Farkındalık

Bir İlmi Ledün Röportajı – Bölüm 4

Röportajın 1. Bölümü için tıklayınız…Röportajın 2. Bölümü için tıklayınız…Röportajın 3. Bölümü için tıklayınız…

KURAN HER OKUYAN İÇİN YENİLENİR

Kuran herkes için yenilenir diyor İbn-i Arabi bunun anlamı nedir?

Kuran’ı okuyan kişi, kendi kendine okuduğunda hiçbir şey anlayamaz, okuyan kişinin ses tonundan Allah ona okursa, işte o zaman kişi Kuran’a vakıf olur.

Kuran Allah’ın kelamıdır. Onu okuyan herkes için yenilenir ama her okuyan ruhunun doğasıyla meşgul olması nedeniyle onu hissedemez. Bu durumda doğa perdesinin ardından kişiye iner ve haz vermez. Kalp en üstün alemdenken dil en aşağı alemdendir. Hakk’ın menzili kulun kalbidir ve O konuşandır. Hakk kalpte bir hakikat olarak bulunurken, harfler dil alemindendir. Dil, ayetleri tafsil eder, onları parçalayarak okur. Böylelikle insan dili bakımından ‘okuyucu’ diye isimlendirilir. Bu durum bir grup hakkında Hz. Peygamberin dediği “Kuran’ı okurlar da okudukları boğazlarından inmez,” hadisinde belirtilir. Okuyan, harfleri hayalinde canlandırır ve hayal gözüyle onlara bakarsa, dil onları aktarır. Bu durumda derinden düşünme veya basiret olmadan onları okur. Hatta harfler hayal mertebesinde kalsın diye okur. Böyle biri Kuran (okuma) sevabı değil, aktarma sevabı kazanır. Bu kişinin kalbine Kuran’dan bir şey inmez. Böyle bir durumda Kuran, kalplere değil, dillere indirilen Kuran’dır.  Zevk hakkında ise, ‘Ruhu’l Emin’ (Cebrail) onun senin kalbine indirir’ denilir. Kuran kalbe inerse anlayışı getirir. Bu durumda insan okuduğunu bilir, kendi dilinde olmasa bile, okunan sözlerin anlamını bilir. Kuran’ın dışında, o dili kendi lisanı olmadığı için bilemez.

Kuran, indirilen kitap ve sahifeler arasında alemde insan gibidir. Başka bir ifadeyle Kuran, kitapların toplamı gibidir ve insan alemin bir toplamıdır. Öyleyse Kuran ve insan – ki insanı kamili kastediyoruz – iki kardeştir. Bu durum, Kuran’ın bütün yönlerinden ve nispetlerinden indirildiği Peygamber hakkında böyledir. Toplam olması itibariyle Kuran’a vakıf olan hakkında Kuran Furkan’dır. Bu durumda o, zahiri, batını, haddi, matlaı müşahede ederek her ayetin, bir zahiri bir batını, bir matlaı olduğunu söyler. Bu iniş, o kişi için furkani (ayrıştırıcı) olmuştur. Bu (furkanilik) nedeniyle mezhepler değişmiş, dinler ve inançlar farklılaşmış, mertebeler ayrışmış, ilahi ve kevni eserler ortaya çıkmış, alemde ilahi isimler çoğalmış, meleklere, yıldızlara, doğaya, unsurlara, rükünlere, hayvanlara, bitkilere, taşlara, insanlara ve cinlere tapılmıştır.

FİKRİ NAZAR

Kalplerimizi fikri nazardan nasıl arındırabiliriz?

Allah’ı birleyen kimselerin ilmi, akıl yoluyla değil de müşahededen kaynaklanıyorsa, o zaman o kimse ilim sahibi olarak bilinir. Çünkü şahitlik müşahede ile yani görerek bilme yoluyla olur. Akıl yoluyla elde edilen ilim ki buna nazari ilim de denir. Nazardan elde edilen ilim, müşahede sahibinin elde ettiği ilim kadar kuvvetli olmaz. İlahi feyz sahibi kimseler, Allah’ın, haklarında Kehf Suresi 65. Ayette gecen “Biz ona kendi katımızdan bir ilim verdik” buyurduğu kimselerdir. Allah bu kimseleri aklının ulaşabileceğinin ötesindeki şeyleri bahsetmiştir. Böylece bu kimseler sahip oldukları ilim de basiret üzeredirler.

