Schopenhauer, nam-ı diğer karamsarlığın filozofu…
Felsefe

Schopenhauer, nam-ı diğer karamsarlığın filozofu

Fikirleriyle varoluşçu felsefeyi, edebiyatı ve Freudyen psikolojiyi derinden etkileyen bu Alman düşünür, ayrıca estetiğin tüm biçimleri için geliştirdiği sanatsal yorumlarından ötürü sanatçılara sağladığı ilham nedeniyle “sanatçının filozofu” olarak da anılır.

Schopenhauer ayrıca yaşadığı dönemin en mühim düşünürü olarak geçen Hegel’in iyimser felsefesine karşı geliştirdiği kötümser felsefesiyle tanınır. Hegel’den hiç haz etmeyen bu adam, bir dönem onunla aynı üniversitede ders verip aynı saate ders koyacak kadar da dişli bir rakiptir. Birçok filozoftan etkilenmiş olsa da temelde Kant ve doğu felsefesini, özellikle Budizm’i kendine özgü bir şekilde birbirine eklemiş ve ortaya çıkardığı düşünce pratiği başta edebiyatçılar olmak üzere birçok sanatçıyı etkisi altına almıştır. (Tolstoy, Mann, Wagner, Freud, Nietzsche ve Wittgenstein gibi önemli isimleri derinden etkilemiştir.)

Peki Ne Diyor Bu Schopenhauer?

Schopenhauer, görünen dünyanın ardında yatan esas gerçekliğin “istenç” (irade) olduğunu ileri sürer. Ona göre bu İstenç akılsız, bilinçsiz bir öze sahiptir ve kendisini fenomenler dünyasında göstermektedir. Ona göre yaşamdaki bu değişmez ilke bütün görünenlerin kaynağıdır. Zaten insan bedeni de bu istencin eseridir. İrade ise öyle zannettiğimiz gibi aklın denetiminde falan değildir. Bu yıkıcı güç insanları parmağında oynatmakta ve geçici tatminlerle veya ulaşılamayan hayallerle, insanı hiçbir zaman dışına çıkamayacağı bir bıkkınlık ve acı döngüsüne sokmaktadır.

Schopenhauer’a göre yapısı gereği zorunlu olan bu anlamsız, boş, acı dolu ve kötü olan hayattan kaçınmanın tek yolu vardır, o da istencimizi ortadan kaldırmak. Bu fikir onu Hinduizm, Budizm gibi dünyevi bir yaşamdan el çekmeyi ve bir keşiş gibi yaşamayı, mutluluğumuzu olabildiğince artırmayı değil acılarımızı olabildiğince azaltmayı öneren bir yaşam şeklini düşünmeye yönelttir. Onun içinden çıkamadığımız bu dünyaya karşı ürettiği antitez, temelde işte bu fikirdir. Schopenhauer’in  bu felsefesi, aklın (rasyonalizm) temele oturtulduğu felsefe tarihinde yeni bir bakış açısı anlamına gelir ve psikoloji, psikanaliz, müzik, edebiyat gibi entelektüel ve sanatsal alanlarda büyük etki gösterir.

Schopenhaur’in -bir diğer- döneminin paradigmasını sarsan görüşü ise dünyanın kabul ettiğimiz gibi rasyonel değil irrasyonel olduğunu savunmak olmuştur. Bu görüşü içinde Alman Romantizmi Dönemi’nde ebedi olana vurgu yapan klasikçi bir estetik yazı dili geliştirmiştir. Onun döneminin düşünürleri üniversitelere yerleşmiş ve zamanın teolojik kaygılarına dalmışken Schopenhauer akademik hayatın dışına çıkar, bir ateist olarak yaşar. Bu seçimlerinden dolayı da kendisi bir üslup filozofu olarak anılır. Fazladan, direkt ve oldukça açık sözlü bir düşünür olan Schopenhauer için asla alçakgönüllü veya mütevazi diyemeyiz. O daha ziyade devrim niteliğindeki düşüncelerin beyanlarında bulunan bir filozoftur. Belki de onun bu agresif tarzı, döneminin tek felsefi otoritesi olan Hegel’i yenmek içinde olabilir. 😊

“Vücutlarımıza dair bilgilerimiz algısal olmaktan öte, hislerimizden kaynaklanan, içimizden kendiliğinden gelen bilgilerdir.”

