Arketiplerden sembolizmaya Jung
Farkındalık

Arketiplerden sembolizmaya Jung

Son yılların en popüler isimlerinden biri hiç şüphesiz Jung. Öğretmeni Freud’un psikanaliz kuramı üzerine temellendirdiği kendi özgün sentezi analitik psikoloji kuramıyla, insan ruhunu bilinç, kişisel bilinçdışı, kolektif bilinçdışı olmak üzere üç bölümden oluşan bir yapı olarak tanımlayan Jung, ruhun işlevselliği üzerine derinleşmiş ve bugün hepimizin ilgi alanına giren arketip, sembol, kolektif bilinç dışı, psişik enerji gibi kavramları insanlığın kullanımına açmış bir psikiyatrist.

Ümit Akçakaya
Ümit Akçakaya

Her gün karşımıza çıkan çok çeşitli Jung çalışmalarına gösterilen ilgi, bende de onun hakkında konuşma arzusu uyandırınca sevgili arkadaşım Psikoterapist Ümit Akçakaya’nın kapısını çaldım.

Ümit Akçakaya yaklaşık 15 yıldır Jung çalışıyor. Jung’un arketipleri ve kahramanın yolculuğu monomit kuramını gerçek bir hayat hikâyesine uyarlayarak yaşam öyküsü analizi yaptığı bir doktora tezi var. Tezin başlığı “Kahraman Arketipi Açısından Kendini Gerçekleştirme: Türk Halk Ozanı Neşet Ertaş Örneği.” İçe Bakış Uyanış ve Arketipsel Semboloji adlı iki farklı eğitim içeriği olan Ümit Akçakaya ayrıca psikoloji alanında çalışanlar için de Jung Terapisi dersleri veriyor.

Jung’la aşkınız başladı?

Ben Boğaziçi Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık’tan mezunum. O dönemde felsefeye ilgi duydum ve bir dönem felsefe okuluna dahil oldum. Mistik ve spiritüel konular da ilgimi çekiyordu biraz. Felsefenin ötesine geçen çalışmalarda Jung’u tanıdım. Yani daha doğrusu mevcut psikoloji beni tam olarak tatmin etmiyordu. Çok bilimsel geliyordu. Felsefeyle de ile ilgilenince Jung’la bir psikiyatrist olarak yolumuz kesişti çünkü kendisi güzel bir sentez yapmış. Bana sorarsan Batı bilimiyle Doğu felsefesini kuramında entegre etmiş, sentezlerini yapmış. Sonrasında psikoterapi enstitüsünden psikoterapi eğitimi aldım. Psikoloji konularına daha derinlikli girdim ve yüksek lisans yaptım. Jung’a ilgim gitgide arttı. Sonrasında Joseph Campbell Kahramanın Yolculuğu var biliyorsun. Çok ilgimi çeken bir alan oldu ve onu öğrenmeye yönelik doktora yaptım.

Son zamanlarda yer gök Jung oldu. Çok sahiplenildi ve herkes onda kendi alanına adapte edecek bir şey buldu mutlaka. Kendisini âdeta el birliğiyle onurlandırdığımız bir dönem geçiriyoruz. Sen nasıl bakıyorsun bu duruma? Doğru mu anladık Jung’u? Doğru mu anlıyoruz? Doğru mu uyarlıyoruz? Bu konuda bir yorumun var mı?

Şimdi şöyle, Jung’u neden sahiplenmeye başladık; oradan başlayalım. Jung aslında bize anlamı sunan bir kuram ortaya çıkarmış, diğer psikoloji kuramlarında bu azdır. İnsanoğlu arayış içinde… Spiritüel egoyu büyüten yapılar, bütün o bilgileri egosal bir ihtiyaca tabi tutup kendini derinlemesine tanımayı es geçen yapılardır. Toksik pozitivizm denilen şey. Her şey pozitif bak, sevgi içinde affet, sev, sen süper bir parçasın hepsi güzel şeyler ama hiçbir insan bu derinliğe kendi içi yolculuğunu yapmadan ulaşamaz.