İlimler üç kısımdır. Birinci kısım, akıl ilmidir. Bu ilim, insanda zorunluluk hükmüyle gerçekleşen veya delilin yönünü öğrenmek tarzıyla delili incelemekle gerçekleşen ilimlerdir. Bu ilmin kuşkuları da kendi cinsindendir. Bu nedenle, nazar (teorik düşünce, araştırma) hakkında şöyle derler: “Bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış” İkinci ilim, haller ilmidir. Haller ilmi sadece zevk (yaşama, tatma) yoluyla elde edilebilir. Dolayısıyla akılcı kişi onu tanımlayamaz ve öğrenilmesi için kanıt ortaya koyamaz. Balın tatlılığını, sabır otunun acılığını, aşkı, coşkuyu, arzuyu ve bunlara benzeyen şeyleri bilmek bu kısma girer. Bu gibi ilimler, kendileriyle nitelenmeden ve tatmadan öğrenilemeyen ilimlerdir. Sahiplerinde bu ilimlerin, taşıdığı kuşkular da kendi cinslerinden olan kuşkulardır.

Söz gelişi, tatma duyusuna acı safra baskın gelen kimse balı acı hisseder, halbuki bal acı değildir. Burada tatma duygusuna temas eden şey, sadece safranın acılığıdır.

Üçüncü ilim, sır ilimleridir. Sır ilmi, aklın gücünün üzerindeki ilimdir. Başka bir ifadeyle Ruhu-l Kuds’ün Sırr’a üflediği ilimdir ve peygamberler, veliler o ilme tahsis edilmiştir.

Allah’ı bilenlerin fikir yoluyla bilgi edinme tarzıyla alakaları yoktur. Bir şahıs bilgilerini Hakkı keşf yoluyla Allah’tan alırsa o zaman “İlahi” diye isimlendirilir. Ebu Yezid el-Bestami şöyle der, “Siz bilgilerinizi ölülerden alıyorsunuz ve falan, falandan aktardı diyorsunuz?

O nerededir?”

“Öldü.”

“O da falandan aktardı.”

“Peki o nerededir?”

“O da ölmüş.”

Ebu Yezid şöyle devam eder, “Biz bilgimizi Ölümsüz Diri’den almaktayız.” Allah ile kul arasında en büyük perde, kulun bilgisinin nefs kaynaklı olması ve bilgisini fikir ve nazari gücünden almasıdır. Bu güçlerden aldığı bilgi, gerçek bilgiye uysa bile, bilgiyi Allah’tan almak daha üstündür. Aklın zorunlu bilgileri Allah’tandır, çünkü onlar fikir ve tümevarım yoluyla elde edilemez. Bu nedenle zorunlu bilgiler, insan akıl sahibiyse, kuşku ve tereddüt kabul etmez. Kendisiyle aklı arasında perde olan kimseden söz etmiyoruz.

Kendimizi fikri nazardan arındırabilmek için yine Allah’ın ilmine muhtacız. O sebeple Allah’ın Hz. Muhammed’e kendisine verdiği her şeyde, ilminin artırılması için öğrettiği dua “Rabbim ilmimi artır,” (Taha Suresi 114) ayetidir. Biz de bu duaya sarılmalıyız.

Aklımızdan geçenlerden de sorguya çekilecek miyiz? Yoksa amellerimiz mi esas? Bu konuyu biraz açabilir misiniz.?

