9299-resim
Bilim

Frekans tıbbı nedir, nasıl çalışır?

Hasta olunca çare aramanın ötesine geçtik, hasta olmadan korunmanın önemini kavradık. Can boğazdan gelir yaklaşımından uzaklaştık, “Ne yersek oyuz” mottosunu başucumuza astık. Hastalıkların sadece fiziksel boyutta olmadığını anladık, duygularımızın bedene etkisine uyandık. Tüm bu gelişmelerin içinde “Frekans Tıbbı” da hayatımıza girdi. Hatta her şey o kadar hızlı gelişti ki muayenehane ortamındaki büyük cihazlardan taşınabilir kişisel cihazlara, yüz yüze uygulamalardan uzaktan çalışmalara geçtik. Ama hala bir yanımız emin olamıyor, acaba böyle bir şey mümkün mü diye düşünmeden edemiyoruz değil mi? 

Radyoloji Uzmanı Doç. Dr. Fahrettin Kılıç’a, frekans tıbbı nedir, nasıl çalışır, bilimsel çalışmalar ne söylüyor, hepsini sordum. Haberler iyi…

Enerjiler, frekanslar, geleneksel yöntemler ve sanki tam karşısında duruyormuş gibi görünen Batı tıbbı… Kafamız epey karışık… Sizin durduğunuz yeri merak ediyorum?

Açıkçası bu, aslında bizim son yüzyılın başından beri aşina olduğumuz bir konu. En azından teknik olarak tanışık olduğumuz bir konu. Yoksa on binlerce yıldan beri, insanlık var olduğu sürece bu kavramlar ismi konmasa dahi var, mevcut. Yani bu aslında, nasıl söyleyeyim, sezgisel bir yetenek, sezgisel bir etkileşimden söz ediyoruz. Bilim insanları bunu frekanslarla gösterebilme ya da taklit edebilme basamaklarında henüz. İnsan vücudunda bu etkileşimleri teknolojik olarak gösterebilmek çok zor, ileri derece fizikçiler dahi bunu saptayabilmek için uğraşıyorlar, yani ilgileri bu yönde. Ama daha çok kendi bireysel yeteneklerini geliştirmek ya da bireysel kullanıma yönelik, ilgileri daha subjektif.

Doç. Dr. Fahrettin Kılıç

Biyoenerji gibi uygulamaları kastediyorsunuz değil mi?

Evet. Sadece düşünceyle biyoenerji etkileşimi yapan da var. Burada enerjiden kastımız aslında ısı enerjisi ya da elektrik enerjisi gibi bir yoğunluk değil. Örnek göstermeye çalışırsak, kablosuz yayının yaptığı bilgi değişimini sunabiliriz. Bu bilgi değişimi aslında biyoenerji kullanıcıları tarafından da yapılıyor ama henüz net gösterebilmiş değiliz.  Öte yandan etkilerini gösterebiliyoruz. Şu anda çok ileri kanser merkezlerinde dahi bunun çalışmaları yapılıyor, yakınlarda yayınlanmış kanser çalışmaları dahi var. Yani bunun varlığı ya da yokluğu değil, nasıl olduğu ya da ne kadar etkin olduğu üzerine uğraş gösteriliyor.  Dean Radin’in şifacı William Bengston ile, ya da MD Anderson Kanser Merkezi’nde şifacı Sean L Harribance ile son iki yıldır gerçekleştirilen araştırmaları örnek gösterebiliriz.

Bilim insanları bu aşamaya geldi diyorsunuz…

Evet, o aşamadayız. Cihazlarla da bunları taklit etmeye çalışıyoruz. Aslında en uygun bilgi gene insandan, varlıktan aldığımız bilgi. Biz bunu taklit etmeye çalıştığımız ve henüz tam anlamıyla başaramadığımız için cihazların yetenekleri daha düşük oluyor. Mesela homeopati de aslında bir enerji tıbbıdır. Orada maddenin kendisini değil, Newton kanunlarına göre olan kendi üç boyutlu varlığını değil, sadece frekans datasını/bilgisini yaşayan başka bir canlıya aktarıyorsunuz. O yüzden bu da enerji tıbbı. Henüz varlığın enerjisini taklit edebilen herhangi bir teknik cihaz yok, sadece kopyalayabiliyor. Biz bunu zaten enerji cihazlarıyla da kullanıyoruz. Yani homeopatik remedyleri hem üretmeyi hem de taklit etmeyi bu cihazlarla becerebiliyoruz ama sıfırdan bilgiyi üretmek imkânsıza yakın. 

Yani o cihazlar insanı taklit ediyor. Bunu mu demek istiyorsunuz?

Herhangi bir varlığı taklit ediyor. Herhangi bir varlığın homeopatik bilgisini kullanabiliyoruz. Şimdi homeopati de çok ayrı bir alem. Şu anda herhangi bir hekime homeopatiyle ilgili bir şeyler söyleseniz hemen olumsuz tepkisi olacaktır. Yani birazcık araştırıp, altyapısının nasıl çalıştığıyla ilgilenen ya da deneyimleyen kişi ancak bunun farkına varıp, “A evet, bu etkin ve çalışıyor ama kullanımı zor” ya da “Çalışıyor ama anahtar kilit uyumunu bulmak zor” şeklinde dile getiriyor.

Sizin buraya gelişinizin hikâyesinden biraz bahsedebilir miyiz?

