Kitap

Musa Dede anlatıyor: “Hayatınızın merkezine koyduğunuz şey mürşidinizdir”

“Fakir, Musa Dede mahlası verildikten sonra, Musa’nın asası olurmuş, asam nedir diye düşündüm ve kalem olduğunu fark ettim. Hizmet yolumun da buradan geçtiğini anlayıp bunu bir yol bildim. Karanlığın koyulduğu bir noktada dahi bir damlacık aydınlık bir anda öyle bir gonca gibi açabilir ki o karanlığı yok edebilir. Onun için umut en son kalemizdir Kimi zaman kaybolmuş insanların bu hayatta onca gayret edip çok aza ulaşabilmesi aslında ne için gayret ettiğini bilmiyor olmaktan kaynaklanıyor en başta.”

Bu cümlelerin hepsi Musa Dede ile yaptığım röportajın içinden seçebildiklerim. Aslında noktasına virgülüne kadar her bir satırı insanı düşünmeye ve hissetmeye sevk ediyor. Kendisiyle ikinci kitabı Mümkün’ü konuşmak için bir araya geldik ama bir derya olduğu için pandemiden, sosyal medyadan, insanın bencilliğinden, iyiliğinden, tasavvuf öğretisine kadar her şeyi konuştuk. Bu iki saatlik sohbetten bile bir minik cep kitabı çıkabilir. O kadar dolu. Musa Dede, modern zaman Sufilerinden. Kendi yolculuğunu kitabında da bu söyleşide de bir taşın yolculuğuyla bağdaştırıp öyle güzel anlatıyor ki, dinlerken etkilenmemek elde değil.

Mümkün – Gölgenin Hakikati II yazarın Hürriyet gazetesindeki köşe yazılarından bir derleme. Modern bir Sufi’nin manevi yolculuğu diyebiliriz bir nevi. Kitabın satırlarından insana huzur, ışık ve sevgi yayıldığı için -okurken hislerim bunlardı- bu kitabın geleceğe kalacağına olan inancım tam. İleride bir gün insanlar 2000’li yılların başlarında bu Tasavvuf alimleri neler yapmış, neler düşünmüş merakını Musa Dede’nin kitaplarını okuyarak giderecek eminim. Okurken Musa Dede’nin ışığından faydalanmanız niyetiyle bırakıyorum bu sohbeti buraya…

Malum değişik bir süreçten geçiyoruz. Covid 19 ile mücadele ettiğimiz bir dönem. Pandemi süreciyle ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Benim kendi tecrübemden sezdiğim, araştırmalarımdan çıkardığım, muhtemelen doğal olmayan bir şey. Maddi, manevi iki yönü olduğunu düşünüyorum ve tecrübem de o yönde. Hem biyolojik bir tarafı var, tamamen organik çıkmazsa şaşırmayacağım. Sentetik, organik karışık bir şey de olabilir. Bu biyolojik tarafıyken, hem bir başka taraftan da insan psikolojisine saldırıyor. Manevi tarafta karanlık güçlerden beslendiğini ve desteklendiğini düşünüyorum.

Siz de Covid atlattınız, geçmiş olsun. Sizin hastalıkla ilgili deneyiminiz nasıldı?

Başka yaşananlara bakınca bizimki orta şiddette gözüküyor, normal bir gripten biraz ağırca geçirdim. Ve hastalığın iki boyutunu da deneyimledim. Biyolojik boyutunu da manevi boyutunu da. Biyolojik boyutu eşimde farklı, bende farklı seyretti. Ateş, çokça halsizlik, sırt ve bel ağrısı en belirgin semptomları oldu. Eşimde ateş olmadı, ağrı daha fazlaydı ve eşimin tansiyonu epey yükseldi. Şimdi ikimiz de çok şükür atlatmış görünüyoruz.

Herkeste farklı semptomlar göstermesi, kime ne yapacağının bilinmemesi ne kadar kötü değil mi? İnsan kendini korku filminin içinde gibi hissediyor.

Toprağa su veriyorsunuz o topraktan diken de bitiyor, çiçek de bitiyor. İnsan bedeni de temelde topraktan oluşmuş olduğu için, insan bedeninin en köküne yönelen bir virüs veya hastalık bu. İşte oradaki toprağın mayası nasılsa herhalde ona göre bir etki ediyor. Böylece hepimizin kendi bünyesine göre tezahür etmiş oluyor.

Siz iki yönlü bir virüs demiştiniz Covid 19 için…

Evet, ben hastalığın psikosomatik boyutunu biraz da olsa sezinleyebildiğimi düşünüyorum. Biyolojik etkilere eşlik eden saldırgan, karanlığa davet eder rüyalar gördüm hastalık sırasında başta. Zihnime, vesvese tabir edilen, adeta kulağa fısıldanan ama eğer kişi kendi sesini ayrıştırmayı bilmiyorsa kendi düşünceleri zannedeceği sıkıntılı fikirler hücum eder oldu. Ki pek yaşamam bunu. Çok şükür bunları ayrıştırabildiğimi düşünüyorum çok geçmeden ve moralimi yüksek tutup, orada da ısrar edince yittiler. Bilhassa bu deneyim sonucunda çıkarsadım, diğer yönünün mahiyetini ve çevremden de benzer duyumlar alınca pekişti fikrim.

Ateşten mi oldu acaba?

O kadar yükselmedi ateşim, 37,7’den bir ara 38 dereceye doğru yükseldi. O kadar ateş bir sanrı yapmaz normalde. Zaten sanrı gibi de değildi. Her çeşit rüya görür tabii insan. Rüyalar biraz da iç alemin aynası gibidir. Ancak bazen dışarıdan müdahale de olur, siz bedenen yahut psikolojik olarak zayıf düşünce sizi sınayan.

