Masalların çocukluğumuzu şenlendiren, uykuya geçmemizi sağlayan renkli dünyalarının yıllar sonra karşıma semboller, bilinçdışı ve arketipler olarak çıkacağını hiç düşünmemiştim. Masallarla içsel yolculuk çemberleri kuran Damla Çeliktaban’a Clarissa Estes’in eğitimlerini aldıktan sonra açılan yolu ve yeni kitabı “Beni Büyüten Kadınlar”ı sordum.
“Beni Büyüten Kadınlar” Damla Çeliktaban’ın ilk kitabı. Ben de onu kitap sayesinde tanıdım. Yaşam yolunda etkilendiği kadın yazarları, yaşadığı erken kayıpları, anneliğini ve kendini arama yolculuğunu anlattığı her satır bana çok dokunaklı geldi, düşünceleri de bir o kadar içten ve gerçekçi. Kendimizden çıkıp birinin hayat, ölüm ve yaşamdaki birtakım farkındalıklardan bahsetmesi ve üstüne üstlük merak ettirmesi çok da kolay değil. Onu büyüten kadınları ve yıllardır yaptığı masallarla içsel yolculuk çemberlerini ondan dinlemek istedim. Yakında yeni eğitimler de açıyor. Masalların içimize nasıl yerleştiğini ve masallardaki sembollerin tohumlarının günü geldiğinde nasıl yeşermeye başladığını görmek için @damlache hesabından takipte kalın derim.
Masallar insanları nasıl dönüştürüyor?
Masal zihne değil, ruha hitap ediyor. Bizim en büyük sıkıntılarımızdan biri bütün yaşantımızı zihinsel süreçler üzerinden yaşamak. Bilinçaltına atılan bir tohum masal. O semboller içine yerleşiyor ve vakti geldiğinde buluyorsun onu.
Sen masallarla içsel yolculuk olarak adlandırdığın bir eğitim veriyorsun. Nasıl değişimler oluyor bu eğitimle? Sen buraya nasıl vardın?
Buraya şans eseri vardım. “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabının yazarı Clarissa’ya gidince. Bu ülkede Clarissa’ya giden 4-5 tane kadın vardır. Yarısı da arkadaşım. Clarissa senede üç farklı eğitim veriyor. Colorado’nun dağ çölünde bir ruhsal topluluk tarafından yönetilen bir retreat center orası. Birkaç farklı konuda eğitim veriyor ve sabah 9’dan akşam 9’a kadar konuşuyor kadın. 75 yaşında kadın yapıyor bunu. Oradan da dönünce insanlar merak etti. “Neydi, nasıldı, Mavi Sakal’ı anlamıyorum, anlatsana sana öğretmiştir?” gibi geri dönüşler alınca önce yakın arkadaşlarıma anlattım, sonra onların yakın arkadaşlarına anlattım. Sonra tanımadığım insanlardan talep gelmeye başladı, onlara da anlattım. Çok da vaktimi harcadığım için paralı bir eğitime dönüştü en sonunda. Evimde anlatıyordum pandemiden önce. 25 kişi alabiliyor benim salonum. Her gelen bir daha gelmek istiyordu. “O masalı da anlat, öteki masalı da anlat” diye diye ilerledi. Bu 20 kişi başlayan şey pandemiyle oldu 200 kişi. Çünkü mesafe kalktı aradan. Her gelene baştan anlatmak da bir yerden sonra sıkıcı gelmeye başladı. Sonra bunu program şeklinde yapmaya başladım. İki haftada bir buluşacağımız, 10 masal çalışacağımız 20 haftalık bir program. Böylece bu sadece benim yaptığım bir şey olmaktan çıktı. Bu konuda algı oluşmaya başladı. Sembol dünyası hakkında fikir sahibi olmaya başladı insanlar.
“YALANCI BİR MASALCIYI KİMSE DİNLEMEZ”
Bu yolculuğu yapanlarda ne değişiyor?