Tabii… Aslında çok eski değiliz. Eşim, Biyokimya Uzmanı Dr. Elif Kılıç başlamıştı ilk önce. 2014 yılında kendi cilt problemleri vardı, döküntüleri oluyordu, alerjileri vardı.  Çocukluğundan beri çözülememişti. Özellikle yaz ayları bizi çok zorlayan bir süreçti. O böyle bir seçeneğe başvurdu, hatta öğrendiklerini bana da anlatmaya başladı. Ben, “Ya olur mu öyle bir şey, saçmalama” gibi yanıtlar veriyordum. Çünkü hani biz akademisyeniz, sofistike cihazları biliyoruz, onların nasıl çalıştığını görüyoruz, kullanıyoruz. O tarz dalga etkileşimleri bize çok anlamsız geliyordu. Ama daha sonra bunun etkisinin olduğunu, altyapısının hekimler ve akademisyenler tarafından yeterince araştırılmayan bir alan olduğunu görünce, hatta insanı şoke edecek, aklın almadığı etkileşimler olduğunu fark edince araştırmaya başladık tabii. Ben de fiziği çok seven bir insanım. Hani formüller üzerinden olmasa da kavramsal olarak… Kuantum fiziğine ilgi duyan bir insanım, en azından felsefi olarak bununla ilgilenmeye, anlamaya çalışan biriyim. Tüm bu bilgileri birleştirince, hayatın bütün yapıtaşlarının da anlamaya başlıyorsunuz çünkü ezoterik metinlerde de aslında bunlar anlatılıyor. İnsanoğlunun pratik olarak uygulamaya çalıştığı metafizik etkileşimlerde de bunlara ulaşılmaya çalışıyor. Evreni anlama, görülebilen evren ötesini anlamada da bunlar çalışıyor. Bunların hepsi zaten dalga fenomenleri üzerinden çalıştığı için  uygulamaya çalıştığımız bizim fiziksel yöntemlerle de bağdaşıyor ya da bir şekilde oraya da dokunuyor. Yani siz bir elektronik cihazla kişinin duygusal derinliklerini anlayabildiğiniz zaman zaten şaşırıyorsunuz. Gerçekten duyguların ya da ruhsal varlık bilgisinin dahi elektromanyetik alanda depolandığını anlıyorsunuz. Bunları görmek zaten insanın algısını değiştirmeye neden oluyor. Yoksa, fizikle açıklamadığımızda günlük hayatta gördüğümüz herhangi bir  “tesadüf”  ya da farkına vardığımız herhangi birkişisel deneyimden öteye geçmiyor. 

Bizler kavramları da tam anlayamıyoruz belki. Enerji var, frekans var, titreşim var. Bunları bir anlasak bu sistemin nasıl işlediği kafamızda daha iyi oturacak.

Frekans bilgisinin kökeni aslında elektron ve protona kadar uzanıyor. Çünkü evrenimizde hiçbir zaman değişmemiş olan, değiştiği görülemeyen ve değişmeyecek frekanslar sadece onlar. Bunlar temel varlığı oluşturan titreşimler ve varlık bu titreşimlerin katsayılarıyla orantılı olarak sınırsız çeşitliliğe bürünüyor. Bu orantılar hiçbir zaman değişmiyor.  İşte bu yüzden evren oldukça kararlı bir yapıya sahip. Bunlar değişebiliyor olsaydı biz maddenin ve evrenin sürekli farklı kanunlar altında etkileşimde olduğunu görecektik. Ama her zaman aynı kanunlar işliyor. İnsanoğlu, fraktal yapıyı bilimsel olarak yeni yeni fark ediyor. Bütün kanunlar ve bütün varlık bu iki osilatörün katsayılarıyla şekilleniyor.  Atomik kütleler bir katsayıya göre artıyor ve davranışları, fiziksel yetenekleriyle etkileşimleri katsayılara bağlı olarak değişiyor. 

Biraz daha hayatın içinden anlatabilir misiniz?

Bunu örnekleyerek göstermeye çalışayım. Mesela bu kalem. Bu kalemi masaya vurduğumuzda titreşim oluşuyor. Her varlık için farklı olabiliyor bu titreşim.  Kalemin boyutunu iki katına, üç katına çıkarırsak frekanslar da oktavları şeklinde değişiyor ve bu değişimi matematiksel fonksiyonunu çözerek gösterebiliyoruz. Bunu müzik notalarında da görebiliyoruz. Saf müzik notaları da katsayılar üzerinde işliyor, yani öylesine bulunmuş, kulağa hoş geldiği için keşfedilmiş ya da notalandırılmış şeyler değil. Bunların hepsi aslında yaşamın katsayıları, matematiksel düzenleri var. Sadece sabit maddelerle değil, fonksiyonlarda da böyle işliyor. Bir gezegenin dönüşüyle ikinci gezegenin dönüşünün katsayılarının oranı var. Bu katsayıları uymadığı zaman stabil hâle gelemiyorlar ve her zaman o dönüşlerini bu katsayılara uygun hâle getirmeye çalışıyorlar. Ya da kalbimizin atışının bir frekansı var. Bu bir değişken olabiliyor ama düşük ya da fazla olması vücudun fizyolojisiyle uygun değil. Bunun da optimum hâle gelmesi gerekiyor ve kişiye özgü olarak küçük oynamalar gösterse de hepimizin bir optimum, yani olması gereken ritmimiz var. Nefesimizin ritmi, ayın dünya çevresinde dönüşünün ritmi, hepsi harmonik ritimlerden ibaret. Varlık ve fizik hep bu katsayılarla işlemiş. Son yüz yılda keşfedilmiş katsayıları binlerce yıl önce inşa edilmiş piramitlerde de görebiliyoruz. Katsayılarla tasarlandıkları için bu kadar kararlılar. Sabit katsayılar kararlı yapıları oluştururken transandaltal katsayılar fraktalları oluşturuyor, kararlı yapılara yardımcı oluyorlar. Mesela logaritmik büyümeyi temsil eden Euler katsayısını örnek verebiliriz. Kuantum fiziğinde de kullanıyoruz, bankalardaki bileşik faiz sisteminde de kullanıyoruz, bir bitkinin büyümesindeki sayı dizilimlerinde de kullanılıyor, yani bunlar her yerde var. Biz bunu ancak ayrı ayrı değerlendirdiğimizde fark edebiliyoruz, yani özelleştirebiliyoruz ama bağlantı kurduğumuzda anlam örgüsü gelişiyor. O frekans yapıyla frekansın birlikteliği zaten bu etkileşimi çözdüğümüz z aman başlıyor. Nasıl ki altın orandan bahsediyoruz, bu altın oran aslında gezegenlerin boyutlarından insanın el, kol, parmak boyutları ya da yüz oranlarına kadar uzanıyor. Çünkü biz bu oranlar uyumlu olduğunda hem güzel hem sağlıklı hem de bir bütün olarak hissedebiliyoruz varlığı.