Covid 19 kaynaklı olduğunu düşünüyorsunuz karanlığa davet eden seslerin…

Biyolojik tarafına Covid 19 diyelim ve ona eşlik eden daha başka manevi kuvvetlerin de insana karşı bir hareket içerisinde olduğunu düşünüyorum.

Ne gibi manevi kuvvetler? Karanlık tarafa çekmek istediler dediniz, karanlık taraf nedir?

Malumunuz dinimizin de buyurduğu gibi ikilik aleminde, dünya aleminde, mümkünler aleminde iyi ve kötü birer uç değer olarak önümüzde. Biz işte bu ikisinin arasında bir mümkünüz. Yönümüz nura dönerse ışık alıyoruz, oraya doğru hareketleniyoruz, orayla hemhal oluyoruz. Karanlığa dönersek, karanlıkla -zulmet denilir aynı zamanda-, zulmetle hemhal olup, ona benzemeye, bir ayna gibi olduğumuzu düşünürsek onu yansıtmaya başlıyoruz. Dolayısıyla iyiliğin olduğunun kabulü gibi kötülüğün olduğunun da kabulü var bu ikilik aleminde. İyiye iyi, kötüye kötü demeyi becerip bu fark edişten sonra da iyi olana yüzümüzü döndüğümüz zaman oraya doğru seyredebilirsek, o seyrimiz neticesinde ancak her şeyin bir ve bütün olduğu cem alemlerine gidebiliyoruz. Bu mücadele arsasında hem içimizde hem de dışımızda iyi ve kötünün savaşı var. İçimizde olan nefsimizle olan mücadele olarak yansıyor bize. Dışımızda olan da nefs ile iş birliği etmeye çalışan kötü güçler. Din kaynaklı konuşursak şeytan ve avenesinin başlık ettiği güçler, nefs bunlarla iş birliği halinde olursa eğer maalesef insan da düşüyor, şeytanlaşıyor. Öte yandan Rabbimiz de bizi bigâne bırakmadığı için rahmani güçler de biz elimizi oraya açarsak bize destek olabiliyorlar. İşte bu mücadele içerisinde eğer içte kötü güçlerin bizim için istedikleri gerçekleşmiyorsa dıştan saldırılar artabiliyor. Bu, insan ve şeytanın baştan belirlenmiş savaşı ve kavgası. Şeytanın isteği insanı değersizleştirmek, Rabbimizin bizim için isteği ise bizim halifesi olarak yaratılmışlığımızı bilmemiz ve kulluk. Ki bu çok yüce bir makam esasında. Allah’a kul olan özgür olur. Başka bir şeye kulluk etmez olur. Bu savaşta biz de tecrübelerle kendimizi tanıyıp, Rabbimizi tanıyıp o kulluk noktasına, derecesine erişip tekâmül etmeye çalışıyoruz. İşte bu hastalık da insanlık adına kötülüğe, karanlığa daha davetkar bir yapıda seyrediyor. Bir yandan da aslında bazı yüzleşmelere kapı aralıyor.

Biraz daha açar mısınız bu yüzleşmeleri?

Bütün kötülükler, işaretlerini enaniyet/bencillik, kibir gibi yansımalarda gördüğümüz bir “gölge”den çıkıyor ve birleşik kaplar gibiler. Mücadelemizde bunları yerli yerine koyduğunuz ve bir referans noktası belirlediğimiz zaman, neyin iyi neyin kötü oluğunu ve ne yapmamız gerektiğini ancak o noktadan kararlaştırabiliyoruz. Bilgi çok önemli. İnsan doğru bilgiye sahip olmazsa doğru kararlar alamaz. Zaten bu çağda en büyük sıkıntı bu hakikatin yitimi insanlık açısından. Batılı felsefeciler, düşünürler bu çağa diğerlerinin yanında post-truth çağı demekteler. “Truth”u hakikat olarak kabul ettiğimizde, hakikat sonrası demek ama aslında yüklendiği anlam hakikatin değersizleştiği ve önemsizleştiği, insanların hakikat peşinde olmak yerine kendi nefislerine kapılıp kendi duygulanımları ne yönde ise onu kabul eder bir halde olmaları, dolayısıyla kolay manipüle edilir hale gelmeleri ve iletişim ortamının da bunu son derece destekler nitelikte olması.

SOSYAL MEDYA İNSANLARI YANKI ODALARINA HAPSEDİYOR

Sosyal medya yani…

Gerek medya gerek sosyal medya yapısal olarak insanları yankı odalarına hapsederek, kutuplaştırıp o kutuplaşma üzerinden bir gerilim oluşturarak sürdürülebilir ve takip edilebilir olmayı amaçlıyor. Bunun için korku çekiciliği denilen yönteme başvuruyor. En temel güdülerimize hitap eden korku çekiliği de işte bu hastalıkla beraber oluşturulan medya ortamında fazlasıyla güdülenerek zaten var olan hastalığın yanına bir psikolojik savaş arsası açıyor.

Biz çok kibirli ve narsist bir duruma doğru yol almıştık sosyal medya dolayısıyla, insan sadece kendini merkeze koyuyordu, dünyanın ne halde olduğu hiç umurumuzda değildi bu pandemiye kadar. Şimdi biraz daha umursuyor gibiyiz. Başlarda insanlar pandemiyi dünyayı umursamadıkları için kendilerine bir ceza olarak gördüler. Sizce pandeminin geliş sebebi insanlara bir şey öğretmek mi, nefsimize terbiye mi?

Bu dediklerinizin gerçekleşmesi ve bir amaca hizmet edebilmesi için bilinç olması gerekiyor. Eğer kişi neyi, ne için yaptığını bilmezse o zaman sadece kendine zulmetmekle kalıyor, buradan bir ders çıkaramayabiliyor. Onun için bütün bu olanların dediğiniz gibi ders çıkarılacak bir şey olduğunu kabul edersek ve bu dersi almak, gereğini yapmak için bir gayrete gelirsek o zaman dediğiniz gibi Allah şerleri hayreyler noktasında bir bakarız ki bu bizim hayrımıza dönmüş. Sınavlar hep böyledir. Ya cezaya ya da ödüle döner. O sınavda bilinçli olmak ve o soruların cevaplarına ulaşmak lazım hayrına varabilmek için.