Kuran-ı Kerim’in içinde de nesh edilen ayetler vardır. Fakat bu konu son derece geniş ve ayrıntılı bir konudur. Bakara 284. ayette Allah “Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Ey insanlar siz içinizdeki işleri açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker. Sonra dilediğini affeder dilediğini azaba uğratır. Doğrusu Allah her şeye kadirdir.” Ayetini indirdiğinde bu ayet sahabeye zor geldiği için Peygambere müracaat etmişler: “Ya Resulallah. Namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri yapabiliyoruz fakat buna güç yetiremeyiz. Yani biz içimizden geçirdiklerimize istinaden bunu yapamayız.”  Dediklerinde Peygamber; “Siz yoksa sizden öncekiler gibi işittik isyan ettik mi diyorsunuz? İşittik itaat ettik deyin,” buyurmuş. Onlar da hataya düştüklerini anlayıp “İşittik ve itaat ettik,” dediler. Allah da bunun ardından “Rasul ve müminler Rablerinden indirilene iman ettiler.” Ayetlerini indirdi. Ahzab lafzen bile olsa hatasından dönünce “Allah hiç kimseyi gücünün yetmediği ile sorumlu tutmaz” (Bakara 286) ayeti ile nesh etti. Burada nesh etti ifadesi beyan etti, açıkladı anlamında kullanılmıştır. Çünkü Bakara 286. Ayet Allah’ın kullarını her şeyden hesaba çekeceğini belirten Bakara 284. Ayeti geçersiz kılmamıştır. Çünkü hesaba çekmek ile ceza vermek birbirinden farklı kavramlardır. Bakara 284.ayetin ifadesine göre kişi içinden geçirdiği ya da yaptığı her şeyle yüz yüze gelecektir. Bakara 286. Ayete göre ise sadece yaptıkların dolayı cezalandırılacak ya da mükâfatlandırılacaktır.  Hür iradeyle engelleyemediği kuruntu ve vehimlerden ise muaf tutulacaktır.  Örneğin, içimizden karşımızdaki kişiye ceza vermeyi, o kişinin canını yakmayı ya da kişiyi öldürmeyi bile geçirdiğimiz anlar olur. Sonra öldürmenin Allah katındaki hükmünü bilip vazgeçeriz ya da affetmenin hayrını bilip intikam duygusundan vazgeçeriz. İşte içimizden geçirip de fiile dökmediğimiz sürece yani bu davranış bizden ortaya çıkmadığı sürece sıkıntı yok.  Allah bizi hesaba çekmez bu düşünceden. Hatta vazgeçtiğimiz için bunun sevabını da verir. Ama şöyle bir güzellik yapar, aynı şekilde karşımızdaki insan için bir iyilik düşündüğümüzde, örneğin sadaka vermek istedik ama maddi anlamda sıkıntılıyız. Allah, bu sadakayı vermiş gibi bize bunun sevabını verir. Bunu her güzel düşüncemizde yapar aslında. Birine yardım etmek isteyip yapamadığımızda, ziyaretine gitmek isteyip gidemediğimizde… Bu Allah’ın bize dönük bir ihsanıdır, lütfudur.

Hû zikrinin anlamı ve üstünlüğü nedir? Allah’ın güzel isimlerini ve onlarla zikretmeyi nasıl anlamalıyız?

‘La ilahe illa hû’ hakkın bir niteliğidir. Sufilere göre Hu, ‘O’ zamiri zikirlerin en kamili en üstünü ve en büyüğüdür. Bu zikir seçkinlerin seçkinlerinin zikridir. Onun ötesinde daha kâmil bir zikir yoktur. Hu zamirinin vermiş olduğu bilgi Allah ismi de dahil olmak üzere ilahi isimlerden herhangi birinin verdiğinden daha büyüktür. Demek istediğimiz, Allah adı mertebeyi gösterirken, Hüviyet başka bir şey göstermemek üzere sadece zat-ı gösterir. Bu nedenle Allah lafzını unsurlarına ayrıştırdığımızda, hu zamirine ulaşırız. Allah onu bildiğini iddia eden herkes için gaip kılar. Öyle ki Allah ilahi isimler için bile gaip olmuş, her ismi kendisi için konulan anlamla meşgul kılmıştır. Örneğin, Rezzak isminin himmeti rızıkla ilgiliyken, Mukit ismi vakti belirlemeye, Alim ismi bilgiye, Hayy isminin himmeti hayatla ilişkilidir. Başka bir ifadeyle her isim kendisi için konulduğu ve kendisini gösterdiği hükümle ilgilidir ve ona bağlanır. Öyleyse isimler mümkünlerin hükümleridir. Hüviyet ise, bu hükümler vasıtasıyla mümkünleri var eder. Bütün iş O’na döner ki burada O, Hüve’dir. Hüve sadece Allah’ın bildiği Hüviyete işaret eder. Bütün ilahi isimler, hiç kuşkusuz Hu’nun ardından gelen Allah isminin altındadır. ALLAH isminin daha sonra gelmiş olmasının nedeni Hüve’nin ondan daha genel olmasıdır. Çünkü ‘Hüve’, Allah’a olduğu gibi gaip olan veya Hüviyete sahip her şeye delalet eder.

AYNA KAVRAMI

Ayna kavramı nedir? İnsan insana mı aynadır insan Allah’a mı aynadır? Buradaki Hikmet nedir?

İbn-i Arabi Fususul Hikem’de “Hak kendi nefsini görmen de senin aynan, sen ise isimlerini ve o isimlerinin hükümlerinin ortaya çıktığını görmesinde onun aynasısın,” der.

Ayna İbn-i Arabi’nin Allah Alem ilişkisini anlatmak için sık kullandığı örneklerden biridir. Allah ile alem arasındaki nedensellik ilişkisini en iyi anlatan örnek aynadaki görüntüdür. Bununla birlikte hayali, berzahı, rüyayı, mümkünleri, suretleri, insanı kamili de hep ayna örneğinden yola çıkarak anlatır. Mükemmeldir bu yüzden. Ayna örneğiyle, bir yandan yaradılışın sebebini açıklarken, bir yandan da çokluğun birlikten nasıl çıktığını yorumlar.