Bu anlattıklarınızı, sonsuza giden frekansları, hepimizin bir ritmin oluşu bilgisini biz ne yapacağız, nasıl kullanacağız?

Bunu günlük hayatımızda kullanmak zor aslında. Neden zor? Çünkü günümüzde zihnimiz ritimlerle çalışmıyor, yaşadıklarımız ve duygularımız olması gereken ritmi bozuyor. Gün içerisinde üstesinden gelmeye çalıştığımız bir stres kaynağıyla uğraşıyorsak bu stres kaynağı sürekli fizyolojimizi bozuyor. Gün döngülerini takip ederek hayatımızı düzenleyebilsek sağlığımız için ve ruh bütünlüğümüz için faydalı olacaktır. Nasıl ki şu anda saat 21.30, güneş yok ve biz bu ritmi bozmuş durumdayız. Doğada bir ceylan, kaplanı gördüğü zaman kaçması gerekiyor. Bu onun bütün fizyolojisini değiştiriyor. Adrenalinler, kortizoller, hepsi salınıyor ki o ceylan kaçsın ve kurtulsun. Ölebilir de ama eğer ölmezse eski yaşamına geri dönüyor. Bu doğadaki karşılığı ama biz eğer günümüzdeki stres faktörlerini sınırlandırmazsak, bütün gün kaplandan kaçmış gibi oluyoruz. Evimize girdiğimizde işyerini işyerinde bırakmış olmamız gerekiyor. Saat 23.00 gibi yatağa yönelmemiz ve bu sürece geçişte karaciğerimizin yediğimiz yemeği metabolize etmeyi bitirmiş olması gerekiyor. Bunlar ufak tefek şeyler gibi görünse de aslında hem ruhsal bütünlüğümüz hem duygusal hem de fizyolojik bütünlüğümüzün hepsi birbiriyle iç içe geçiyor. Mesela duygularımızı sınırlamazsak, duygularımızın ritmini bulamazsak negatif diye tanımladığımız, bizi bir vorteks gibi aşağıya çeken duyguları tanıyıp bunu pozitifle dönüştürmeye çalışmazsak süreğen bir şekilde negatif duygularda kalmaya başlıyoruz, bir çıkış noktası bulamıyoruz. Bu bizim beden, ruh ve zihin fonksiyonlarımızı da bozuyor, yani bir kısırdöngü hâline giriyor. Evet biz kötü şeylerle de karşılaşacağız, kötü duygular da yaşayacağız çünkü hayatı tanımaya ve gerçekten üç boyutlu evrende yaşamaya çalışıyoruz. Ama bunları sürekli yaşarsak, sürekli taşırsak da bizi aşağılara çektiğini fark ediyor olmamız gerekiyor. 

80’li yıllarda Louise Hay yazdı biliyorsunuz, düşünce gücüyle tedavi bakış açısını… Dolayısıyla duyguların hastalıklara neden olduğunu… Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Mesela öfke duygusu karaciğeri hasta edebilir mi?

Daha eskiye gidelim. Bu zaten Geleneksel Çin Tıbbı’nda da bilinen bir şey. İbn-i Sina tıbbında da bilinen bir şey. Evet onlar bir cihazla ölçmemişler, “Evet şu duygu şurada hastalığa neden oluyor, şu enzimi yükselterek şu immün fonksiyonları bozarak şuna neden oluyor” dememişler ama ampirik olarak, gözlemsel olarak bunların bir birikiminin olduğunu fark etmişler. Mesela meme kanserinde insan duygularının ne kadar önemli olduğunu görmezden gelebiliriz ama bunlarla ilgili de akademik çalışmalar var. Herhangi bir kanser ya da herhangi bir uzun süreli hastalık sürecinde duygudurumunun bozuk olduğunu gösteren çalışmalar da var. Bunların illaki Pubmed’de yayınlanmış olması gerekmiyor. Hayatımız multifaktöryel, sadece duygularla hasta olmuyoruz ama bizim rahatsız olduğumuz duygular özel organların enerji alanlarını düşürüyorlar. Teorik olarak akupunktur meridyenlerine hasar veriyor veyahut da o organın morfogenetik alanlardaki bilgisel yoğunluğunu bozuyorlar ve böylece rahatsızlıklara kapı aralıyorlar. Sadece duygular hastalıklara neden oluyor değil. Organsal hastalıklar da duygusal sorunlara neden olabiliyor yani bunlar karşılıklı etkileşimli. Tek başına duygu bizi hasta etmiyor. Ben de bunu çok düşündüm, çok araştırdım, acaba bu mantıklı olabilir mi ya da bunun bir zemini var mı diye. Beni en çok tatmin eden açıklamayı William A. Teller adlı fizikçi ortaya koyuyor. Elektriksel ve maddesel alanların aslında birbirlerini doğurdukları gibi birbirlerinden de etkilendiğini gösteriyor. Bunları çok sofistike fiziksel terimlerle ya da denklemlerle anlatıyor, ben onları çözemediğim için en azından felsefesini anlamaya çalışıyorum. Her elektriksel alanın manyetik alan oluşturduğunu biliyoruz zaten. Herhangi bir madde eksi ve artı kutuplara sahip olduğunda manyetik alanları da oluşturuyor. Fark etmediğimiz, manyetik alanın geri dönüşlü olarak elektriksel alanları yani bizim yaşadığımız üçboyutlu evreni de değiştirebildiği. Bu özel iletişimi sağlayan parçacıklar aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Bunu, ışık hızı üzerindeki etkileşimi olan manyetik alanlar ve ışık hızının altında hareket eden maddeler olarak iki sınıfa ayırabiliriz. Dalga fenomenleri ile çalışan manyetik alanları Kuantum fiziği ve parçacık fiziği ile çalışan mekanizmaları ise Newton fiziği olarak adlandırıyoruz. Newtonyen mekanizmaları manyetik alanları değiştirildiği gibi, manyetik alanlardaki bilgiler de maddesel alandaki birbirlerini değiştirebiliyorlar. Bu değişim maddeden dalgalara çok hızlı, yüksek olasılıklı olabilirken, dalgalardan maddeye daha düşük olasılıklarda oluyor. Mesela %2-3 olasılıklarda oluyor. O yüzden bu dalgasal etkiler, etkisini aniden göstermiyor, yani %100 olasılıkla yapmıyor ama bir olasılığın tekrarlanmasıyla uzun dönemde yapabiliyor. Bu yüzden duyguların kısa dönemdeki maddesel etkileri daha azken, uzun dönemde yaşanan duyguların maddesel etkinliği daha fazla.

