ve koşulda halk egemenlik hakkını hiçbir kişiye ya da gruba devredemez.

Rousseau’ya göre devlet, yurttaşların özgürlük ve eşitlik için doğuştan, vazgeçilmez hakları ve kendi yazgılarını belirleme güçleri yoluyla katıldıkları bir toplumsal sözleşme üzerine dayalı politik bir örgüttür. Devlete herhangi türden bir kutsallık atanamaz.

Rousseau’nun bu fikirleri günümüz demokrasisinin ilk kuramsal zeminidir diyebiliriz. Eğitime ilişkin görüşleri büyük eğitim kuramcıları tarafından kabul görmüştür. Politik kurama ilişkin görüşleri 1789 Fransız İnsan Hakları Bildirgesi’nde ifadesini bulmuştur. Düşünceleriyle Kant, Schiller ve Goethe gibi büyük Alman düşünürleri de etkilemiştir. Özelikle Kant halk kitlelerine duyarlı olmayı Rousseau’dan öğrendiğini birçok eserinde belirtmektedir.

Doğa durumu nasıl sona erdi? Kültür nasıl kuruldu?

Rousseau doğa durumunun sona ermesini mülkiyetin ortaya çıkmasına ve eşitliğin ortadan kalkmasına bağlar. “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘Bu bana aittir’ diyebilen ve etrafında buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun kurucusu oldu.”

İnsanlar arasında özel mülkiyetin doğuşu böylece doğal eşitliğin, dolayısıyla da doğa durumunun sona ermesine neden olmuştur. Böylece “hak” ve “haksızlık” kavramları ortaya çıkmıştır. İnsanın doğa durumundayken esas itibariyle zararsız olan kendini sevme güdüsü toplum inşası ile egoizm biçimini almıştır ve bu da eşitsizliği artıran etmenin bizzat kendisidir. Doğal eşitliğin ortadan kalkması insanları bir sözleşmeyle bir araya gelmeye zorlamıştır ve “uygar toplum” ortaya çıkmıştır. Ama toplum sözleşmeyle bir kez kurulunca gerçek anlamıyla özgürlük tamamen ortadan kalkmıştır. (İnsanın içsel doğası bu durumun farkında olduğu için huzursuzdur.) Bir miktar güvenlik hissi için vazgeçtiğimiz türlü özgürlüklerimiz bu sözleşmenin varlığı ile mülkiyet hakkını ve eşitsizliği sonsuz olarak pekişmiştir. Bir devletin kurulması başka devletlerin de kurulmasına yol açarak devletler arasında savaşlar başlamıştır. Oysa Rousseau’ya göre bütün bunlar doğa yasasına aykırıdır; eşitsizlik doğal hukuka uygun değildir.

Doğanın kendi tasarısına göre bütün insanlar eşit ve özgürdür. İnsanlar doğaları gereği eşit ve özgür doğarlar. Bu yüzden eşitsizlik hâli yaşam ahlakına aykırıdır. Ama tüm bunlara rağmen doğa durumuna dönmenin bir olanağı yoktur. Ne kadar kötü olduğunu düşünürsek düşünelim kültürün ortaya çıkması kaçınılmaz bir olgudur. Bu yüzden yapılması gereken şimdiye kadar kültürün ortaya çıkışının kötü sonuçlarını elden geldiğince ortadan kaldırmaya çalışmak olmalıdır. Bunu yapmanın yolu da uygar toplumun kültür yaşamını elden geldiğince doğa durumuna yaklaştırmaktır. Modern uygar toplum da sadece bireylerin birleşmesinden ortaya çıkan bir şey değildir, yasalı düzeni olan bir bütündür.

Rousseau toplum sözleşmesiyle ortaya çıkan durumu şöyle betimliyor: “Üyelerden her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki orada her insan hem herkesle birleştiği hâlde yine de kendi buyruğunda kalsın hem de eskisi kadar özgür olsun. İşte, Toplum Sözleşmesi’nin çözüm aradığı ana sorun daima budur.” 

İşte bu yüzden mutlu bir yaşamı mümkün kılabilecek bir toplum sözleşmesi doğa durumunda bireysel çıkarlarından ve bencil isteklerinden vazgeçen bireylerin kendi çıkarlarının önüne toplumun genel çıkarını ve genel istenci koyan bir sözleşme olmadır.

İstenç; tercih etme, seçme ya da karar verme yetisidir. Genel istenç ise toplumun bütününün belirli bir amaca yönelik olarak bilinçli etkinlikte bulunma gücüdür.

Bu sözleşme bireylerin düzenli ve adil bir toplum oluşturmak üzere kendi aralarında yaptıkları ve egemenlik hakkını bir üçüncü güce devrettikleri yazılı olmayan bir sözleşmedir. Bu yazılı olmayan anlaşmayla toplum ve devlet kurulmuş ve doğa durumundan çıkılmış olur.