PANDEMİ İÇE DÖNÜŞÜ ARTTIRDI

Altı boş söylemler insanı kısa yoldan oraya varmış gibi göstermeye neden oluyor, insanları da bu konuda cezbedip, bir umut aşılayıp sorunları bu sayede çözeceğine dair bir vaatte bulunuyordu. İnsanlar kişisel gelişim alanlarında bir süre gezdikten sonra geliyorlar, “Benim kendimi tanımam lazımmış, kendi bilinç dışıma bakmam lazımmış,” diyorlar. Bazıları çok dengeli yapıyor, onları hariç tutuyorum ama bazıları da bu işi spiritüel ego boyutuna taşıyorlar. Bu da yine bir anlam sorunu çıkartıyor çünkü sahte oluyor, bir yerde yapay oluyor. Derinliğinde bir bilgi donanımı olmadığı için kendini gözlemlemediğin, tanımadığın için bir yerde çakılıp kalıyorsun ve sonra çelişkiye düşüyorsun. Bir böyle bir kitle var bir de aşırı bilimsel başka bir kitle var. Böyle spiritüele, mistiğe hiç uğramayan. Bunları kötü gören, ne bileyim basit gören, uçarı gören. Ancak son zamanlardaki gelişimler özellikle pandemi gibi kolektif bilinç dışının bariz etkilendiği olaylar ya da bilincin etkilendiği olaylar insanı sorgulamaya itti. İnsana, hayata dair eski kalıplarıyla devam edemeyeceğini fark ettirdi ki bu da bir değişim yarattı.

Pandemi, o süreçteki olaylar insana kendi hayatını sorgulattı. Ne için yaşıyorum, hayatın anlamı nedir? İnsan, anlamı kendi içinde bulmaya yönelik bir motivasyon hissediyor. Özellikle krizler bunu bize yaptırıyor çünkü krizler bizi egoya endekslenen yoldan çıkartıp kendiliğe dair bir sürece çağırır. Aslında bu çok önemli bir yoldur. Bu Dharma’dır, bu evrensel yoldur. Bu sırât-ı müstakimdir; denge yolu yani. Kendin olma, kendilikle kavuşma yoludur.

TANRISAL YANSIMA PARÇASI

Jung’un kuramında kendilik diye arketip var. İçimizdeki öz, içimizdeki tanrısal yansıma parçası bizim hakikatimiz, egodan bağımsız ve egoyu kapsayan bir şey; içkin ve aşkın. Dolayısıyla bu yoldan ayrılmanın hayatta da bir bedeli, karşılığı oluyor. Krizlerle tekrar bu yola girme ihtiyacı duyuyoruz ki bu tarih boyunca böyle olmuştur. Jung bunun cevabını veren bir kuram ortaya sunmuş. Kendin olmanın yolu, kendi muradını almanın yolu ya da mutluluk demeyeyim de gerçek bir bütünleşmeyi, huzuru bulabilmenin yolu kendini tanımaktan geçiyor. Kendini tanımak bilinç dışını tanımaktır. Bilinç dışını tanımak, arketipleri bilmek, sembolojiyi bilmekten geçiyor. Kendi iç dünyanda neler olup bittiğini, bir çerçevede bir paradigma ile tarif etmekten geçiyor ki Jung kuramında hepsini söylemiş.

JUNG BİLİNÇ DIŞINA YAPMAMIZ GEREKEN YOLCULUĞU HATIRLATTI

İç dünyamızda nasıl bir yapı var?

Jung, arketiplerden bahsetmiş personadan, gölgeden, anima ve animus’tan, self’ten yani kendilikten bahsetmiş… Diğer birçok arketipin bizdeki düzeneklerinden, aydınlık ve karanlık taraflarıyla bizi hangi hâl, hareket ve davranış içerisine soktuğunu anlatmış. Dolayısıyla onun kuramını okuyunca aslında kendini okuyorsun. Jung bize bilinç dışına yapmamız gereken yolculuğu hatırlattı. Bu yolculuğun bazı yerlerinin karanlık, kaotik, zorlu olabileceğini ama bu zorlu alana bakmadan da gerçek manada bir değişim, dönüşüm ya da tekâmül olamayacağını vurguladı kuramında.