Söz buraya gelmişken bir de çakralardan bahsedelim. 7 çakrayı biliyoruz, 9 çakramızın aktive hale geldiği söyleniyor, 12 çakra diye ezoterik ifadeler var.  Frekanstan hareket edersek çakralar nereye denk düşüyor?

Şimdi klasik olarak söylenen bir bilgi var; çakraların sayısı yok, sınırı yok. Çünkü bunlar maddenin karşılığı olan vorteksler, enerji alanları. Var olan maddemizin her alanında enerji alanı ya da dalgasal bilgi alanı var. Bunlar biyofotonik saçılma alanları. Mesela kalp çakranızın önüne bir manyetik alan sayacı koyduğunuzda oradaki değişimleri fiziksel olarak ölçebiliyorsunuz. Bunu ölçmeye çalışan, acaba bunları ölçerek hastalıkları öngörebilir miyiz ya da teşhis koyabilir miyiz diye yapılan çalışmalar da var. 2015 yılında var, 2019 yılında var. Fizikçiler bunu anlamaya, çözmeye çalışıyor ama dediğimiz gibi hastalıklar çok değişkenli olduğu için sadece bu alanlardaki bozuklukları ya da biyofoton salınımındaki değişiklikleri anlayabiliyoruz. Evet foton salınımı bozuldu, şu hastalığa neden oldu deme şansı az. 

Çakra kavramı nereden geliyor?

Bunları tanımlayan insanlar, sezgisel kapıları açık olan insanlar. Bunları görebilen, hissedebilen insanlar böyle sınıfladığı için biz böyle 7 çakra, 9 çakra diye sınıflıyoruz. Binlerce yılda öğrenilmiş  bilgi gözlemsel olarak sınıflandırıldığı için aşağıdan yukarıya doğru olgunlaşan çakralar olduğundan bahsediyoruz. Bu çakraları görebilen insanlar, insan vücudundaki değişiklikleri görebildiği için evet şu çakranın sorununda şunlar olabilir diye söyleyebiliyorlar. Bu anatomik bir yaklaşım. Gerçekten o alandaki enerji bozulmasının bir organ hastalığına denk geldiğini düşünebiliriz veyahut da gerçekten bu alandaki bir bozukluğun duyguların manyetik alanında depolandığı için bir duygusal bozukluğun dile geldiği şeklinde de okuyabiliriz. Yani bu alana girdiğiniz zaman ucunun bucağının olmadığını görüyorsunuz ve bunların bırakın felsefesini yapmayı ya da teorisini geliştirmeyi, bizzat yaşayan insanlarla da karşılaşıyorsunuz, onların deneyimlerine ortak olabiliyorsunuz. Size hikâyelerini anlatıyorlar ve bunlar uydurulabilecek senaryolar da değil. Bunlar yaşanan, benim de yaşadığım ya da sizin de yaşadığınız, maddesel olarak açıklayamadığımız ama bir tarafımızla da var olduğundan emin olduğumuz şeyler. Geçenlerde bir doktor grubunda homeopati cümlesi bir konu üzerinde paylaşıldı. Hemen “Bu suiistimal edilebilir, insanlar şöyle böyle kötü kullanabilir” diyalogları geçmeye başladı. Anlayamadığımız mekanizmalara karşı ilk refleksimiz korunma olduğu için bütün kapıları kapatıyoruz.

Aslında sahip çıkılsa belki suiistimal de aza inecek değil mi? 

Tabii, yani şöyle düşünün; herhangi biri konuya herhangi bir düşünce silsilesine siz, “Bu komplodur” dediğiniz zaman entelektüel insanlar hiçbir zaman bunun arkasından gitmeyecekler. “Acaba bunun gerçek olma ihtimali var mıdır?” demeyecekler. Bu komplo lafı zaten bu konunun kaderini belirliyor. Bu komplo lafının arkasından giden insanlar da işte “Kendini kandırıyor, yanlış teorilerin üzerine gidiyor” diye sınıflandığı ve bu uygulamalar da gerçek akademisyenler ya da bilim adamları tarafından temsil edilmediği için uydurulmuş şeyler olarak görülüyorlar ya da suiistimale açık kalıyor. 

Peki ne kadarı gösterilebilir bu çalışmaların?