“TOPRAĞA OLAN, DÜNYAYA OLAN BİZİM KENDİMİZE YAPTIĞIMIZDIR”

Yapabiliyor muyuz?

Bilmiyorum henüz. Büyük bir karar bu, açıklamak için hem yetkin görmem kendimi hem de daha bitmedi, her an her şey olabilir düşüncesindeyim. Keza tamamen karanlığın koyulduğu bir noktada dahi bir damlacık aydınlık bir anda öyle bir gonca gibi açabilir ki o karanlığı yok edebilir. Onun için umut en son kalemizdir. Umut tamamen kaybolmadan -ki değil- şu galip bu mağlup gibi bir beyanatta bulunmak yersiz olacak. Ancak gidişatla ilgili bir şeyler söylemek mümkün. Bir kere bunu bize evren yahut dünya yapıyor diyebiliriz ama dünyanın kendi başına böyle bir kuvveti yok, vesile ya da vasıta olabilir ancak. Ona bu gücü biz aktarıyoruz. Madem biz eşref-i mahlukat olarak yaratıldık, bütün kâinat aslında bizim varoluşumuzu şereflendirecek bir şekilde konumlanmış, emrimize amade. O zaman bizim aslında topraktan yaratıldı ya mayamız, şimdi toprak ne, biziz. Dünya da toprak ve sudan muhteva aynı bizim gibi. Bunun pişmesi için de ateş, hava, anasır-ı erbaa denilen dört unsur da bizde var. Kimisi demiş ki insan küçük alem kimisi demiş ki büyük alemdir. Biz hepsini içimizde topluyoruz. Küçük görünüyoruz ama bir ağacın tohumu nasıl küçük görünür, ağaç ondan çıkarsa, biz de öyleyiz aslında bütün dünyanın değerleri bizde var. Toprağa olan, dünyaya olan bizim kendimize yaptığımızdır. Bunun geri dönüşünün bu şekilde olması kaçınılmaz bir şey. Ders almamız lazım evet ama ders almak için dahi doğru şeyler yapmak lazım. Doğru şeyleri yapmak için doğru nedir buna dair bir fikrimiz olması gerek. Öyleyse doğru göreceli bir şey mi yoksa mutlak bir değer var mı referans alabileceğimiz?

Göreceli galiba…

Pek çok felsefi akımda doğru mutlak değil, sana göre doğru var bana göre doğru var. Buradan baktığımız zaman bir türlü bir doğrunun üzerinde uzlaşamayız.

Ama yaşam hakkı bir doğru. Herkesin, hayvanın, doğanın, evrenin de yaşam hakkına saygı duymak mutlak doğru bence.

Siz bu fikre nereden kapıldınız; her şeyin bir yaşam hakkı olduğu fikrine? Sizde oluşan bir ahlak, moral değerler ve düşünce sistemi var. Bunlar bir kültüre dayanıyor. İnsanın oluşturduğu bir kültüre dayanıyor. Siz “Hiçbir şeyin bir hakkı yok deseydiniz” bunu kim yalanlayabilir. Neye göre yalanlayabilir? Bizim oluşturduğumuz bir kültür var. Bu kültürün temelinde de aslında bana göre din var. Siz, “Dinler 3 bin, 5 bin sene önceden var olmuş, ortak kültür neye göre oluşmuş?” diye sorabilirsiniz. Kurumsal olarak dini ele aldığımızda birkaç tane sayıyoruz. Kitapları ve peygamberleri var. İşin özüne baktığımızda o kitaplarda dahi Allah’ın her topluma doğruyu anlatan kişiler gönderdiğini tarih içinde görüyoruz, ayetlerle de sabit. Demek ki aslında iyi insanlar, aydın insanlar ne vakitte olursa olsun, onları kurumsallaşmış dinin içinde görelim ya da görmeyelim insanlığı tohumlayan ve o aydınlıktan bir vesile olarak hikmet ve bilgi aktaran kişiler olarak tarihimize eşlik etmişler. İyiliğe hizmet etmekle ilgili dürtümüz aslında insanlığın seyrinde hep beslenmiş, Allah bizi yalnız bırakmamış. Kabımıza üflenen ve temiz tutarsak kalbimizde vicdan olarak sesini duyduğumuz ruh da ayrı. Hepsinin kaynağı mutlak Yaratıcı. Bunun yanında bencillik ve kötülüğü besleyen şeyler de var. Onun için mücadele en baştan bugüne kadar gelmiş ve devam ediyor. Ben de sizin gibi düşünüyorum, her varlığın yaşama hakkı var hatta Sufiler eşyanın dahi canı olduğuna inanıyor. Eşyaya dahi hürmet etmemiz gerekiyor. Mesela ben kendi ustamın üstünden sıcakladığı zaman hırkasını çıkarıp da savurup attığını hiç görmemişimdir. Kibarca bırakır, öper. O kadar incelikli bir şeye inanıyoruz. O inceliğin biz neresindeyiz, bunu sormamız lazım. Galiba çok da harika bir yerinde değiliz.

Neden bu böyle?

Bir şey kaybettik demek ki, belki bir referans noktasını kaybettik. Ben post-truth denilince o referans noktasını kaybetmemizin karşılığının yaşandığını düşünüyorum. Kendi namımıza bir an evvel o noktayı tekrar o merkeze yerleştirmek zorundayız.

“NEFS DENİLEN AYGIT NEREYE BAĞLANIRSA ORAYA GÖRE ŞEKİLLENİYOR”

Bazılarında bu evrensel bilinç var. Kimisi bu bilinci yeşertebiliyor kendi içinde. Diğerleri neden yeşertemiyor?