Schopenhauer düşüncelerinden oldukça etkilendiği Kant’ın “görüngüsel dünya üzerine algıladıklarımızın dışındaki gerçekleri kavrayamadığımız” fikrini merkezine koymakla beraber, bu görüşe ek olarak vücutlarımızın görüngüsel dünyanın gerçek birer parçası olduğunu ve vücutlarımız yoluyla görüngüsel dünyanın gerçeklerine yaklaşabileceğimizi ileri sürer. Schopenhauer’e göre içimizdeki esas gerçeklik bilincimiz tarafından bastırılır. Fakat bastırılan bu bilinçdışı gerçekler (istenç) özellikle sanat yoluyla kavramsallaştırılmadan, sözcüklerle kısıtlanmadan, yeterli oranda dışa vurulabilir. Schopenhauer’e göre bilinçdışı gerçekler, yani istenç, bilincin altında bastırılmış bir şekilde daima mevcuttur. İstem, hayatî bir güçtür; ayak direyen, zorlayan. Her türlü eylemimizin kökü bastırılmaya çalışılan veya dışa vurulmaya çalışılan bir istence dayanır. İstenç, bütün doğada bulunan, doyumsuz hayatî güçtür. İşte Schopenhauer her türlü duygu durumunu bu bastırılamayan, kurtulunamayan istenç kavramıyla izaha durur. Bilinç dışılık, her şeyin başlangıçtaki ve doğal durumudur, dolayısıyla, aynı zamanda bir temeldir, ki ondan belli varlık türlerinde, en yüksek olgunlaşma olarak bilinç doğar. Bu yüzden bilinç dışılık daima baskın olmaya devam eder.

İzolasyon Bir Erdemdir

Açıkça görüldüğü gibi, bugünkü düşünce ve bilim dünyasının temelinde yatan birçok görüşün temellerini atan ilk kişi Schopenhauer’dir. Özellikle, Freud’e  ve dolayısıyla psikanalize olan katkıları kuşkusuz çok büyüktür. İzolasyonu bir erdem olarak nitelendiren Schopenhauer toplumsallığı, kolektif aktiviteleri de büyük oranda saçma bulur. Bir şeylere vakıf olmanın yolu olan derin düşünce onun için ancak erdemli ve kararlı bir yalnızlıkta mümkündür. Çünkü o en önemli yazılarını diğer yazarlardan alıntılayarak değil, mantıksal düşünme ve hatta yalnızca mantıksal düşünme yoluyla inşa etmiştir.

Schopenhauer, en iyi fikirlerin kişinin kendi akıl yürütme yeteneğine güvenmesinden çıkacağını savunur. Gerçekliğin doğasına ilişkin her türlü hakikate ulaşabilmek için önce kendinizi o gerçeklikten uzaklaştırmanız gerektiğini öne sürerek tamamen bir münzevi yaşamını benimseyecek kadar da ileri gitmiştir. Hatta tarihin ilerleyen zamanlarında Hint felsefesinin Avrupa’yı fazlasıyla etkileyeceği ve Avrupa’da yeni kapılar açacağını iddia etmiştir ki haklı çıkmıştır. Yaşamının sonlarına doğru dinsel dogmalara karşı saygısı ve onlarda bulduğu garip ama önemli anlamlar artar fakat belirtmekte yarar var ki ne felsefesi ne de kendisi ateist temelden ayrılmış sayılmazdı.

İstemek, Çabasızlık ve Tatminsizlik

Schopenhauer’a hala bugün sahip olduğu karanlık düşünür yaftasını yapıştıran “Hayat acılarla dolu ve hiç doğmamış olmak daha iyi olurdu.” sözü ile kast ettiği şey ise hepimizi içine alan bir kısır döngünün içinde sürekli bir şeyler isteyip onları elde etmemiz, daha sonra başka şeyler istemeye başlamamız ve bu durumun biz ölünceye kadar son bulmayışıydı. İstediğimiz şeyi elde etmiş göründüğümüzde, bu sefer de başka bir şeyi istemeye başlıyorduk. Milyoner olsaydınız mutlu olacağınızı düşünebilirsiniz, ama bu mutluluk da çok uzun sürmezdi çünkü sahip olmadığınız başka bir şey isterdiniz. İnsan, Schophennauer’a göre böyledir ve başkada hiçbir şey değildir. Bizler asla tatmin olmayız. Sahip olduklarımızdan daha fazlasını arzulamayı hiç bırakmayız.