Herkeste aynı şeyler değil çünkü herkesin ihtiyacı farklı. Ama birkaç tane ortak nokta var. Biz kendini çok yalnız hisseden insanlarız, bir dert sadece bizim derdimiz zannediyoruz. Birçok konuda böyle. Oysaki dünya olalı beli insanlar kardeşleriyle kavga etmişler ya da kocaları tarafından adatılmışlar ya da ana babalarının hoşuna gitmek için hayallerinden vazgeçmişler. İçine azıcık baktığın her insandan “Benim hikayem budur” çıkıyor. Ve biz hikayeler üzerine bir yaşam kuruyoruz. Masalların en büyük hediyesi yalnız olmadığın hissi. İkincisi arketipleri anlamak. Jung çok güzel anlatıyor bunu, insan kendini benliğinin kralı zanneder ama bu öyle bir kraldır ki yönettiğini sandığın ülkenin sınırları, şartları, içinde kaç kişinin yaşadığı hakkında vatandaşının niteliksel ve niceliksel özellikleri hakkında hiçbir fikri yoktur. Çünkü bu genişlemekte ve daralmakta olan ve bunu sonsuza kadar sürdüren bir yapıdır. Sen böyle bir yapının kralı olduğunu düşünerek ancak komik bir kral olursun, diyor. Yapabileceğin en makul şey bir köşede durup burası benim sorumluluğum olan köşe; sağım solum, önüm, arkam… Ötesi hakkında da hiçbir fikrim yok demek ve bilmediğini kabul etmektir diyor.
Hem kişisel hem de kolektif bir bilinçdışının içinde yaşıyoruz. Masallar ve arketipleri ve sembolleri anlamak bunlar hakkında bize bilgi veriyor. Ve bilgin olan şeyle özdeşleşmeme hakkına sahip oluyorsun. İçinde çok öfkeli bir tip var ve belli durumlarda ortaya çıkıyor bu ama sen bundan ibaret değilsin kendini bundan ibaret sanan insanları görüyoruz, onu doğradı, bunu biçti! Bu duygusuyla arasına mesafe koyamayan insanın hali.
Masallarla çalışınca bu durum değişiyor mu?
Masalları çalışmak bize “Sende bunlar var hatta dahası da var ama sen bunlardan ibaret değilsin sen bunların gözlemcisi olabilirsin”i öğretiyor. Masallar insan olalı beri var. Kitaplar yokken de masallar da vardı. Birinden dinlediğinde bu başka bir şey. Çünkü masal organiktir. Bir kitabı okuduğunda aynı kelimelerle okursun bir masal asla aynı kelimelerle anlatılmaz. Herkes kendi gibi anlatır. Anlatıcının hali masalda belirleyicidir. Ben o sıralar hayatımın zor bir yerinden geçiyorsam neşeli bir masal anlatamam. Benim hakikiliğimden çıkması gerek, yalancı bir masalcıyı kimse dinlemez. İnsanın kendi kırılganlığını ortaya koyabilmesi bile ki masallarda biz bunu çok yapıyoruz. Masallar insan olan yerlerimizi ağrıtıyorlar. Orada bir yara varsa ve sen oraya dönüp bakmama üzerine programlandıysan, masal tam tersini yapıyor “Bak burada yara var, kaşınıyor” diyor. Orada birkaç kişi kaşınan yerini ortaya koyunca herkes kendi yarasını görüyor, “Bende de var o zaman biz yoldaş olalım” diyor insanlar.
“ŞU HAYATTA ADINI BİLDİĞİN HİÇBİR ŞEY TARAFINDAN YÖNETİLEMİYORSUN”
Külkedisinden bahsetmişsin kitabında. Ben o masalı “fedakârlık yapan mutlaka karşılığını alır” olarak okumuşum ama sen o kadar güzel bir yerden bakmışsın ki! Ne zaman ki Külkedisi başkaldırıyor, yaşamak istiyor, bir eylemde bulunmasa da aklından geçiriyor, tekrar bir prensese dönüşüyor. Kendini keşfediyor. Külkedisi’ni benim gibi yanlış anlayan kadınlar çoğunlukta mıdır sence?