Doğa durumunda bilinçli istekleriyle yaptıkları bir sözleşmeyle çıkan bireyler genelin iyiliği ve çıkarı uğruna bazı özgürlüklerinden vazgeçmiş ve üzerlerinde bir egemen güç tanımış olurlar. Başka bir deyişle egemenlik hakkı üçüncü bir tarafsız güce devredilmiş olur.

Toplum Sözleşmesi tasarımını ilk ortaya atan filozof olarak Thomas Hobbes bilinir. Hobbes 17. yüzyılda insanın doğa durumundan bencil istek ve çıkarlarının insanın kendisi için güvensiz bir durum oluşturması gerekçesiyle toplum sözleşmesi tasarımını ortaya koymuştur. Buna göre doğa durumunda “homo homini lupus” (insan insanın kurdu) olduğundan ve bu durum herkesin herkese karşı savaşından kaynaklanan bir güvensizlik durumuna yol açtığından bir toplum sözleşmesine gerek vardır. Doğa durumu bir anarşi durumudur ya da her an çatışma durumuna dönüşebilecek bir haldedir. Çünkü kişileri akıl yasaları olan doğa yasalarına uymaya zorlayacak hiçbir güç yoktur. Bu durumdan ancak mutlak bir gücün egemenliği altına girilerek çıkılabilir. Bu mutlak güç de devlet olacaktır. Devlet sözleşmeye taraf olan bireylerin üzerinde sözleşmeye taraf olmayan mutlak bir otorite olacaktır.

Hobbes’un bu görüşlerinin aksine Rousseau için ise insan, doğası gereği iyidir. Bir ormanda kendi başımızın çaresine bakarak yaşasaydık, pek çok soruna sebep olmayacaktık. Fakat bu doğa durumundan çıkıp şehirlere yerleştiğimizde işler ters gitmeye başlamıştır. Diğer insanlar üzerinde hakimiyet kurmaya çalışmayı ve diğer insanların dikkatini çekmeyi devasa bir saplantı haline getirmemiz, hayata karşı bu rekabetçi yaklaşımın korkunç psikolojik etkileri oldu ve paranın icadı her şeyi daha da kötüleştirdi. Şehirlerde birlikte yaşamanın sonucunda kıskançlık ve açgözlülük ortaya çıktı. Yabani yaşamda, “soylu vahşi” bireyler sağlıklı, güçlü ve her şeyden önemlisi özgürdü. Kısaca uygarlık insanı kirletti. Buna rağmen Rousseau, toplumu düzenlemek için daha iyi bir yol bulduğu konusunda iyimserdi; bu bireylerin gelişimine ve kendilerini eksiksiz bir biçimde gerçekleştirmelerine imkân tanıyan, herkesin ortak yarar için uyum içinde çalışacağı bir yoldu.

Toplum Sözleşmesi’nde ortaya koyduğu sorun, insanların, devletin yasalarına itaat ederken aynı zamanda birlikte toplumun dışında oldukları kadar özgür yaşamalarının bir yolunu bulmaktı. Rousseau’ya göre bu sorunu çözdüğümüz gün topluca huzura erecektik.

Bir arada yaşamayı neden seçtik?

Rousseau, Toplum Sözleşmesi başlıklı bu önemli çalışmaya bir toplum içinde bir araya gelmemizi zorunlu kılan şeyin birey olarak kendi kendimize yetmeyişimiz olduğu saptamasında bulunarak başlar. Ancak toplum içinde bir araya geldiğimiz vakit, yaşamımızı sürdürmek pahasına boyunduruk altına girmeyi doğal olarak istememekteyizdir. Özgürlük bu anlamda özsel bir insan gereksinimi ve insanlığın en önemli göstergesidir. Dolayısıyla Rousseau’ya göre, özgürlük olmadan salt yaşamda kalmak gerçek anlamda bir insan yaşamını ifade etmemektedir. Bu bağlamda Rousseau insanların özgürlük temelinde bir araya gelmelerini, bütün kişilerin bir araya gelmesi adına egemenlik yapısının meydana getirilmesi durumuna, yani insanların kendileri açısından belli ölçülerde bağlayıcı olan yetke yapısı yasayı kendi arzularıyla benimsemelerine fikirlerini daha izah edebilmek için topluca “genel istenç” adını verir. Genel istencin ise en güzel yansıması insanın yalnız kalmaya uygun bir yapısının olmadığı farkındalığı ile toplumsallaşmasıdır. İnsan bu bilgiyi içselleştirdiğinde doğal olarak uzlaşmacı ve idealist olacaktır.