Hak isim ve sıfatlarının hakikatlerini görmek istemiş. Bu nedenle de alemi kendi suretinde yaratmış. Hakkın kendi suretini insan aynasında görmesinin anlamı, bir rivayette belirtildiği gibi bütün ilahi isimleri ona vermek demektir. Rivayette ‘onlar vasıtasıyla size yardım edilir, yardım eden Allah’tır. Onlar vasıtasıyla rızıklandırılırsınız, rızkı veren Allah’tır’ denilir. İnsanın Allah’a ayna olmasının başka bir anlamı ise, bütün ilahi isimlerle ahlaklanabilmesidir ki bütün alimler bu görüştedir. Bu alemde en cilalı, yani en pürüzsüz en güzel ayna, Hz. Muhammed’in aynasıdır. Hakk, o aynaya en mükemmel tarzda tecelli etmiştir. Burada bizim aynamıza da yansısın diye, Hz. Muhammed’in aynasında tecellî eden hakka bakmaya çalışmalı… O zaman Hakkı Muhammed’i surette, Hz Muhammed’in gördüğü gibi görürüz.

ZALİMİN ZULMÜ VARSA!

Zalim kelimesinin “karanlıkta olmak” anlamına geldiğini söylüyorsunuz. Burada içteki karanlık mı kastediliyor. Bundan aydınlığa nasıl çıkarız.?

Kuran-ı Kerim bize Hz Yunus’un balığın karnındayken Rabbine şöyle seslendiğini bildirir; “Senden başka ilah yoktur. Seni tenzih ve tesbih ederim. Doğrusu ben, zalimlerden oldum.” Bu ayette geçen “Ben zalimlerden oldum.” İfadesindeki “zalim” zaleme (karanlık oldu) kelimesinden türemiştir. Yani benim karanlığım kendime dönmüştür, yoksa sen beni karanlığa atmış değilsin. İçimde olan karanlık dışıma nüfuz etmiş, içim tevhidin nuruyla aydınlanmış ve rahmete dönüşmüştür” demek istemiştir.

Burada tevhid nurundan ve kendi karanlığından bahseder. Hz. Yunus nefse bakan yönünü karanlığa benzetmiş. Nuru da Allah’a izafe etmiştir. Allah-u Teala şöyle der; “Allah göklerin ve yerin nurudur.” Nur olmasaydı mümkünler yani bizler ortaya çıkamazdık. Hz. Peygamber bir duasında şöyle der: “Allah’ım. Benim kulağımı, gözümü nur yap, saçımda nur yarat.” En sonunda şöyle der:’ Allah’ım beni nur yap.’ Nitekim Hz. Peygamber nurdu, sadece gözlere gözükecek şekilde bunu görmek istemişti çünkü manevi nur, gizlidir ve gözler tarafından algılanmaz. Başka bir ifadeyle Hz. Peygamber iman ve akılla idrak ettiği şeyi duyuyla da idrak etmek istemiştir ki böyle bir şey ancak mücahede sahipleri tarafından görülür.

Hakk, Nur olması bakımından yaratıklarda gizlenmiştir.” Kendini bilen Rabbini bilir” hadisinde de belirtildiği gibi, her insanda rabbine dair bir nura sahiptir; ne zaman isterse onu izhar ve eder. Bu durumda O zahirdir. Ne zaman dilerse kendini gizler; bu durumda ise Batın’dır. Batın olduğunda ‘Onun benzeri yoktur’ (Şura Suresi 11) Zuhur ettiğinde ise, “O gören ve duyandır” Hak ister varlık ve ister yoklukta, her nerede olursak olalım bizimle beraberdir. Biz Hakk’ın bizimle birlikte olması nedeniyle zuhur ettik. O halde biz, farkında değil iken, bir nur sahibiyiz.

Mertebelerin ilahi isimlerle irtibatı nedir?

İlahi isimler nispet ve izafetler demektir. Mümkünün muhtaç olduğu isimler Hayy, Alim, Mürid ve Kail’dir. Keşfe göre isimlendirilen isim aklı düşünceye göre el-Kadir’dir. Diğer isimler ise bu isimlerin yardımcıları gibidir.