Bunun da zorluğu var, yani ne kadar bilim insanı olursanız olun, ne kadar sınıflandırmayı çalışırsanız çalışın, teknik olarak da çok zor bu konular. Yüzde 2-3’lük olasılıktan bahsetmiştim ya, bilimde %2’lik ya da %3’lük olasılıkların üzerine giderek işi kanıtlamanız çok zor. Çünkü zaten istatistiksel olarak anlamlı olduğunuz değer aralıkları vardır. Bu değer aralıklarının dışına çıkarttığınız zaman zaten baştan kaybedersiniz. O yüzden göstermesi çok zor ve çok multifaktöryel. Birçok farklı sorunu saptar ve müdahale edersiniz; beslenmesinde, duygusunda, düşüncesinde, enerji boyutunda birçok sorun olduğu için kişinin sağlığını düzelttiğiniz zaman “Şundan oldu” deme şansınız çok zor. Şöyle bir lüksünüz de yok; ben sadece bunu biliyorum, ben sadece bunu bildiğim için bunu uygularım, değişiyorsa değişir, değişmezse değişmez diyemezsiniz. Bir hekimin elinde tek bir ilaç olduğunu düşünün, hasta geldiği zaman o ilacı verecek, başka hiçbir ilaç veremeyecek. Nasıl ki bu ilaç tüm hastalıklarda çalışamayacaksa tek bir yöntem de hepsinde çalışamıyor. Gerçekten çok yetenekliyseniz, farklı yaklaşımlar ya da tek bir konunun farklı uygulamalarıyla başarıya ulaşabilirsiniz ama zor bir süreç.

Bir yandan 5 bin yıllık Çin Tıbbı var diğer yandan teknolojik olarak işin çok başındayız sanki. 

İnsan çıkarıcılığını göz ardı edemiyoruz. Yani şöyle düşünün, kendimizden örnek vereyim; biz tek bir hastaya iki saat ayırıyoruz. Bir kişiye iki saat ayırmak demek, şu andaki parasal, döngüsel sistemlerin aslında kullanılmaması demek. Çünkü siz hem bunun maliyetini ona göre ayarlamak zorundasınız hem işgücü hem de hizmet verdiğiniz insan potansiyeline bakarak bir dengeleme yapmak zorundasınız. Yüz yıl ya da bin yıl önceki zaman kavramına sahip değiliz. Çok hızlı akan, birim zamanda daha fazla iş üretilmesi gereken dönemler bunlar. Sistemin kabul edebileceği bir şey değil. Tek bir cihazla birçok sorunu çözdüğünüzü düşünün. Sistemin çok kâr edilebileceği bir konu değil ve o nedenle de genişleyemiyor, yaygınlaşamıyor.

Önemli bir tespitti bu…

Mesela randomize kontrollü çalışmalar var. Herhangi bir çalışma yaptığınızda, bir şeyi iddia ettiğinizde önünüze konulan bir olimpiyat engelidir bu zirve. “Randomize kontrollü çalışma geçildi mi, yapıldı mı, gösterebileceğimiz bir şey var mı?” diye sorulur hemen. Birçok üniversitenin ya da çok çok merkezli alanların çok sofistike yöntemlerle veya maddi kaynaklarla yapabileceği bir şeyi sizin tek başınıza yapmanız isteniyor. Yani bunu göstermek çok zor. Zaten tıbbın ancak %10-15’i, hadi diyelim 20’si bu çalışmalardan olumlu sonuç almıştır.  İspatlama yolundaki engeller çok fazla diyebiliriz.

Frekans tıbbı ve cihazlar ile ilgili deneyler var demiştiniz. Nasıl sonuçlar var mesela?

Frekans tıbbıyla ilgili yüzlerce, binlerce çalışma var. FDA onaylı cihazlar da var, kanser tedavisinde kullanılan cihazlar da var. Herhangi bir akademik kaynağa girin, elektromanyetik cihazlarla, fotomodülasyon cihazlarıyla, pulse elektromanyetik dalgalarla çalışan cihazlarla ilgili ucu bucağı yok çalışmaların. Çünkü konuyu manyetik alanlara getirdiğiniz zaman çok fazla çalışma konusu var. Işık dalga boyu da ses frekansları da bildiğiniz manyetizmanın kullandığı frekanslar da buna örnek olarak gösterilebiliyor. Ama bahsettiğimiz standardizasyon limitleri çok dar olduğu için bunları siz her yerde kullanamıyorsunuz. Bunu yapabilmek için çok çok yüksek meblağlarda yatırım yapmanız gerekiyor.

Siz hangi yolu tercih ettiniz kendi kliniğinizde?

Pulse elektromanyetik frekans cihazları kullanıyoruz. Lazer dediğimiz özel ultraviyole ışık dalga boyları kullanılan cihazlarımız var… Hem vücuda elektrik akımını geçirerek komut veren hem de manyetik alan oluşturarak etki eden özellikleri var.

Bu cihazlar için tedavide yeni bir umut falan gibi bir şey söylemek de çok zor o zaman. Hassas bir nokta değil mi? Ne dersiniz bu konuda?

Bir hastalığı tedavi edeceğim vaadinde bulunduğunuz zaman bunu gerçekten çözmüş olmanız gerekiyor. Yani açıkçası hastanelerdeki normal tıp uygulamalarında cerrahi branşlar ya da akut enfeksiyonlar dışında hiçbir hastalık için zaten “Biz bunu çözdük, iyileştiniz” diyemiyoruz. Yani bir hastalığı çözemiyorsunuz, kronik hale getirip belirti vermemesini sağlamaya çalışıyoruz. Bir ilaçla bir fonksiyonu engellediğiniz için bu hastalığı tedavi etmiş gibi semptomları değiştirmiş oluyorsunuz. Bu ilaçların etkisini de şöyle düşünün. Birbirleriyle ilişkili olan çarkların bağlı olduğu kocaman bir mekanizma var, siz bir çarka bir engel koyuyorsunuz ve o çarkı durduruyorsunuz. Evet o anda o semptom dediğimiz, o çarkın fazla ya da yanlış çalışmasıyla oluşan bir durumu düzeltmiş oluyorsunuz ama o kadar çok mekanizmayı bozuyorsunuz ki yan etki dediğimiz, aslında o ilaçların kendi etkilerini ortaya çıkarmış oluyorsunuz. Yani bunun gibi, hiçbir hastalığı zaten şu anda kronik hastalık özelinde yine çözemiyoruz. Bu cihazlar da çözmeye çalışıyor, tedavi etmeye çalışıyor veyahut da terapilerle yardımcı olmaya çalışıyor.