Tüm bu fikirler kulağa oldukça iç karartıcı gelse de her şeye rağmen Schopenhauer’in felsefesi, bunun akla getirdiği kadar karanlık değildir. O, gerçekliğin hakiki doğasını anlayabilseydik çok farklı davranacağımızı, insan olmanın bazı tatsız yanlarından kurtulabileceğimizi de sık sık dile getirir. Onun tüm itirazı çabasızlığımızadır kısaca. Ben şahsen onun mesajını Buda’nınkine çok yakın buluyorum. Buda da tıpkı Schopenhauer gibi tüm hayatın acılarla dolu olduğunu, ama daha derin bir düzeyde “ben” diye bir şeyin olmadığını düşünüyordu ve eğer bunu anlarsak bir uyanış yaşayabileceğimize inanıyordu. Schopenhauer’ın münzevilik önerisindeki bu benzerlik tesadüf değildi çünkü, çoğu Batı filozofunun aksine Schopenhauer Doğu felsefesini derinlemesine okumuştu. Hatta masasının üzerinde, onu en çok etkileyen filozoflardan biri olan İmmanuel Kant’ın heykelciğinin yanında bir küçük Buda heykelciği vardı.

“Tasarım olarak dünya, zihinlerimizde kurduğumuz bir gerçeklik inşasıdır.”

Biraz da onun eserlerinden bahsetmemiz gerekirse en önemli kitabı için “İrade ve Tasarım Olarak Dünya”dır diye biliriz. Farklı zamanlarda iki kez yayınladığı bu eser üzerinde yıllarca çalışmıştır. Benim de bir okur olarak çok sevdiğim bir kitap olan bu eserin merkezindeki temel fikir oldukça yalındır.  Schopenhauer bu kitabında gerçekliğin iki yüzü olduğunu ileri sürer. Ona göre gerçeklik hem irade hem de tasarım olarak var olur. İrade var olan her şeyde mutlak surette bulunan kör bir itici güçtür. Bitkileri ve hayvanları büyüten o enerjidir; aynı zamanda, mıknatısların kuzeyi göstermesini ya da kimyasal bileşenlerde kristallerin oluşmasını sağlayan da aynı kuvvettir. Bu kuvvet doğanın her bir parçasında mevcuttur. Diğer yüz, yani tasarım olarak dünya ise bizim deneyimlediğimiz haliyle dünyadır. Tasarım olarak dünya, zihinlerimizde kurduğumuz bir gerçeklik inşasıdır. Kant’ın fenomenal dünya dediği şeydir bu. Etrafınıza bir bakın. Muhtemelen pencereden ağaçları, insanları ya da arabaları görüyorsunuz veya önünüzdeki bir kitabı. Belki de kuşları, trafiği ya da başka bir odadaki gürültüleri işitebilirsiniz. Duyularınız aracılığıyla deneyimlediğiniz işte bu günlük dünyaya o “tasarım olarak dünya” der. Bizler her şeye bu yolla anlam veririz ve bu durum bizim bilincimizi gerektirir. Zihnimiz, deneyimlerimize bir anlam verecek şekilde kendini düzenler.

Bununla birlikte Kant gibi Schopenhauer de deneyimimizin ötesinde, görünüşler dünyasının ötesinde daha derin bir gerçekliğin var olduğuna inanır. Biliyorsunuz ki Kant bunu “noumenal” dünya olarak adlandırıyordu ve bu dünyaya doğrudan hiçbir erişimimiz olmadığını düşünüyordu. Schopenhauer açısından irade olarak Dünya biraz Kant’ın “noumenal” dünyasına benzer, fakat yine de önemli farklılıklar mevcuttur. Schopenhauer, gerçekliğin birden fazla parçası olabileceğine sık sık ihtimal verir.