Bu nefs denilen aygıt nereye bağlanırsa oraya göre şekilleniyor. İnsan iyiyi de kötüyü de mayasında barındıran bir varlık. Onun için de kitabın ismi Mümkün. En başta anlattığım yere dönersek işte o imkanlar içerisinden iyiye yönelirsek ki bunun için bir mücadele gerekiyor, bu mücadeleyi vermeye değer bulup gereğini yaparsanız içinizdeki iyilik, bakım gören tohum gibi yeşeriyor. Onun yerine nefsin bencillik, kibir ve bütün bunlara bağlı cimrilik, hırs, kıskançlık, haset gibi duyguları beslenir ve hele ki toplum tarafından meşru görülmeye başlanırsa bunlar, o zaman insan ona göre davrandığı için, oralar gelişiyor ve yayılıyor. Tıpkı hastalık gibi… Hastalık da yayılıyor, bunlar da yayılıyor. Fakat iyilik de bulaşıcı. İşte bu mücadele devam ediyor.

Sufiler der ki, “Vücudun temizliği abdestle, aklın temizliği ilimle, kalbin temizliği de aşkladır. O zaman biz sürekli temizlenmek zorundayız. Daha ince düzeylerde idrak melekelerimiz var, ruhumuz var, ruhumuza köprü olarak görebileceğimiz zihnimizi doğru ilimle besleyeceğiz. En nihai noktada da ruhumuzun merkezi kalbimizi de güzelleştirmemiz lazım. O da aşkla olur. Peki aşkın göstergesi nedir? Diğerkamlık, fedakârlık. Kibir ve enaniyet dediğimiz şeyin tam tersi yönde hareket ediyor olmak. Ya bunu nasıl yapacağız? Hizmet ederek!

Neye hizmet ederek?

İnsana hizmet, meleklerin dahi önünde secde ettiği insana hizmet. Din, bize hizmet için var. Biz de doğruluğa, güzelliğe, tamlığa hizmet için varız. Bunun da en güzide meyvesi insandır ve böylece kendini gerçekleştirir. Tabii Allah’a hizmet çok güzel tınlıyor ama hakikatte Allah’ın bir hizmete ihtiyacı yok. 

“KENDİMİZİ BİLDİĞİMİZ ZAMAN BÜTÜN YARADILIŞIN SIRRINA ERMİŞ OLUYORUZ”

Kitabınızda da buna değinmişsiniz, “Benim tanıdığım Allah’ın hizmete ihtiyacı yoktur” yazmışsınız. Bunun manasını tam olarak açıklar mısınız?  

En yüksek değer olduğunu buradan anlarız hizmetin. Allah hizmet görmez, ihtiyacı da yoktur ve lütfen hizmet eder. Yaratmakla zaten hizmet ediyor. Bize yaşamı tatma imkânı vermek kadar büyük bir hizmet olabilir mi? Bir gönül uyandırmak, birini mutlu etmek, birini varlığına açmak hizmetlerin en büyüğü, manevi bir hizmet bu. İnsanı kâmiller de bu hizmete vesile olmaya çalışırlar zaten. Allah hep hizmet etmede, bu O’nun yüceliği, bir hadis var, “Veren el, alan elden üstündür,” der, O hep vermede. Bizse hep muhtacız, el açıyoruz. Verileni hayra kullanmak da rızası. Bir de O’nun bilinmekliğini istemesi var, buna ihtiyacı yok ama yaradılışın doğasında bilmek ve bilinmek var. Nitekim hadis var, “Ben gizli bir hazineydim, bilinmekliğimi istedim”, “Kün feyekün, Ol der ve olur.” İşte o bilme irfanla olanı, üst noktada bir mertebe. İrfanın ilimden farkı deneyimle, yaşanmışlıkla açığa çıkması. Yaşam ve bizim tüm deneyimlerimiz aslında bilme adına. İlim artı aşk da derler irfan için…

Neyi bilmek? Ben bunu çok sorguluyorum. Kendimizi bilmek diyoruz ya, kitabınızda da yazmışsınız. Kendini bilmek ne demek? Nasıl anlayacağız kendimizi bildiğimizi? Kendimizi bildiğimizde ne olacak?

Kendimizi bildiğimiz zaman bütün yaradılışın sırrına ermiş oluyoruz. O bilinmekliğini istediyse, biz de bu bilişi kendi -ödünç- gayretimizi katarak Allah’ın lütfuyla başarırsak o zaman zaten bütün varoluşun hizmet ettiği şeye biz de hizmet ediyor olup Allah’ın bu yaradılışında O’nun sıfatlarıyla sıfatlanmaya başlıyoruz. Bu bilinci kendimizde uyandırdığımız zaman, işte o sıfat ve isimlerin bizdeki yansımaları, bizim kendimizi bilmemiz ve yansıtanın yansıyanı bilmesi oranında Yaratıcı’yı da bilmemiz, irfana, marifete ulaşmamız, aşk ile ilimi bir arada yaşamamız, deneyimle varoluşu üstümüze bir kıyafet gibi giymemiz mevzubahis. Kimi zaman kaybolmuş insanların bu hayatta onca gayret edip çok aza ulaşabilmesi aslında ne için gayret ettiğini bilmiyor olmaktan kaynaklanıyor en başta. Siz bir istikamet tutturmazsanız, oradan oraya koşarsınız. Yine 10 km koşarsınız ama kendi çevrenizde dönersiniz. Hiçbir yere varamayabilirsiniz. Ama bir istikamete doğru koşarsanız yaklaşırsınız. O zaman bir istikamet belirlemek lazım.

Nasıl belirleyeceğiz?