Bu cihazların çalışma prensiplerini sormadan önce bir hücre, bir organ nasıl hastalanıyor diye sormak istiyorum. Frekansı mı değişiyor, bunu nasıl ölçümlüyorsunuz?

Şimdi bahsettiğimiz gibi birçok şeyden etkileniyor. Birincisi genetik altyapımız var, yani annemizden babamızdan aldığımız genlerin okunmasıyla çalışan süreçlerimiz var. Onun dışında bu genlerin nasıl çalıştığını, çalışması gerektiğini denetleyen epigenetik etkenler var. Genlerimizin nasıl çalıştığı yüzde 20 oranında ailemizden getirdiğimiz faktörlerden, geri kalan yüzde 80’i dışarıdan gelen etkilerle ortaya çıkıyor. Örneğin sağlıklı beslenmediğiniz zaman diyabete yakalanıyorsunuz ya da obezite nedeniyle birçok kardiyovasküler hastalığa ya da enfeksiyon hastalıklarına zemin hazırlıyorsunuz. Hücresel düzeyde yanlış işleyen süreçler bir süre sonra dokuların ve organların hastalığı olarak ortaya çıkıyor. Bizim yapmamız gereken yüzde 80’de yer alan epigenetik faktörlerin değişkenini sağlayabilmek, bozucu faktörleri en aza indirebilmek.

Yani beslenmemiz kadar duygudurumumuzu da dengelemek…

Evet düşünce durumu, sağlıktan bahsedeceksek işte egzersiz durumu, uyku durumu gibi birçok şeyi sıralayabiliriz. 

Bunlardaki dengesizlikler oluştuğunda vücutta bir frekans bozulması, bir tutarsızlık mı oluşuyor?

Enerji potansiyelleri dahi değişiyor. Hücresel düzeydeki elektriksel enerjimiz değişiyor. Hücreler arasındaki yönetimi sağlayan iletim mekanizmaları bozuluyor. Bu değişiklikler de zaten kendisini frekans bilgisindeki bir değişiklik olarak ifade ediyor. Çoğu tıbbi teşhis cihazında bu frekans değişikliklerini saptamaya çalışıyoruz. Bir de eksiklikler var. Mesela biz beslendiğimizi zannediyoruz ama o besin sandığımız şey bizim ihtiyaçlarımızı karşılamıyor, farklı vitaminlerin veya farklı minerallerin yoksunluğuyla yaşamaya başlıyoruz. İkimiz de insanız ama biyokimyasal altyapımıza baktığımızda bazı enzimler bende %10 performansla çalışırken sizde %80 performansla çalışıyor olabilir. Onun için siz, enzim dediğimiz faktörlere daha az ihtiyaç duyarken ben daha fazlasına ihtiyaç duyuyor olabilirim. Bendeki bozulma daha fazlaysa, benim bunu daha fazla yerine koymam gerekiyor olabilir. O yüzden sizin ve benim, aynı şeyler yiyerek, aynı şeyler tüketerek sağlıklı olmamızı beklemek de yanlış. Yaş farkları da bunların eksikliğine neden olabiliyor. Ya da benim otoimmün bir hastalığım vardır, B vitamininin miktarını düşürüyordur, sizle ben aynı miktarı B vitamini aldığımızda sizin B vitamini düzeyiniz rahatlıkla yükselebiliyorken benim yükselmiyor olabilir. Bu yüzden kişiye özgü olarak da “sağlık” dediğimiz şey değişebiliyor. İhtiyaçlarımız, beklentilerimiz, rahatsızlıklarımız çok farklı. Adı aynı olan hastalıklarda dahi çok fark var.

Size bir hasta geldi, hasta demeli miyim burada bilemiyorum… Destek almak, analiz yaptırmak istiyor… Nasıl ilerliyorsunuz?

Yaptığımız şey zaten hekimlik hizmeti. Bu bahsettiğimiz şeylerin hiçbirisi hekimlik gömleğini çıkartarak yaptığımız çalışmalar değil. Önce hekimlik kimliğim, önce bunun gerektirdikleri bilgi ve uygulamalar. Onun üstüne kişiye zarar vermeden yapabileceğiniz ekstra ne varsa bu frekans çalışmaları. Örnek vermek gerekirse kişinin kullanması gereken ilaçları vardır, yok sen onları kullanma ben sana frekans vereceğim daha iyi yapacağım gibi bir yaklaşımımız yok. Bunu hekim olmayan kişiler de yapabilir ama eğer konu öznesi bizsek, hekimler olarak da bunu yaparken bunlara ek sağlık desteği, bütünsel sağlık hizmeti şeklinde yapıyoruz. Onun için şu an Sağlık Bakanlığı’ndaki dönüşüm, geleneksel tamamlayıcı uygulamaları şeklinde şekilleniyor.

Peki, hasta geldi, sizden destek istiyor. Bir analiz mi yapılıyor? Neleri ne kadar görebiliyorsunuz?