Çok güzel şeyler söyledin. “Kişinin kendi anlaması.” Önce buradan başladın. Kendimi anlamam, kendi kendime başaracağım bir şey mi? İlla bir bilenle mi yürünür bu yol? yoksa kendi kendime de kendimi anlayabilir miyim?

Joseph Campbell’ın Kahramanın Yolculuğu’ndan örnek vereyim: Sen Maceraya Çağrıyı kabul ettiğinde bu şu demek: Tamam ben kendimi tanımaya niyetleniyorum.

Mesela bir kriz yaşıyorsun ancak ona ego savunmalarıyla yaklaştığında aslında krizi sürekli öteliyorsun, üzerini kapatıyorsun. Bu ego savunmaları neler; bastırdığın, inkâr ettiğin, başkalarını suçladığın ve kurtarıcı beklediğin zaman, biri gelsin de beni kurtarsın dediği zaman ego şöyle diyor: “Ben kendimi tanıma işine girmeyeceğim; burası bilmediğim ve koktuğum alan, ben şimdi olumsuzluklarla yüzleşerek konforumu bozamam. O yüzden ben bu macerayı reddediyorum,” diyor.

Maceraya girdiğinde, yani “Tamam, bu olayın hayatımdaki anlamı ne? Ben bunu çözmeye niyetleniyor ve gerçekten kendimi tanımak istiyorum. Ne varsa da yüzleşeyim,” dediğinde zaten eş zamanlı olarak mentörler karşına çıkıyor. Buna Doğaüstü Yardım diyor Campbell da. İlahi yardımın illa bir kişiden gelmesi gerekmiyor. Belki bir kitap, belki bir sunum, sana farklı bir pencere katacak bir fikir. Öyle ki bu kendi içinden de doğabiliyor. Rehber ile yolculuk daha anlamlı oluyor.

Dolayısıyla başlangıçta her ne kadar yalnız gibi görürsek de eş zamanlı olarak kozmik sistem bizi böyle destekleyecek örüntülerle önümüze mentörler çıkartıyor. İlerledikçe daha da derinleştikçe, artık bunlara da ihtiyaç duymaz bir hâl almaya başlıyor. Ego geliştikçe, bu dili bildikçe, fark ettikçe kendi desteğimizi kendi içimizden alır hâle geliyoruz.

BUGÜNÜN SORUNLARI BUGÜNE AİT DEĞİLDİR

Bence bu yola giren insanları çok harika bir paradoks bekliyor. Kabul etmek ve dönüşmek arasındaki fark olarak… “Kırılganlığımı değiştirmek, kırılganlığımı kabul etmek ve artık ona göre farklı eylem dizisine geçmek” açısından bu süreci nasıl yorumluyorsun?

Kabul etmek çok önemli bir başlangıç. Carl Rogers’ın çok güzel bir sözü var. Şöyle diyor, “Asıl paradoks şu ki ancak kendimi olduğum gibi kabul edebildiğimde değişebiliyorum.” Kendini kabul etmeden değişemezsin ve zaten neden kabul etmiyorsun? Çünkü orası senin için sarsıcı, sindirmesi zor, konfor bozucu bir yer, bu sebeple ego bunu kabul etmez ama kabul etmediğin şeyi değiştiremezsin, görmediğin şeyi nasıl değiştireceksin? Mesela senin örneğin, hangi konuydu bu kırılganlık? Bu kırılganlığın bir kaynağı var. Bir geçmişi var, hikâyesi var. İçimizdeki çocukla alakalı ki zaten çoğu sorun içimizdeki çocukla alakalı çıkar. Geçmişteki olaylar, anne ile kurulan ilişki modeli, babayla kurulan ilişki modeli gibi. Zira onlar tam yapılanmamıştır. Jung buna yaralı çocuklar der, bu yaralı çocuğun bizim yetişkin tarafımızda görülüp kabul edilmesi gerekir. Bunu biz yapacağız. Buna reparenting denir, yeniden ebeveynlik. Zaten tüm mesele budur. Çünkü kırılganlık bugünün meselesi değildir. O kırılganlık geçmişimizin bugüne yansımasıdır. Bizim o kırılganlığa sahip çıkarak onu aklı selim tarafımıza sağduyumuzla olgunlaştırmamız beklenir. Şems-i Tebrîzî’nin şöyle güzel bir sözü var, “Hâlâ kırılıyorsan gönül evinin tuğlaları pekişmemiş demektir.” Hâlâ kızgınsan kendinle olan kavgan bitmemiş demektir. Dolayısıyla bizim bütünleşmemiz tam sağlanmamış ki hâlâ kırılıyoruz. Öte yandan kırılmak da çok doğal. O kırılganlığı tanıdığımızda, hikâyemizi bildiğimizde, kaynağını gördüğümüzde, ona kabul verdiğimizde gönül evinin tuğlalarını oluşturabilmek ve dönüştürmek için bir süreç işletiyoruz.