Despot bir yaradılışta olan birey, toplumsal ilişkide bulunma zorunluluğumuzu içselleştirememiş kişidir. Bu haliyle farkındalıksız bir bireydir. Bunun tam tersine uyumlu davranışı arkadaşlığa, saygıya, işbirliğine vardıracak kadar farkındalığa erişmiş kişi iyicil bir yapıda olduğu için bu farkındalığa erişmiş faydalı kişidir. Bu bağlamda Rousseau, birbirimize karşı sevecenlik ile yardımseverlik besleme kapasitemizin insanlığın bütünleşerek bir toplum içinde yaşayabilmesinin temeli olduğu gibi, “Altın Kural”ın da en doğru açıklaması olduğunu savunmaktadır. Gerçek ahlaksal istemlerin ne bize dışardan dayatılan ne de us yoluyla bulgulanan şeyler olduklarının altını özellikle çizen Rousseau, söz konusu istemlerin ancak eşitler arasında kurulan yaratıcı ilişki bağı yoluyla dışa vurulan yaşam gerekleri olduğunu ileri sürmektedir. (Haksız mı a dostlar?!)

Rousseau’ ya göre “Ben-sevgisi” ve “Bencillik” ayırımı

Rousseau’ya göre insandaki ben-sevgisi, ondaki en temel duygudur; bu duygu ilkseldir, içgüdüseldir, tüm geri kalanlar bu duygunun değişkileridir. Ama bu duygu bencillik ile karıştırılmamalıdır. “Çünkü bencillik yalnızca toplumda doğan ve insanı her zaman kendini başkalarına yeğlemeye götüren bir duygudur.” Bencillik toplumsallıkla oluşmuş bir duygudur ve İlkel doğa durumunda bencillik yoktur.

Bu nedenle ben-sevgisi, kendi içinde düşünüldüğünde her zaman iyi, her zaman doğa düzeniyle uyum içindedir. Ayrıca ilkel insan için acıma ve şefkat duyguları da doğaldır, yani bu duygular da onun doğasında vardır. Şefkat duygusu her bireydeki ben-sevgisinin şiddetini yumuşatarak türün sürdürülmesine katkıda bulunur ve doğa durumunda şefkat yasaları, ahlakın ve erdemliliğin yerine geçer. Ama yine de şefkat ben sevgisinin bir türevidir. Şefkat ya da acıma duygusu tüm diğer duygular bu öncül duygunun değişkileridir.

Rousseau ayrıca ben-sevgisinin yalın bir sevgi olmadığını da belirtir. Çünkü insan bileşik bir varlıktır. Hem duyu yeteneği vardır hem de düşünme yeteneği gelişmiştir. Duyusallığın isteği bedenin iyiliğine eğilimli iken, düşünme yetisinin isteği, düzen sevgisi ya da isteği tarzında ruhun iyiliğine ve gelişimine eğilimlidir. Bu yönden olan gelişime Rousseau, duyunç adını vermektedir. Gerek bedenin iyiliğine yönelim gerekse de ruhun iyiliğine yönelim, her ikisi de ben-sevgisinde dile gelirler. Ahlaksal kavramlar daha çok duyuncun gelişimine bağlı olarak oluşurlar; bu açıdan erdemler ve bunun yanı sıra kusurlar da doğar. Bu arada ben-sevgisi üzerinde gelişen en önemli kavramlardan birisi de adalet kavramıdır. Buna göre adalet kavramı başkalarına borçlu olduğumuzdan değil, ama hakkımız olandan kaynaklanır. Yine doğal şefkat duygusundan eli açıklık, affedicilik ya da insanlık gibi tüm toplumsal erdemler doğar. Bu temel dürtü ya da tutkularımızı ortadan kaldıramayacağımıza göre, ahlaksal gelişim temel öz sevgi tutkusunun doğru yönetiminden ve genişlemesinden oluşur. Ahlak böylece insanın doğal tutku ve duygularının karşı çıkılamaz bir gelişimidir. Erdemsizlik insan için doğal değildir, o çok farklı koşulların ürünüdür. Örneğin uygarlığın doğuşu insanın istek ve gereksinimlerini arttırmış, bu da bencilliği nefret ve öfke dolu tutkuları doğurmuştur. Öyleyse sade insanlar, doğaya en yakın duranlar, uygarlığın yapay duygu ve tutkularıyla bozulmamış olanlar, duyuncun sesine en açık olanlar olacaktır. Erdemin ilkeleri sade ruhlu insanların yüreklerinde yazılıdır ve onlar onu duyuncun sesiyle hemen bulup çıkarırlar. İşte Rousseau’ya göre kendisiyle yetinmemiz gereken gerçek felsefe budur.

Sizce de haklı değil mi?


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

eftalya-koseoglu
MSM konservatuarı Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Mezunu. Reklam sektöründe yaratıcı yazarlık ve prodüktörlük yaptı. New York Film Academy’de Senaryo Yazarlığı ve Yönetmenlik Eğitimi aldı. Halen akademi dışı felsefe eğitimi almaya devam ediyor.