Şimdi normalde bir hastaneye gitsek bizim bir kanımız alınır. O kanla laboratuvarda değişik enzimlerin veyahut da değişim maddelerinin ne kadar olduğunu ölçümleyerek bir hastalık öngörüsü çıkartılmaya çalışılır.10 parametre, 20 parametre, 30 parametre, çok sofistike yerlerde 50 parametre. Ondan daha kıymetli olanı kişinin ne anlattığı, bize ne söylediğidir. Uygun sorularla hastalıkların çözülmesi için çok kıymetli veriler alınır. Ama bu verileri siz 3-5 dakikada almaya kalkışırsanız sadece iki tane şikâyetini dinlemiş olursunuz. Yani iki tane şikâyetini dinlemeye yönelik sağlık yaklaşımını yapmaya çalıştığınız zaman tabii ki sadece genel reçetelerle sağlığı çözmeye çalışıyorsunuz. O yüzden bizim ilk yaptığımız şey, kişiyi uzun uzun dinlemek hatta özel oluşturduğumuz bazı formlarla uzun uzun hastanın bilgisini daha öncesinden alabilmek. Bu, yaptığımız uygulamanın temeli. Onun üzerine yaptığımız, kişinin cihazdan elde ettiğimiz frekans datalarındaki bozuklukları takip ederek yorum yapabilmek. Yorum diyorum çünkü bu bilgiler mutlak değildir, cihazınızın içerisine kayıtlı olan frekans paketçiklerinin kişinin üzerine yansıtılıp geri alınarak değişiklikleri fark ettiğiniz bilgilerdir. Bunlar anlık frekans verilerini analiz ettiği için bu laboratuvarda aldığınız veriler kadar net, objektif değildir. Ancak avantajları, çok fazla datanın, çok fazla parametrenin değerlendirilmesine fırsat tanımasıdır. Yüzlerce, binlerce datayı değerlendirebilme şansına sahip oluruz. Bunlar kesin ve kati midir? Hayır. Bizim ilgilendiğimiz, kişiden aldığımız bilgilerin, laboratuvar sonuçlarının üstüne eklediğimiz zaman anlamlı olan verilerdir aslında. Tüm bunları analiz etmemiz gerektiği için de “hekimlik” noktası ön plana çıkıyor.

Uyumlu çıkmayan bilgi dediniz. O uyumsuzluk neden oluyor? 

Sizin sağlık sözlüğünüzdeki o frekans datası, kişiden almanız gereken datayla gerçekten uyumlu olmayabilir. Şöyle söyleyeyim, hücrelerimizin hepsi aynı gibi düşünülür ama her organın hücrelerinin oluşturduğu frekans dataları farklıdır, farklı bir spektrum içerisindedir. Mesela sadece 120 Hertz bilgi gelmez oradan. Şöyle düşünün; bir radyo yayını dinliyorsunuz, 87.8’i açtınız, oradan tek bir paketten frekans geliyor. Ama sizin o frekanstan aldığınız veriler çok farklı olabiliyor, biz aynı frekans datası içerisinden birçok müzik ya da farklı sesi alabiliyoruz. Bahsettiğim de bu. O bant içerisinden aldığınız veriler her zaman uyumlu olmayabilir, siz onu çözememiş olabilirsiniz. O yüzden uyumsuzluk olma ihtimali var zaten.

Kişinin verilerini aldınız, analizini yaptınız. Örtüştü ya da örtüşmedi. Sonra ne oluyor?

Analizini yaptık… Sonra her insanın ihtiyacı olan ve sağlığımız için gerekli olan meditatif ya da dinginlik süreçlerine kişileri sokmaya çalışıyoruz. Çünkü vücudumuz o dinginlik anında güzel çalışmaya doğru çalışmaya başlıyor. Bu aşamada bazı vücut fonksiyonlarını, beyin algılarını, normlarını ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu temel yaklaşımların üzerine eğer bir datada bozukluk fark edersek onun üzerine frekans data paketleri göndererek onları dengelemeye çalışıyoruz. Bu bir açıdan vücuda bir şeyleri öğretmek olarak düşünebilirsiniz. Vücuttaki bir şeyi değiştirmiyoruz, vücuda o frekans datalarını göndererek fizyolojisini taklit etmeye çalışıyoruz veya doğru fizyolojiyi öğretmeye çalışıyoruz Bu nokta önemli çünkü vücudumuz zaten iletişiminin hepsini frekanslarla yapıyor. Yani kana karışan herhangi bir enzim ya da hormon, gidip de bütün hücrelerin içine tek tek girerek bir şeyleri değiştirmeye çalışmıyor. Hücrelerin reseptörlerine dokunduğu, yanına yaklaştığı, frekans datasını aktardığı an o süreçleri tetiklemiş oluyor ve bu frekans bilgisi de diğer hücreler arasında aktarılıyor. Biz bunları taklit ederek kişiyi sağlığına kavuşturmaya, terapilerini yapmaya çalışıyoruz.

Peki vücut o frekansa geri dönmeyi ne kadar sürede öğreniyor?

Farklı cihazlardan bahsetmiştim size. O farklı cihazların bazılarında “feedback” dediğimiz geribildirim mekanizmaları yoktur. Sadece mesela üç dakika boyunca frekans verirsiniz. Biofeedback cihazları gibi cihazlarda ise frekans datasını verdiğinizde bu değişimleri de ölçüp ona göre o süreyi değişik belirleyebilirsiniz. Mesela bir kişinin bazı frekansları iki üç dakika içinde hemen aktif olurken, bazısına mesela beş dakika vermeniz de gerekebilir.

Çok kısa sürelerden bahsediyorsunuz. Beş dakikada ne olur ki diye düşünüyor insan.

Ama mikro evrene indiğiniz zaman bir madde ne kadar küçülürse zaman kavramı da o kadar küçülüyor, kısalıyor. Mesela bir bakteri hücresinin yaşam süresi ile bizim yaşam süremiz bir değil. O kısa olarak bahsettiğimiz zamanlar hücreler için çok çok uzun dönemler.

Teşekkürler, çok güzel bir açıklama oldu, hiç böyle düşünmemiştim. 

Evet, milisaniyeler içinde etkiler. Vücudumuz da zaten milisaniyeler içinde çalışıyor. Nasıl ki bir gezegenin ömrü milyarlarca yıl sürer ve küçük bir bakterinin ömrü daha kısadır, bunu da öyle düşünebilirsiniz.

Bildiğim kadarıyla bazı frekans cihazlarını zaten yasal olarak aslında hekimler kullanabiliyor.