Dönüştürmek ne demek?

Güzel bir metafor var, şöyle diyor, bir yoldan geçiyorsundur, bir kanalizasyon çukuru vardır. O yoldan geçerken orada çukur olduğunu fark etmeden o çukura düşersin. Sonrasında debelenerek, bir süre uğraşarak çukurdan çıkar, yola tekrar devam edersin. Bu tekrarlanır. Bir gün oradaki çukura düştüğünü fark edersin. İşte bu kırılganlığı fark etmek gibi. Yani “Ben bu kırılganlığa düşüyorum ya,” dediğin yer, fark etmek. Bunu fark ettiğinde artık senin için o çukur çerçevelenir diyor. Yani bir çukur var, bu çukura düşüyorum ben. Sonraki düşmelerde, çukurdan biraz daha hızlı çıkmayı başarabilirsin böyle bir farkındalıkla çünkü çukur o kadar alışmış olduğun bir çukurdur ki… Bir süre sonra artık çukura düşmemeyi başarırsın; kenarından köşesinden geçmeyi öğrenirsin arada bir kere daha düşersin çıkarsın falan. Bir süre sonra artık çukur olmadan yürümeyi, yani çukura hiç bulaşmadan yürümeyi öğrenirsin. Derken bir gün gelir ve dersin ki “Bu çukurlu yolu kullanmanın ne anlamı var? Ben şöyle daha sağlıklı bir yol açayım.” Yeni bir yol açarsın. Dönüşüm bu işte. Pratikle, deneyimle, farkındalıkla iki adım ileri bir adım geri giderek bir dönüştürme, yapılandırma süreci. Jung buna bütünleşme der. Bütünleşme, zıtlıkların deneyimiyle olabilir.

“AŞKIN İŞLEV”

Özünde ise oradaki kırılgan yapı, bir kompleks. Geçmişten kaldı; yapılandırılmadı, onarılmadı. Bunu ebeveynler de yapmadı, yetişkinler de yapmadı. Biz kendi kendimize de yapamadık… O da bir kompleks olarak kaldı. Kompleksin, gerilim ve çatışma yaratarak yani bahsettiğimiz örnekteki gibi kırılganlıkla bütünleşmesine ihtiyaç var. Jung buna aşkın işlev diyor. Yani kırılgan parçamız var; bir yerde çocuk, bir yerde olgun parçamız var. Bunların işlemlenmesi ve birbiriyle bütünleşmesine dönüşüm diyoruz.

Jung ve arketipler hakkında ne söylersin?

Jung arketipten şunu kastetti aslında. Belli bir enerjisel sistem var evrende. Bunlar hep var, hep var olmuş ve hepsi yaşamı şekillendiren durumlar, olgular, olaylar. Binlerce yıldır, milyonlarca insanın deneyimi olarak yaşandığında, artık belli bir patern içerisinde davranmaya sevk ediyor bizi. Dolayısıyla Jung’un arketip dediği şey hayatın donanımsal sistemleri. Hepimizin davranışlarını şekillendiren birtakım unsurlar, olaylar. Jung her şeyin arketipi olduğunu söylüyor. Her şey bir arketipin bugüne yansıması, tezahürü. Ben bunu şöyle yorumluyorum, açıkçası bu benim yorumum: Bugün interneti bulduk, teknoloji bulduk, elektriği bulduk ya 1000 yıl önce yoktu. 100 yıl önce yoktu. Bu da bir arketipti. Arketip zaten zamansız bir platformdadır biz onu download ederiz. Dolayısıyla Jung birçok özel hareketten bahsetmiş ama her şeyin bir arketipi olduğunu sunmuş. Kendisinden sonra gelen kişiler de farklı arketipler üretmiş.