Bununla ilgili bir tanecik bir ipucu var, masaldaki her karakter sensin. Yanlış anladığımız kısım prensin başkası sanılması, üvey annenin başkası sanılması. Bunlar bize dışarıdan zulmedenler değil, bunlar bizim iç yapılarımız. Sen kendi kendine üvey annelik ediyorsun. Kendini küllere layık görüyorsun. Sonra bir gün diyorsun ki “Ben artık çıkayım bu küllerden”, işte o zaman sen içindeki o yakışıklı, sağlıklı eril parçayla tanışıyorsun; “Hieros Gamos” deniyor buna, kutsal evlilik… Jung’a göre ve hatta bütün kadim bilgeliğe göre kadının içinde eril, erkeğin içinde dişil parçalar var. Sen önce bunları bir evlendir, sen önce layık gör kendini o prense. Masalın şifası biraz böyle. Çünkü biz bilinçdışı tarafından yönetilen varlıklarız. İnsan beyninin yüzde 10’unu kullanıyormuş denir ya bu aslında bu demek. Senin beynin full kapasite çalışıyor. Bilincinle bildiğin kısmı, bilinçdışından çok daha küçük. Biz masallarla bilinçdışı malzemeyi bilince getirmek üzerine çalışıyoruz. Külkedisi bir örnek, Mavi Sakal bir örnek. Buradaki tipolojiler senin içinde varsa eğer bunların tek tek adını koymak çok önemli. Şu hayatta adını bildiğin hiçbir şey tarafından yönetilemiyorsun. Ama neyin adını bilmiyorsan o gelip patronun olabiliyor.
“ŞİFALI OLAN DUYULMAK, DİNLENMEK VE GÖRÜLMEK”
Kadın çemberleri çok şey katmış sana, kadın çemberleri nereden çıktı?
Aslında bir tek şey diyebiliriz; kapitalizm. Şehirleşme ve endüstriyel döngülerle yaşamak problemlerimizin ana teması. Çünkü biz artık şehirlerde kat kat evlerde bir kişi, iki kişi, iki yetişkine bir çocuk gibi yapılarla yaşıyoruz. Dünya tarihinde böyle bir şey yok. Kadın çemberi aslında doğal olan. Biz şu an kendi tek başınalığımızla çok zavallı bir yerdeyiz. O yüzden kadınlar depresyonda, lohusalık depresyonları, annelikle başa çıkamayan kadınlar çok artıyor. İnsan bir “sürü” yaratığı; ilişkide var olan, ilişkiden beslenen bir yaratık. Biz öncelikle yaşama ve yerleşme kültürümüzdeki deformasyonla bunu hop bir anda kaybediyoruz bundan iki nesil önce. Bir yetişkin insan hayatının her gününü duygusal ve maddi olarak aynı verimlilikte geçiremez. Bazen çok üzgün olursun yemek yapamaya, çocuğa bakmaya gücün olmaz. Bu kadar kısa süre insanlarda o kadar büyük bir açlığa sebep oldu ki…
Şu anda benim sağımda solumda tanıdığım kendi insanıyla kırsala göçen oralarda mini mini komünler yaratmaya çalışan birçok insan var. Bu 40 yıllık boşluk hızla kapanacak gibi geliyor bana.
“ÇEMBER DİKKATLE DİNLEME ALANIDIR”
İnsanlar neden burada şifa arıyor. Çemberin şifası nedir?
Gündelik hayatı paylaşmanın ötesinde çember dikkatle dinleme alanıdır. İnsan dikkatiyle dağları yerinden oynatabilir. Çemberde biri konuşurken kimse telefonuna bakmaz. Biri konuşur; hayatının en büyük derdini anlatıyor olabilir ya da herkesin başına gelebilecek gündelik bir olayı… Kimse ona cevap vermez. Biz orada ona sadece dinleme hediyesi sunarız. Ve bunun içinde piştikçe görüyorum ki şifalı olan duyulmak, dinlenmek ve görülmek. Senin bilmediğin hiçbir şeyi ben sana zaten öğretemiyorum. Ama esas ihtiyaç sana alan tutulması. Onu ortaya atabilmek, kalpten hissedebilmek. Bu çok büyük bir dönüşüme yol açıyor insanlarda. Sonsuz dikkat dağınıklığının çağında, üç kişi toplanıp dördüncü kişiye dikkatini hediye ediyorsa bu başlı başına bir şifa oluyor.