Evet, Sağlık Bakanlığı tarafından onay verilen cihazlar bunlar. Geleneksel tamamlayıcı tıp anlamında bu cihazların daha standardize edilebilmesi için ya da hekimler tarafından daha optimize kullanılabilmesi için değişik alt komisyonlarında çalışmalar var. Yeni kararlar alınmasını da bekliyoruz. Nasıl ki tam 30 yıl önce akupunktur onaylanabilen bir şey değilken şu anda sağlık hizmetleri içerisinde onaylıysa, bu cihazları da bu kategorilerde görmeye başlayabiliriz.

Peki bu cihazlarda hatalı kullanım ve zarar vermek gibi ihtimaller var mı?

İki cihaz türü var. Bu cihazların büyük kısmı wellness cihazları sınıflamasındadır, kişisel kullanım için olan cihazlardır. Bunları herkes kullanabilir zaten. Bunu şöyle düşünebilirsiniz: bir ilaç vardır, sadece hekimler reçete edebilir ya da reçete edilerek kullanılmasını tercih ederiz. Bir de gıda takviyeleri vardır, bunları hekimlerin reçete etmesini beklemeyebiliriz. Evet, hekim tavsiye edebilir ya da beklenmeyen durumlarda yorumlayabilir ama kişi bunu istediği yerden gidip alabilir. Daha sofistike cihazları da işte hekimler kullanıyor. Bunların negatif etkisi var mı? Teorik olarak bu cihazlar vücudun sağlık frekanslarını barındırdığı için bir şeyi bozma ihtimaliniz çok çok düşük. Ama her şeyde olduğu gibi siz eğer bir sistemi çok fazla manipüle etmeye çalışırsanız, vücut buna karşı önlemler alıyor. Onun için bu cihazları biofeedback şeklinde kullandığımızı söylemiştim. O frekans datasını çok uzun süre vermeyiz çünkü bir şeyleri değiştirmeye çalıştığınızda vücut hemen karşısında dengeleyici başka bir unsurla bunu bozmaya çalışır. O yüzden daha da yavaş geçişler yapmaya çalışırız. Cihazların kendi içlerinde dalga paternleri vardır. Her cihazın frekans datalarını oluşturma yetenekleri de farklı. O nedenle şu cihaz her şeyi çözer diyemezsiniz. Her şeyi çözebilen bir cihaz yok ama çözebilme yeteneği diğerlerinden daha üstün olan cihazlar var.

Bu cihazlar frekansımızı bozar mı sorusunu duyuyorum. Hatta başka ülkelerden gelen cihazlar olduğu için şüpheye düşenler bile olabiliyor. Frekansımızı bozacaklar gibi komplo teorileri var, buna ne dersiniz?

Ucunu biraz daha açayım ben. Kimi cihazlar o kadar sofistike ki bunları söylediğiniz zaman zaten kişilerin şaşkınlıktan gözleri açılıyor, bunu nasıl bilebilir, böyle bir şeyi söyleyebilir diye. Hemen bir başka soru geliyor; bunları bilebiliyorlarsa bu bilgileri internetten de alıp manipüle edip kullanmaya çalışabilirler diye. Yani açıkçası bu cihazı zaten yapmış ve kullanıma sokmuş insanların böyle şeylere ihtiyaçları yoktur. Zaten satmadıkları teknolojiler bunlardan fersah fersah ileride… Yani kullanmak isteyen onları kullanıyordur zaten, onun için bu bizim ufak bilgi paketlerine ihtiyaçları yok. Hatta bu cihazları satanlar kullanırken internetin açık olmaması, dış müdahalelere açık olmaması daha sağlıklı olur diyorlar. Yani illa internete bağlı olacak bir yerle haberleşecek gibi bir altyapısı yok.

Üzerine saatlerce konuşulabilecek, felsefesini ve bilimsel tarafını ayrı ayrı konuşabileceğimiz bir konu… Ama şimdilik son sözlerinizi alabilir miyim?

Evet, dediğiniz gibi ucu bucağı olmayan bir alan. Saatlerce konuşulabilir. Ezoterik öğretilerden, Kabala’ya, Tasavvuftan ve Reiki uygulamalarına ve meditasyona kadar geniş kapsamlı bir konu. Bunların hepsi zaten titreşim tıbbının içerisine giriyor. Bir insanı sevdiğimizde ona sarılmak isteriz ve sarıldığımızda gözümüzü kapatırız çünkü gözümüz açıkken sevgiyi hissedemeyiz. Neden? Çünkü duygular sezgiseldir ve dalga fenomenleriyle çalışırlar. Gözümüzü açık tuttuğunuzda, foton etkileşim altına girdiğimiz için parçacık etkisinde bunu çok hissedemeyiz. Gözümüzü kapattığımızda ise dalga fenomenlerinin etkisini daha fazla algılayabildiğimiz için sevgiyi daha fazla hissederiz. Bunların hepsi metafizik etkileşimler olarak açıklanabiliyor ve aynı kapıya çıkıyor aslında, aynı fenomenlerle açıklanabiliyor.

Çok teşekkür ediyorum. Tüm konuklarımız gibi sizden de bir Mümkün mesajı alıyoruz. Sizin mesajınız ne olur?

Her öğretinin ilk mottosu “kendini tanı”dır. Yolculuk, kendini tanımakla başlar ama rotası kendini değiştirebilmekten geçer, asıl zor olan da budur. Sağlıkta kendini tanımakla başlayan iyileşme süreci beslenmemizi, alışkanlıklarımızı, duygu ve düşüncelerimizi değiştirebildiğimizde mümkün olacaktır. 

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

yaprak-cetinkaya
Gazetecilik eğitimini Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde aldı. 27 yıldır farklı görevlerde daima mesleğine aşık bir hal ile çalışıyor. Gazeteciliği en çok wellbeing, kişisel gelişim, psikoloji, ezoterizm, mitoloji gibi daha az konuşulan konular üzerinden yapmayı seviyor. Mümkün Dergi, Yuka Dükkân ve Yuka Ajans’ın kurucu ortaklarından…