Gerçeklik, İrade ve Sanat İlişkisi

Bizler gerçeğin tam anlamıyla hakikatine erme yetisine sahip değilizdir ama İrade olarak Dünyayı doğrudan deneyimlemeyizdir. Çünkü ancak istemli eylemlerde bulunduğumuzda, bedensel eylemlerde bulunmayı isteyip gerçekleştirdiğimizde gerçeğin doğasına yaklaşırız. İşte bu nedenle Schopenhauer, gerçekliği tarif etmek için “irade” sözcüğünü seçer. Ayrıca onun iradeye yüklediği anlamlar arasında- sadece insan söz konusu olduğunda- bu enerjinin bir şeyi istemli olarak yapmakla bağlantısı vardır. Misal bitkiler istemli bir şekilde büyümezler, kimyasal reaksiyonlar istemli bir şekilde gerçekleşmez. Dolayısıyla “irade” sözcüğünün, burada alışıldık anlamından farklı bir şekilde kullanıldığını belirtmemde fayda var.

Biri bir şey “istediği” zaman, zihninde bir amaç vardı, bir şey yapmaya çalışıyordur, fakat Schopenhauer’in gerçekliği irade olarak Dünya düzeyinde tanımladığında kast ettiği şey bu değildir. İrade amaçsızdır ya da zaman zaman söylediği gibi “kör”dür. Belirli bir sonuç elde etmeye yönelik değildir. Bir amacı ya da hedefi yoktur. Bir şeyleri bilinçli isteme edimlerimizde olduğu kadar, her doğal fenomende de mevcut olan büyük enerji dalgalanmasıdır onun irade dediği şey. Schopenhauer’a göre bize yön verecek bir Tanrı yoktur. Ne de iradenin kendisi Tanrı’dır. Tüm gerçeklik gibi insan da bu tanımsız kuvvetin parçasıdır. Ve ona göre bunu en yalın halde yapan sanat dalı müziktir.

Schopenhauer’e göre müzik bizzat iradenin bir kopyasıdır, müziğin bizleri böylesine derinden etkileme gücünü açıklayan şeydir. Bir Beethoven senfonisini doğru ruh halindeyken dinlediğinizde yalnızca duygusal açıdan uyarılmazsınız, gerçekliği olduğu haliyle bir an için görürsünüz. Gerçekliğin bilgisine, “kişinin birey olarak kendini unutması; bilincin, saf, isteksiz, zamansız, bütün ilişkilerden bağımsız bir bilgi öznesi olmaya yükselmesi” ile ulaşılır. Derin düşünmeyle elde edilen ideaların bilgisi sanat eseri yoluyla temsil edilir ya da canlandırılır. O, kavradığı ve bilgisini edindiği ideayı yarattığı yapıt aracılığıyla diğer insanlara iletir. Schopenhauer, ideaları bilme yeteneğinin tüm insanlarda dereceli olarak var olduğunu kabul eder. Çünkü böyle bir yetenek olmasaydı sanatçıların hoşlandığı gibi diğer insanların sanat yapıtlarından hoşlanması, güzele ve yüceye karşı bir duyarlılık göstermeleri mümkün olmazdı. Görüldüğü gibi Schopenhauer kendi metafiziğinde gerçekliğin bilgisini edinmede sanata merkezi bir rol yükler. Ona göre, tüm sanatların amacı algılanabilir ve kavranabilir ideanın canlandırılması ve diğer insanlara iletilmesidir. Estetik ilginin kaynağı ise sanat eseri yoluyla aktarılan idealardan başka bir şey değildir. Schophenhauer’un sanatçı ve deha tanımını hemen hemen aynı içerikle ele almasının sebebi de işte tam olarak budur. İdeanın bilgisine ancak deha ulaşabilir. Deha yaşamdaki tüm ilişkilerin etkisinden kurtulmuş, yarar gözetmeyen, yeter sebep ilişkisinden bağımsız, isteklerinin ve iradesinin ötesine geçmiştir. Deha da “bireysel şeyleri değil, bu şeylerin idealarını bilme yeteneği vardır ve bu onu sanatçı yapar.”