“BİRİLERİNİN BİR ŞEY ÖĞRETMESİ GEREKİYORDU, TEZER ÖZLÜ’DEN BAŞLADIM”
Tezer Özlü, Sevgi Soysal, Ursula K. Le Guin ve Clarissa Estes’ten beni büyüten kadınlar diye bahsediyorsun kitabında -ki adı da “Beni Büyüten Kadınlar” …
Aslında bu benim yazdığım bir yazıydı. Ben aynı zamanda HT Hayat’ın hem yayın direktörü hem de yazarıyım. Bütün işim gücüm içerik üretmek olduğu için bir zaman böyle bir yazı yazmıştım. Çünkü hep meseledir benim hayatımdaki kadın varlığı, yokluğu, eksikliği, tamlığı. Kadınlarla birlikte çalışıyor olmak benim varlığımın mühim konularından biridir. Bundan üç sene önce masal çemberleri düzenlemeye başladığımda çemberi kendi hikayemle açıyor ve ben kimim diye anlatıyordum. İnsan ben kimim diye sorunca türlü türlü yerden anlatabilir.
Bir de insanın kim olduğu hayatının dönemlerine göre de değişebiliyor.
Elbette. 80’lerin başında doğdum. Hep Kadıköy’de yaşadım, büyüdüm. Apartman çocuğuyum ben ve küçük yaşta annemi kaybedince… Öyle sokağa da çıkmıyordum, okul yoğundu. Ve kitap okumak benim için sığınılacak bir yerdi. Kitaplarla aram hep çok iyiydi. Doğuya bakan masmavi bir odam vardı. Orada oturup kitap okurdum ben. Tezer Özlü’yü okurdum çünkü aynı okuldandık. Bizim okuldan geçip de Tezer Özlü’yü bilmeyen kadın yoktur. 14-15 yaşlarındaydım “Çocukluğumun Soğuk Geceleri” bu yaşları anlatır.
Avusturya Lisesi değil mi?
Evet. Orada nasıl yalnız hissettiğini, yeşil kapının, yüksek duvarların arasında iyi bir eğitim almak için nasıl törpülendiğini anlatır. Birilerinin bir şey öğretmesi gerekiyordu, Tezer Özlü’den başladım.
“EJDERHALARIN ÜSTÜNDE GEZEN BİR KADIN SEVGİ SOYSAL”
Üniversite dönemi peki?
Sonra üniversiteye geçtim mini bir şoka girdim. Avusturya Lisesi’nin o elit ortamından çıkıp kendimi Beyazıt’ta bulunca ait olmadığım bir yerdeymişim hissettim. Lisenin verdiğinin ötesinde bir şey veremedi bana üniversite ama okuyacak bol zamanım vardı. O zaman da Sevgi Soysal iyi geldi bana. Onda da beni çeken şey cüretkarlığı ve hayata nanik çeken haliydi. Her şeyi bildiğini ve yönettiğini zanneden adamların aslında ne kadar komik tipler olduğunu Sevgi Soysal’da görürsün. O kurdukları sistemin içerisinde nasıl acınası olduklarını mizahi bir zekayla anlatır. Özel hayatını da çok sevdim. Kaç tane Sevgi olmuş o. Yaşadığı döneme göre çapkın, evleniyor, hapse giriyor, çıkıyor, çocuk doğuruyor. Ejderhaların üstünde gezen bir kadın gibiydi benim için, böyle bir yaşantının hem de bu ülkede mümkün oluşu çok etkileyici.
“URSULA ANA KUCAĞI GİBİ BİR YER”
Sonra da Ursula Le Guin…
En yakın arkadaşımla zevkimizdi bizim. Biz fantezi kurgu okumaya başladık 20’li yaşlarda. Kara ütopya denilen şeyleri okumaya başladık. Bunlar çok ilginçti ama eksik olan bir şeyler de vardı içinde. Bunlar kalbinin ortasına bir bomba atıp biterler, baştan yükseltir sonra da insanlık, aşk, meşk ne varsa öldürür. İnsani olan tek şeyi bitirirler. Onlardan geçip Ursula Le Guin’e vardık. Bir kadının bir şey olmak için başka bir şeyden de vazgeçmemesi gerektiğinin sembolüydü. Sanatla ilgili, yazarlıkla ilgili çok fazla önyargı vardı. Hep bir kalıplara girmek, “ya öyle ya böyle” kalıbına sıkışmak gerekiyor gibi bir anlayış vardı. Ursula Le Guin “hem hem”di. O da olur, bu da olur, bunu da layıkıyla yaparsın, üç tane de çocuk büyütürsün yanında. Feminist, Taoist, hümanist bir yandan da insani kurguları vardı. Robotlar yoktu ortada. Ursula Le Guin çok iyi geldi. Hala da canım çok sıkıldığında “Karanlığın Sol Eline” ya da “Tehanu”ya dönerim. Gerçek ana kucağı gibi bir yer.