Kişi kendi temel ya da lokomotif arketiplerini kendi nasıl keşfedebilir? Ya da öyle bir şey var mıdır?

Var tabii ki. Keşfetmeye yönelik Jung’un zaten kişilikte tanımladığı dört dönemli arketip var. Başka arketipler de var. Belki ilk etapta dört arketipi bilmemiz bizim için çok anlamlı olur. Bunlardan bir tanesi persona. Persona bizim en dış katmanımız, sergilediğimiz maskemiz bir nevi diğer insanlarla bir aradayken görünen rollerimiz, statümüz, egonun kullandığı toplumsal parçamız ki bugün en büyük sorunlardan biri de kişinin kendisini personadan ibaret zannetmesidir. İyi bir makam, mevki, prestij, bunların hepsi personadır. Ego da şöyle bir yanılgı içerisine düşer, personadan ibaret olduğunu sanarak sadece buna yatırım yapar. Bugün sosyal medyada insanların çoğunun yaptığı gibi orada görülmek, fark edilmek, beğeni almak filan bir ihtiyaç olabilir ama kendinin bundan ibaret olduğunu düşünürsen yanılırsın. Dolayısıyla kahramanın yolculuğu da genellikle ilk persona sorunlarıyla karşımıza çıkar. Personada bir bozukluk, bir sıkıntı çıkar. Mesela şunu fark edebilir “Ya ben niye bu kadar değer peşinde koşuyorum ya da niye insanlarla geçinemiyorum? Niye çatışma yaşıyorum? Niye yalnızlaşma ihtiyacı duydum, niye geri çekildim, niye sürekli başkalarıyla bir arada olmak istiyorum, kaygılanıyorum, korkuyorum?” Bunlar aslında bir persona sorunudur.  

Peki ya gölge arketipi?

Gölge de bilinç dışına bastırdığımız görmediğimiz parçalarımızdır. Gölge, persona geliştirilirken oluşur; çocukken personamız yoktur. İki yaş civarı hepimiz doğaldık. Doğal deneyimlerimiz vardı. Hayata dair hiçbir şeyimizi bastırmıyorduk; öfkemizi, duygularımızı bastırmıyorduk. Sonra eşik muhafızları geldi. Onlar bize durmadan o ayıp, bu günah, terbiyesiz falan deyince biz personayı oluşturduk, oluşturmak zorunda kaldık ama bunun bedeli olarak da gölge yapı oluşturduk. Bastırdık karanlık tarafımızı. Jung buna “egonun karanlık kardeşi” der. İkinci arketip de budur. O bastırdığımız her şey duygular, hatta potansiyel yetenekler tedirgin eder bizi çünkü bunları ifade etmek, risk barındırır. Imposter sendromu deniyor bugün işte ona, onları bastırırız. Travmalarımızı, komplekslerimizi, hikâyemizin nahoş kısımlarını, korkularımızı, kabul etmek istemediğimiz huylarımızı bastırırız. İşte bunlar da içimizde gölge olur.