Onu anlatmaya çalışıyorum, bir referans noktası bulmamız lazım. Kendimiz miyiz referans noktası? “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyen Descartes’ın moderniteyi oluşturan düşüncesi midir esas olan? Onun vardığı yeri gördük, şimdi post-modernite ve post-truth var. İnsanın, merkezi temsilci -sözde- makama duyduğu isyan Allah’a ve dinine isyana dönüşünce bu olması gereken yerden, merkezden Allah’ı ve Allah inancını çıkarıp yerine kendimizi koymamızla sonuçlandı. İşte bu da enaniyetin en büyük zaferlerinden biri oldu. Şimdi de vaziyet artık post-moderniteyle insanın bile o merkezi, hakikati bilme açısından dolduramayacağı, keza bütün bilgiye vakıf olamayacağı, dolayısıyla insanın yerine merkeze artık yapay zekayı koyacağı bir yere geldi. Çünkü daha fazla bilgi depoluyor ve onun algoritmaları çok daha iyi çalışıyor. Big Data deniyor buna. Bu sürekli gelişiyor ve biz de bu sistemi besliyoruz, Dataizmi. İleride de “Düşünüyorum, öyleyse varım” yerine, “Düşünüyorsun da senin düşüncen de kapasiten de kısıtlı. Bugün yapay zekâ daha iyi düşünüyor. Dolayısıyla bugün o düşünüyor, demek ki var. Sen de onun çeperinde dolaşan bir uydu ya da hizmetkarı olacaksın bunun” denilirse ne yapacağız? Buraya doğru gidiliyor. İnsanın değersizleşmesi, hem kâinattan kopuklaşması söz konusu. Bir köşe taşını yerinden oynattığınız zaman yapı yavaş yavaş çökmeye başlar ya, o yüzden bizim bir an evvel istikamet ve merkez olarak o Rabbani düşünceyi yani Hakk’tan gelen hakikati, Allah’ı tekrar merkeze almamız lazım. Bu olmadığı sürece ne için gayret ettiğimizi bilmeden gayret edeceğiz. Patinaja düşeceğiz.

Bunun için ne yapmamız lazım?

Tek başına kolay bir şey değil, yardımlaşmamız lazım. Nasıl ki zengin fakire yardım ederse daha müreffeh bir dünya olur. Zenginlik sadece madde de değil ki; kimimiz kimimize göre daha zeki, daha ilim sahibi, maneviyata daha fazla zaman ayırmış, yaşamış, bazı şeyleri de tatmış kişiler. O zaman manevi zenginliğe ulaşan da o zenginliği paylaşacak. Zekatını verecek bunun. Yardım ederek, o tadı başkasına tattırarak. Sen bir aynaysan eğer, sen nurlandıysan aynandan o nur yansıyacak. Başkasının aynasına da yansıyacak. Yansıdığı yerdeki karanlığı da silecek. Bunu kendine saklayamazsın, senin değil zaten ödünç bu: Allah’ın nuru. Nefsin en bayıldığı şey kendini merkeze koyduğu için hizmet görmektir. Sen bunu tersine çevirip hizmet görmeyi hizmet etmeye döndüremezsen yerinde sayarsın. Ve kendi içine çöken kara delik gibi olursun. Oysa sen bildiğinle amel edersen Allah bilmediklerini de öğretir sana. Bir yerden başlamak, ilerlemeye de açık kalmak lazım.

Musa Dede'nin Mümkün Çizimi

Musa Dede’nin Özel Mümkün Çizimi

Günümüzde kendini hizmet vermeye adadığın zaman eziliyorsun…

İyi de sen hizmeti Allah rızası için değil, çıkar için yapıyorsun o zaman. O insandan karşılık bekliyorsun, dünyada dünyadan karşılık bekliyorsun. Şimdi biz yaşıyoruz, yaşam hakkı diyoruz ama yaşıyor muyuz hakikaten? Yaşam bu mudur yoksa Allah’ın bildirdiği gibi gerçek yaşam ahiret yaşamı mıdır? Doğrusu, kendiyle beraber olanlara O iki cihan da kâfi gelir.

İstikametimizi inanç olarak almalıyız o zaman?

İnanç oraya götüren vasıta, istikametimiz de Allah’ın Cemali, Hakk. Ve bu ancak kalben yaşanan bir şey. Bunu ispat et dediğin zaman, soyut. Ama sen sadece maddi göstergelerle çalışan bir şeysen hayvandan ne farkın kaldı? Biz soyutlama marifeti olan bir varlığız. Kalbimiz, ruhumuz var, onun algısı var. Bu ince değerleri, bu rafine değerleri yadsırsak, sadece kendimizi maddiyatçı bir şekilde maddeye indirgersek maddenin başı sonu belli: topraktan geldik toprağa gideceğiz, ya ruh ne olacak? Ruhu beslemeyince varlığın tamama erdiğinde ruh da bedeninin başında onun yasını tutacak. Kendi doğası olan o yükselmeyi ahiret gününe kadar yaşayamayacak. Orada da hesaba çekilecek. Güzel şeyler söyleme taraftarıyım her zaman ve o mümkünün aydına bakan tarafını kendi yaşadığım kadar paylaşma taraftarıyım. Ama korku ve aşkın bir bütün olduğunu da düşünenlerdenim, kitapta “Korkuyu korkuyla alt et” diye bir yazım da var. Bu ikisi birlenmeden, iyi ve kötü yerli yerine konulmadan ve umut verildiği kadar aksi taktirde neler olabileceği de anlatılmadan bu iş olmuyor. Onun için işin nahoş taraflarını da söylerken buna karşın bir tövbe kadar, bir niyet kadar, kalpten samimi ufak bir hareket kadar da iyiliğe ve güzelliğe yakın olduğumuzu beraber anlatmamız lazım.

TASAVVUF ÖĞRETİSİ HER ÇAĞA CEVAP VERECEK KATMANLI BİR ÖĞRETİ

Kitabınızın adı “Mümkün”. Ve siz kitabınızda mümkün kelimesi kuantum fiziğine bir selam niteliğinde tanımlanıyor. “Her şey mümkün” fikrinden yola çıkarak mı kuantum fiziğine bir selam olduğunu düşünüyorsunuz?