Hiçbir Şey Nedensiz Değildir

“Neyi bilebilirim ve şeylerin doğası nedir?” sorusuyla ilgilenirken bilimsel yöntemin mihenk taşı olan hiçbir şeyin nedensiz olmayacağı ön koşuyla hareket etmesinin onu 4 temel ilkenin varlığını önce kabul edip sonrada onlara içerik açıklaması getirmesidir. Yazımı sonlandırırken en özet haliyle yeterli sebep ilkesinin 4 temel kökünü şu şekilde izah etmek istiyorum:

Fiziksel Nesneler: Dünyada bulunan fiziksel nesnelerin şeylerin uzay ve zamanda bir nedensellik içinde var oldukları ve onların imajlarının zihnimizde “apriori” şekilde var olduğu inancı. Zihnimiz deneyimimize apriori ilkeler olan uzay, zaman ve nedensellik kategorileri nesnelere baktığımız lensler gibidir. Görüngülerin bu dünyasında “Yeterli Neden İlkesi” bize oluşu ya da değişimi açıklar.

Matematiksel Objeler: Burada uzay ve zamanla ilişkili olan geometri ve aritmetikle karşılaşırız. Geometri uzay parçalarının çeşitli konumlarını yöneten ilke üzerinde temellenir. Aritmetikse zaman parçalarını içerir ve sayıları birbirine bağlar. 

Soyut Kavramlar: Objelere çıkarım kurallarını uyguladığımız zaman öteki kavramlardan sonuç olarak çıkarırız, kavramlar ve sonuçlar arasındaki ilişki yine yeterli neden ilkesi tarafından yönetilir, burası mantığın alanıdır ve burada yeterli neden ilkesi, bilme yollarına uygulanır.

Ben Bilgisi: Ben-kendilik (self) isteyen, istekte bulunan, istemde bulunan öznedir. Bu isteyen ya da davranan özne, bilen özne için konudur. Biz buna öz-bilinçlilik diyebiliyoruz. Ben ile onun istenç edimleri arasındaki ilişkinin bilgisini yöneten ilke, eylemin yeterli nedeni olarak, kısaca güdülenme (motivasyon) yasası olarak adlandırılabilir.

Yeterli sebep ilkesinin bu dört formundan çıkan çarpıcı gözlem, her yerde zorunluluğun hazır bulunduğudur. Nesne dizilerinin bulunduğu her yerde ister fiziksel nesneler olsun isterse de mantığın soyut kavramları ya da matematik objeler ya da bilen bir öznenin objesi olarak ben olsun, tüm bu durumlarda zorunluluk ya da determinizm olgusu iş başındadır. Ne yapacaksın döndük mü başa? 😊 Yani kısaca biz faniler;  fiziksel zorunluluk, mantıksal zorunluluk, matematiksel zorunluluk ve ahlaksal zorunluluk ile yüz yüze kalıp dururuz. Nesnelerin doğasındaki bu zorunluluk ögesi, Schopenhauer’ı, insanların günlük yaşamda zorunlulukla davrandıklarını söylemeye götürür. İnsanlar karakterlerinin ürettiği güdülere doğal olarak tepki verdikleri için ne özgürdürler ne de bir şey. İnsanların karakterlerini değiştirip değiştiremeyecekleri sorusu burada açık kalmaktadır. Zorunluluğun bu kapsayıcılığı Schopenhauer’da kaçınılmaz olarak kötümserliğin derin bir anlam kazanmasına yol açar. Tüm düşünce pratiğinin merkezi sistemi bu olduğu içinde karamsarlıktan çıldırmanın eşiğine varır. Şimdi iyi diyorsun has diyorsun Schopenhauer “da” bu kabulle de ömür geçmez ki cancağızım.

Gelecek ay görüşmek üzere, sevgiler.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

eftalya-koseoglu
MSM konservatuarı Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Mezunu. Reklam sektöründe yaratıcı yazarlık ve prodüktörlük yaptı. New York Film Academy’de Senaryo Yazarlığı ve Yönetmenlik Eğitimi aldı. Halen akademi dışı felsefe eğitimi almaya devam ediyor.