Bu isimleri iki isim takip eder: El-Müdebbir ve el-Mufassıl. Sonra el-Cevad ve el-Muksit isimleri gelir. Bu iki isimden gayb ve şehadet âlemi, dünya ve ahiret hayatı meydana geldiği gibi bela ve afiyet bu iki isimden meydana gelmiş. Cennet ve cehennem onlardan meydana gelmiştir. Onlardan yaratılmış. Her şey çift yaratılmıştır. Sıkıntı ve rahatlık o iki isimden meydana gelmiş, iki övgü alemde onlardan ortaya çıkmıştır. Bu övgülerin birincisi, nimet veren ve ihsan eden Allah’a hamd (şükür) iken, diğeri her durumda Allah’a hamdetmek. İki isimden nefiste, iki kuvvet meydana gelmiştir: Bilme kuvveti ve amel kuvveti.

Allah alemi yarattığına, onun bazı mertebeleri olduğunu ve farklı hakikatlere sahip olduğunu gördük. Her hakikat, Allah’tan özel bir nispet talep etmekteydi. Allah elçilerini gönderdiğinde, o nispetler nedeniyle onları kendisiyle gönderdiği şeylerden birisi de sayelerinde yarattıkları için adlandırıldığı isimler olmuştur.  Lemde zuhur eden yaratma, rızık, fayda, zarar, var etme, ihtisas, sağlam, baskın gelme, kahır, lütuf, tenezzül, başkalaşma, celbetmek, muhabbet, buğz, uzaklaşmak, yakınlaşmak, tazim, tahkir vs. Kısaca alemde zuhur eden her hakikat veya alemde ortaya çıkan her nitelik, özel bir nispeti talep eder ve söz konusu nispetin şeriat tarafından bize bildirilen özel bir adı vardır. Bunların bir kısmı ortaktır, bununla birlikte her birisine ait, bir anlam vardır ve o anlam, ortaya çıktığında isimlerin farklı oldukları da belli olur. Bu bağlamda ilahi isimlerde asıl olan farklılık iken, ortaklık lafzıdır. Bir kısmı (lafızda) birbirinden farklı, bir kısmı eşanlamlıdır. Eşanlamlı olmakla birlikte her birisinden ötekinde bulunmayan anlamın anlaşılması gerekir.

SİZİN İÇİN NELER MÜMKÜN?

Onun katındaki şey hâkim olunca üzerimde

O’nu biz nasıl görebiliriz?

Âlemin varlığıyla bizi şaşırtır

Halbuki âlemin varlığı İlah’ın varlığı

O’nu kendinden başkası görmez

Başka biri var mı ki O’nu görebilsin

Biz sürekli mümkün varlıklarız

Varlık ve yokluk halinde O’nun himayesinde

Ne başkasıyız O’ndan ve ne O’yuz biz

Bizim dalaletimiz O’nun hidayetinden  

İbn-i Arabi

İbn-i Arabi’ye göre mümkün varlık varlığı zorunlu olan Mutlak Varlık’la (Hakk) Mutlak yokluk arasındaki berzahtadır. Öyleyse mümkün aynaya bakan insan ile ayna arasında görünen surete benzer. Ne görendir ne de ondan başka… Suretin görünmesiyle Hakk’a nisbet edilir, görüntünün gerçekte bir varlığının bulunmayışı nedeniyle yokluğun kendisidir. Hakk’ın kendini seyrettiği aynalardaki görüntü Alem’dir. Yani mümkün varlıklar. Allahu Alem…

Biz derginin adını duyduğumuzda aklımıza ilk gelen müm-kün diye nitelenen alemin, kimin için yaratıldığı oldu. Mim harfinin Hz. Muhammed’i yani İnsan-ı Kamili işaret ettiğini ve kûn sözünün de ‘ol’ manasına geldiğini biliyoruz. Bu sebeple bizdeki mümkûn kelimesinin çağrıştırdığı anlam da güzel bir tevafuk oldu. İbn-i Arabi okuyucuları için, mümkün denilince aklınıza, hayalinize ne gelirse onun ortaya çıkma ihtimali vardır. O yüzden bizim için her ŞEY mümkün. Bir Balığın adamı tutması da devenin iğne deliğinden geçmesi de Mısır’a sultan olmak da… Hep ihtimaller dahilindedir.

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

kevser-aycan-saroglu
Kul, insan, kadın, gazeteci, yazar, editör, yazar kâşifi, rüya avcısı. Amerikan Dili ve Edebiyatı mezunu. Medya sektöründe çok uzun yıllar muhabir, editör, köşe yazarı olarak görev yaptı. Halihazırda büyük bir yayınevinde yayın danışmanlığı yapıyor. Kendisini ‘ebedi hayat öğrencisi’ olarak görüyor.