Kuantuma göre madde, zaman aslında kuantum düzlemde, belirmişlik ve belirmemişlik döngüselliğindeki olasılık alanlarının etkileşimiyle ortaya çıkan olgular. Kuantum alanda titreşen varlıklarız, varlık ile yokluk arasında. Bu da aslında algılayanın da algısına göre değişiklik gösteriyor. Ve kuantum kuramcıları olasılık alanları olduğumuzu, o olasılıkların birbiriyle etkileşiminden maddenin ve bu maddenin o olasılıklardaki seyrini belirleyecek zamanın, işte bu olasılık alanlarının etkileşiminden ortaya çıktığını savlıyorlar. Tasavvuf da böyle savlıyor. Yüzlerce yıl önce kendi diliyle bunlardan bahseden İbni-Arabi Hazretleri çağdaş fizik terminolojisine bugün vakıf olsaydı aynen kuantum fiziğini anlatıyor olacaktı. Bugün yaşasaydı, kuantum, kuark, olasılık alanları, tafra yani zamanda sıçrama, varlığın bir an var, bir an yok oluşunu anlatmış olacaktı. Zaten görecelilikle ilgili de böyle. Aslında Tasavvuf öğretisi her çağa cevap verecek katmanlı bir öğreti. Newton fiziğinden, Einstein fiziğine oradan da şimdi kuantum fiziğine evrilen bir fizik bilgimiz var. Tasavvufta da şeriattan hakikate kadar irdelenen bir yelpaze içerisinde hakikatin türlü ifadeleri mümkün. Siz bir şeyi şeriat düzleminde izah ettiğiniz zaman karşınızdaki kişinin algısına göre Newton fiziğine denk gelir şekilde izah ediyorsunuz. Tarikat düzleminde anlatmaya başladığınız zaman artık görecelik kuramı içerisinde laf etmeye başlıyorsunuz. Hakikat düzlemine dair ucundan bir şeyler söyleme imkânı doğduğunda o zaman belki hepsi yanında kuantum düzlemi ve ötesine dair bir şeyler söylüyor oluyorsunuz.

Nefsimizin benlik hastalığından bahsediyorsunuz kitabınızda, bu kibir mi?

Kibrin de kökünde enaniyet yani benlik iddiası ve bencillik var. Kibir de bunun ilk ortaya çıkan olumsuz yönü. Aslında bunlar da mecazi. Var olan güzelliklerin perdelenmesiyle bunlar isimleniyorlar. Aslında cimrilik diye bir şey yok. Cimrilik cömertliğin olmayışının hali, kibir tevazunun olmayışının isimlenmesi. Perdelenme. Bizler de bu sıfatlarla titreştiğimiz zaman örtüyoruz aslımızın üstünü. Nurla aramıza perdeler koyuyoruz. Bunlar bir yerde bu perdelerin isimleri. Bu perdeleri teker teker kaldırmadıkça ışığa gark olamıyoruz. Her yerde her zaman var olan bir varlığın, Allah’ın varoluşu, yokluğu imkânsız kılıyor, mutlak yokluk yok ve Allah’ın vasıflarına baktığımızda O’nda güzel vasıflar görüyoruz. O zaman bu olumsuz hasletler de veya yokluk da aslında varlığın perdelenmiş hali. Zulmet karanlığı Allah’a olan uzaklıktır, uzak olmak zulüm, onun için yakınlaşmak lazım. İşte bunun yolu hizmetten geçiyor. Sen eşrefi mahlukatsın dedik ya, şerifisin yani yaratılmışların. Zorba bir şerif misin, elinde silahla oraya buraya ateş mi açıyorsun yoksa herkesin hakkını gözetmeyi, herkese kucak açmayı, herkese yardım ediyor olmayı mı anlıyorsun? Eğer böyle anlamazsan eşrefi mahlukat değilsin, zorbasın, karanlıkta.

İNSAN BAZEN DE EZİK İLAH OLARAK MERKEZDE KALMAYA ÇALIŞIYOR

İnsanların bazıları eşrefi mahlukat olmayı her şeyin sahibi olmak olarak anlıyor ne yazık ki!

Hakikati değiştirmiyor bu, bu anlayıştan ancak kibir çıkıyor. Doğru anlamamız lazım, hakikati bilene, anlayana kadar zanlarımızla hareket ediyoruz maalesef. Madem gerçek yok ortada bizim için, zannederek yaşıyoruz, o durumdan, zanlardan geçene kadar dinimiz diyor ki bari hüsnü zanla bak, olayların iyi tarafını gör. Zira kirli gözlüğü temizlemez yahut değiştirmezsek her yerde kusur göreceğiz. Sen kendine bak önce. Neden o imkana, o mümkünlüğe açılmıyorsun. Kibrin elvermiyor. Keza insanın kendini merkeze koymasının tek yönü, tek açılımı büyüklenmek değil. Bazen de kendini merkeze koyup acındırarak, “ezik ilah” olarak o merkezde kalmaya çalışıyor insan. Ancak gücü buna yetiyor.

Ezik ilah?

Her şey benim başıma geliyor. “Ben”; yine merkezde. Bu merkezden kendinizi çıkarmazsanız ister “en önemlisi benim” deyin, ister “ben en küçüğüm, zavallıyım”, ister başka bir şey. O “ben” var ya o “ben”, problem orada. Hayat kötü, ben de kurbanım. 

Bir tek o iyi!

İyi olmasam da kurbanım. Kötülük de yaptım ama başka şeyler kötü olduğu için mecbur kaldım. Her şeye kılıf uydurur nefsi emmaremiz.