“Kurtlarla Koşan Kadınlar” peki?
Ursula Le Guin’i tercih ederim. Çünkü “Kurtlarla Koşan Kadınlar” bir içsel çalışmadır. Dönüp sığınabileceğin bir dünya değildir. Yatacağım kucak değildir orası, orada çok emek var.
Ama Clarissa ile tanışmışsın, hatta eğitimine katılmışsın.
Yanına gidebilme şansı çok güzeldi, çok iyiydi. İnşallah bir daha nasip olur.
“Oradan bambaşka biri olarak döndüm” diye anlatıyorsun.
Evet, öyle oldu. O sene benim için çok büyük dönüşümlerin senesiydi. Giderken de bambaşka biriydim aslında. Hayatımda ilk defa gözümü kapatıp içime bakmaya başladığım zamanlardır. Düzenli meditasyon pratiğine başlamıştım o sene. Sadece gözümü kapatıp 20 dakika sabah akşam meditasyon yapmakta ısrar ederek kendimin hallerinde gezer buldum kendimi. Bence o deneyimin beni ilettiği şekilde ben Clarissa’ya vardım. Meditasyona başlamasaydım Clarissa’ya varamazdım. Varsam da öyle bir deneyimle dönemezdim geri.
“YAŞAMIN ÇAĞRISINI OĞLUM OLUNCA DUYDUM”
Kitabında da bahsettiğin yaşamın çağrısını duymak nedir?
Buna farklı ustalar farklı şeyler söylüyorlar.
Sen nasıl duydun? Clarissa’ya gidince mi?
Ben oğlum olunca duydum bunu. Duygularını kapsayamayınca. Yanımda iki yaşında bir çocuk var. Bir şeye üzülüp ağlıyor fakat ağlamak benim için o kadar garip bir şey ki, ben onun ağlamasına tahammül edemiyorum. Burada bakman gereken bir şey vardı. Damla’yı orada duydum ilk. Küçük çocuklar bütün duyguları dibine kadar yaşarlar. Yetişkin bir insan kendi duygularından kaçmak için türlü yol bulabilir. Hayat da bize bunu çok kolaylıkla sunar. Benim öğrendiğim yol, yöntem de buydu. Büyüdüğüm ailede bizim ağlamamız hoş görülmezdi. “Git odanda ağla”, “Ağlayan çocuk istemiyorum ben” gibi söylemlerle büyüdük biz. Dolayısıyla benim gözyaşım yoktu, öfkem yoktu, yasım yoktu. Cici bir kız olarak yaşadım gitti.
Birçoğumuz böyle büyütüldük aslında.
Ve öğrenmedik, yarım yaşadık. Yüzünün yarısı neşeli, mutlusun cemiyet hayatında ama bir elin, bir ayağınla da bir kapıyı kapalı tutuyorsun sürekli. Burada keder var, üzüntü var, hayal kırıklığı, öfke var. Tamam deyip tek el ve tek bacakla hayat yaşadık. Benim çocuğum bunu benim için imkânsız kıldı. Çünkü çocuk yarım olmaya tahammül edebilen bir yaratık değil. Onun duygularını kapsayamadığımı gördüğüm zaman “Damla senin bir yola girmen lazımı” hissettim.
“En verimli toprağını bul” diyorsun ya. En verimli toprağını insan nasıl buluyor, buna nasıl karar veriyor?
Bana kalırsa bu bir karar değil bir his. Yaratıcılıktan payını düşeni dünyaya vermek diyelim sen aşkla dolma sararsın öyle bir dolma sararsın ki sararken de zevk alırsın yiyen de dört köşe olur. Ya da ben şiir yazarım kimse beğenmez belki ama ben o şiiri yazarken göklere çıkarım yerin dibine inerim odur. Bunları zihinsel süreç olmaktan çıkarıp zevki takip etmeye ihtiyaç var gibi geliyor bana. Aslında sana kötü gelen tüketen şeyleri yaparken de ayağın gitmez, zorlanırsın, yoluna bir sürü engel çıkar. Beden farkındalığının bir tık ötesi olan bitenin farkındalığı sen ısrarla muhasebeci olmak istiyorsan ve eline aldığın hiçbir hesap makinası çalışmıyorsa sen yanlış yoldasın demektir.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.