“Ezik ilah” benim şu ana kadar duyduğum en güzel tanımlama…

Estağfirullah, benim Fidan kardeşime aittir bu tanımlama. Ben de ondan ödünç aldım. Malumunuz, ilim müminin yitik malı, bulduğunda almalı. Konuya dönersek, yani merkezden kendimizi çıkarmanın yolunu bulmamız lazım. Bunun için diğerkamlık önemli, aşk bunun için önemli. Aşk insanı kendinden çok artık başkasını düşünmeye iten, dönüştüren bir his. Sevmemiz lazım. Sevecek bir şey bulmamız lazım. Mecnuna sen kimsin diye sorduklarında, baştan aşağı Leylayım demiş, bu da var. Leyla’dan Mevla’ya gidiş, ama zor. Fakir, yaşadığım kadarıyla Tasavvuf penceresinden konuşabilirim, bir mürşidi kâmil bulun derim, Allah’ı bulun derim, menzile varmayı kolaylaştırmak için yolda rehber olası Mürşid’e tabi olun derim.

VARLIĞIN SAHİBİNİ MUHATAP KILMALI

Mürşit nedir?

Bir sürü şey söylenebilir. Aslında şudur; hayatta en sevdiğiniz şey, en değer verdiğiniz şey ve hayatınızın merkezine koyduğunuz şey mürşidinizdir. Siz kendinizi koyuyorsanız, sizin mürşidiniz nefsinizdir. Eğer çocuğunuzu her şeyden çok seviyorsanız, mürşidiniz çocuğunuzdur. En çok sevdiğinizdir, en çok saygı duyduğunuzdur, en çok fedakârlık edeceğinizdir. Aslında Mürşit, Allah’ın güzel isimlerinden bir tanesidir. Siz mürşidinizi Hakikat olan Mürşit kılmazsanız o zaman neyi seviyorsunuz, parayı mı seviyor önemsiyorsunuz. Sizin en büyük mürşidiniz para olur. Ve mürşit nereye varmışsa talebesini ancak oraya kadar götürebilir, rehberlik edebilir. Para nereye kadar giderse, siz de oraya gidersiniz o mürşidin peşinden, toprağa.

O zaman insan çocuğunu da mürşit yapmamalı?

Varlığın sahibini muhatap kılmalı. Siz manayı maddenin daha latif bir hali olarak kabul etmiyorsanız zaten madde dünyasında hapis kalacaksınız. Ruhun varlığının, maddenin, bedenin varlığının üzerinde olduğunu algılamak lazım ki bedene baktığımız kadar ruha bakalım onu da besleyelim.

Nasıl besleyeceğiz?

Aşkla muhabbetle besleyeceğiz. Hepimizin mürşidi var, çocuğumuz olsa keşke, buna da şükür. En azından kendi bencilliğinden çıktın, diğergamlık başladı bari. Ama çocuğunu da anne kendinin uzantısı olarak görür o ayrı. Her fedakârlık muhakkak Allah katında karşılık bulmaktadır. Çünkü Allah, Rahman ve Rahim sıfatlarının sahibi olduğu için sen de bu merhamet sıfatlarıyla titreşmeye başladığın zaman açılım olur, idrakler gelmeye başlar. Mürşidin doğru değilse bile en azından kendi merkezinden çıkıp biraz fedakârlık, biraz vericilik, biraz bir şeylere güzellik katmak gibi gayretlere geldiğin zaman, O başka kapılar açar ve durmaz ilerlersen tekâmül edersin. Merkezdeki mürşidin çocuğunsa ona hizmet ettikçe gönlün açılır, gönlün açıldıkça içeriye Allah’ın nuru girer, o da aydınlatır ve o zaman o çocuğunun arkasındaki varlığı fark edersin. Çocuğunun da varlığını borçlu olduğu Allah’ı sevmeye, hissetmeye başlarsın, mürşidin yavaş yavaş Allah olmaya başlar. Lakin bir yerden başlamak lazım, sevmek lazım.

Siz kitabınızda Tasavvuf eğitiminden de bahsediyorsunuz. Tasavvuf bana Mevlâna zamanında kalmış gibi daha nostaljik geliyor. Günümüzde herhangi biri Tasavvuf eğitimi alabilir mi?

Sufiler ve inananlar ölü sevici değildir, ölü ölüdür. Mevlâna Hazretleri ve bütün gerçek Sufiler tarihte bildiğimiz, sevdiğimiz, Yunus Emre Hazretleri, Hacı Bektaşi Veli Hazretleri ölü değillerdir bizim için. Diriler. Kur’an ayeti var “Siz Allah yolunda şehit olanlara öldüler demeyin, onlar hayydırlar,” der mealen. Hayy diri demek. Çünkü ölen cisimdir. Yunus Emre Hazretleri buyuruyor ya “Aşıklar ölmez, ölen hayvan imiş,” kendisi için söylüyor, hayvani taraf, cismani bedeni kastediyor. O ölür toprağa gider. Ama ruhuna uyanmış, açılmış bir insan artık ruhuyla varlık kesbetmiştir. Ruh da ölümsüzdür, yaşsızdır, cinsiyetsizdir, hayydır. O zaman diriyse bugün de diri. Hazreti Mevlâna ve hepsi. Demek ki Tasavvuf eskide kalmış bir şey değilmiş, onlar da diri, öğretileri de diri. Sadece o kadar da değil, Hz. Yunus’un Hz. Mevlana’ya söylediği rivayet edilen “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm yazsaydın, koskoca Mesnevi’yi yazana kadar yeterdi” cümlesi bile öze dair diriliğin bir kanıtı. Nur-u Muhammed diri ve hep diri kalacak. Mevlâna diye bir tarihte gözüktü, Yunus diye bir tarihte gözüktü, Muhyiddin İbni Arabi olarak bir tarihte gözüktü, Nasreddin Hoca diye başka bir tarihte gözüktü. Gözüktü de gözüktü. Bugün de gözüküyor. Bugün de yok mu güzel insanlar, insanı kamiller. Bugün de Tasavvufun ilkeleri ve ruhu madem diriyse yolu da diri demektir. Ama sadece zaman gereği farklılaşmış, kurumsallığı değişmiş, tekke ve zaviyelerde yaşanan bir kültür iken bugün halkın içinde Hakk’la olma daha ağır basmış. Ama o tekke ve zaviyeler var, yok değil, sadece tam o çağlardaki etkinliklerinde değiller artık.

Tekke nedir, dergâh nedir, zaviye nedir?  Bizim algılarımızdaki kavramların ötesinde bir şey söyleyeceğim, dergâh, tekke bir mürşidi kâmil neresiyse orasıdır. Daha da incesine gidelim, esas mekân kalptir. Siz kalbinize bir Allah dostunu buyur ettiyseniz orası dergâh olur. Yani dergahlar mana bakımından ölmezler. Aşkın, muhabbetin, Allah dostlarının olduğu yerde dergâh vardır. Ama bugün faklıdır bunların görünümü, Allah yolunda bu gayret içerisinde insanlar varsa Tasavvuf vardır, eğitimi de vardır. Mevlâna Hazretleri de “Yeni günle yeni şeyler söylemek lazım cancağızım,” demiyor mu? İcat çıkaralım manasında değil çağın gerekleri manasında.

Kitabınız, bakış açınız ve diliniz çok hoşuma gitti, insanın içine ferahlık veriyor okurken. Yıllar sonra bizim zamanımızda Tasavvufla ilgili neler yazılmış, Tasavvuf nasıl yaşanmış diye merak edenler açıp okuyabilirler rahatlıkla. Öyle hissettim okurken.

Temennileriniz inşallah bir dua olarak Allah katında kabul görsün. Bunlar benim evladım, ikinci kitabım bu. Başında, “Hayır işe gücenerek, ibadete üşenerek yol almaya çalışıyoruz” diyordu ya kitapta. Kendimi çokça noksan görüyorum ama Allah’ın lütuflarını bunların üstünde görüyorum hamdolsun. Bir gayret içindeyiz. Tasavvuf da hal ilmidir, kal(kelam) ilmi değildir aslında. Biz kelimelere döktük, kelimelerle bir kitap vücuda geldi. Buradan o kelimeleri sarf edenin yaşadığı hal biraz sızıyorsa ne mutlu bana. O halin geçmesi önemli. İşte bu gayret içerisinde bir hizmet diye bahsedip duruyorum ama, muhakkak ki aç birini doyurmadan önce, al şu kitabı oku demek ona zulmü artırmaktan başka bir şey değil. İnsanlar öncelikle aç ve muhtaçlara yardım ediyor olmalı kabınca. Ancak bunun üzerine bina edilir daha güzel düşünceler, daha latif hisler, ilim, muhabbet.

Fakir, Musa Dede mahlası verildikten sonra, “Musa’nın asası olurmuş, asam nedir?” diye düşündüm ve kalem olduğunu fark ettim. Hizmet yolumun da buradan geçtiğini anlayıp bunu bir yol bildim. Dediğiniz kıymetli, ben de düşündüm çünkü benim bir çocuğum yok, maddi imkanlarım yüzyıllarca ayakta duracak okul, hastane, cami bina edip de hayır duası alacak bir şey yapmaya imkân vermedi. Ama amel defterinin kapanmayacağı üç şeyden bir tanesi olarak faydalı kitapların, hikmetli yazıların insanlar nezdinde devam edip, okundukça hayır duası almak olduğundan bahsediliyor. Diğeri sana dua edecek hayırlı evlatlar yetiştirmek, bir diğeri de insanların hizmetine mekanlar yapıyor olmak. Sevabını ölsen de devam ettireceği söylenen üç tane şey olarak zikredilmiş bunlar. Fakir de bu yönde acizane bir adım daha atmış oldum inşallah. Kendi yolumun gereği ustamdan aldığımın zekâtını vermek, Musa adının da asa olarak kalemi göstermesi üzere ben de bu yazıları vücuda getirmeye gayret ettim. Allah’a sığınıyorum varsa hatalarım, kusurlarım. Yansıyan güzellikler mürşidimin, yolumun, kusurlar ise nefsimindir.

Kitabınız Mümkün’de bir taş hikayeniz var, taş sizin için bir işaret. Ustanızla tanışacağınızı öğrendikten sonra ona bir hediye götürmek istiyorsunuz ve bir taş buluyorsunuz yerde… Ben çok etkilendim bu hikâyeden. Taşın manasına nasıl vardınız?

Allah lütfu keremiyle yaşatıyor bunları ve hayretler içerisinde seyrediyorum fakir de. Bunlar bilinçli kurgulanmış şeyler olmadı. Yazıda bahsettiğim bu taş mevzusu, yerde bulduğum bir güzel taşı saklayacakken, gönlümden gelip de -misal olarak- o taşı atıp, ondan vazgeçip, vazgeçtiğin şeyin sana daha güzeliyle dönebileceğine işaret eden bir yolculuk hikayesi. Ala ata, bir başka daha güzel taşa dönüşe dönüşe aslında hep aynı taş, bir noktada ustaya ulaşıyor. Ve usta “Evladım her hediye biraz da getireni anlatır bana” diyor. Orada o taşın bendeki en önemli kırılması yaşanıyor mana olarak ve nihayet anlıyorum ki o taş ben’im. O benim taşlaşmış kalbim. Ve ustaya o dönüşüm taşını gerçek dönüşümünü yaşaması için hediye etmemle, benim manevi yolculuğum başlıyor ve o taşı kıra kıra -koca kaya gibi düşünün- şekillendirip, yumuşatıp, hisseden, seven bir kalbe dönüştürme mücadelem de böylece başlamış oluyor. Tüm vesilelerine teşekkür ediyor, Rabbim hep birlikte tamamına eriştirsin diliyorum!

 

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Sinem Gündem
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünden mezun oldu. 22 yıldan bu yana televizyonların haber merkezlerinde çalıştı, haber programları çekti. En büyük tutkusu yazmak ve soru sormak.