GÖLGELER DE BULUNMAK, GÖRÜLMEK İSTER

Bu gölge de bir mesele olarak orada bulunmayı keşfedilmeyi bekler ki, hatta bu gölgeyi reddetmenin bir bedeli vardır. Gölgeyi reddedersen hayatta sorunlar yaşarsın. Krizler yaşarsın ya kendi içinden çıkacak psikolojik sıkıntılar nevrozlar ya da dış dünyadan senin sana karşı eş zamanlı olarak gelecek krizler ya da insan ilişkilerinde yaşayacağın çatışmalar fark etmez. Hepsi kriz ve bu krizlerle aslında gölgeyi tanımamız gerekir. Dolayısıyla Jung’un gelişimde bireyleşme sürecinde en önem verdiği durak egonun gölge ile yüzleşmesidir. Kendini tanımanın yolu zaten buradan geçer. Senin söylediğin kırılganlık da bilince çıkmamış boyutuyla gölge olabilir. Hiçbir zaman kırılgan olduğunu fark etmezsin çok iyi aklileştirir ego çünkü “Ya işte onlar da bana saygısızlık yapıyor falan,” der. Ama sen dönüp baktığında o duygunu fark ettiğinde aslında bir nevi gölgeyi aydınlığa çıkartırsın. Bu bütünleşme fırsatıdır ve harikadır ve gelişim bu şekilde olur. Zaten başka türlü olmaz. Çatırdamayla, zorlanmayla olur. Krizler çünkü zorlar, belli bir gerilim yaratır ama gerilimden yeni bir düzenek kurmak bize bağlıdır ve bunu yapabildiğimizde gelişimimiz daha da ilerler. Gölgeler aydınlığa çıkar, hatta gölgelerin aydınlığa çıkması bize muhteşem bir zenginlik, güç katar. Çünkü gölgenin aydınlık tarafı da vardır. Her ne kadar nahoş gibi görünse de o kabul gördüğünde sana güç katar, seni daha da donanımlı yapar.

“Sen çok cömert biriysen aslında bir o kadar da cimrisindir. Sen çok cesur biriysen bir o kadar da çok korkaksındır. Sen çok iyi niyetli biriysen bir o kadar da fesatsındır” gibi yaklaşımlar, söylemler var.  Bunlar doğru mu? Değilse, daha sağlıklı bir bakış açısı nasıl geliştirebiliriz?

Yani bu doğru da olabilir, ki her şey zıttıyla kaimdir içimizde; böyle bir şey var dualite gereği. Mesela cömertlik dedik. Çok cömertsen, çok da cimrisindir diye bir söz söylemiş ya, buna katıldığım bir nokta olabilir ki bu cömertlik olmaz zaten; çok savurgansa mesela, belki cimriliğini bastırıyor olabilir. Anlatabiliyor muyum? Kavramları netleştirmemiz lazım. Gerçek bir cömertlik, erdem olarak yaşatılır ve denge noktasıdır. Orta noktadır zaten erdem dediğimiz şey. Hayat bize tamamen orta noktayı buldurmaya çalışıyor. Bir ucu neresi cimrilik, bir ucu savurganlık. Bu cimriliği de yaptıran egonun savunmaları. Adına kıtlık bilinci de, korku de, kaygı de… O savurganlığı da yaptıran gene egonun savunmaları: görülme ihtiyacı, fark edilme ihtiyacı, değer alma ihtiyacı, başkalarına şov yapma ihtiyacı, ispat ihtiyacı bak bunların hepsi uç boyutlar. Sistem bizden istiyor ki bu uç boyutlarda karanlığın deneyimini yaşadıktan sonra aydınlığın deneyiminde bir bilinç geliştirelim.

Bu bilinç varsa, birisi sana “Sen bu kadar çok cömertsin ama aslında çok cimrisin,” dese bile senin için bir anlamı olmuyor. Çünkü sen cömertliği, vicdani boyutuyla harika bir bütünlükte yapıyorsun. Dış odaklılığın kalmıyor zaten cömertliği tam geliştirdiğinde. Tüm erdemlere böyle bakabiliriz Serda. Erdemler dediğin şey orta noktadır çünkü hepsinin iki ucunda karanlık alan vardır ve orta denge noktası bizim tarafımızdan keşfedilmeyi bekliyor. Sen kahramanın yolculuğunu yaptığında bireyleşme sürecinde geliştiğinde bu orta dengeyi kendinde oluşturursun ve bu harika bir deneyim, yaşam pratiği katar. Yaşama sanatı katar sana. Her şeyde denge oluşur.

Sembolizma da iyiden iyiye hayatımıza girdi. Bu anlamda sembolizmayı hem nasıl yorumlamalıyız hem de hayatımızda nasıl kullanabiliriz? Tabii şunu da ekleyeyim, sembolizma gerçekten tüm kültürlerde ortak mıdır yoksa ben sembolizmayı da kişisel bir yerden mi ele almalıyım?

Şimdi ikincisinden başlayayım. Ortak semboller vardır. Ortak arketipler olduğu gibi tüm dünyada bilinen ortak semboller var. Jung bunu da keşfetmiş. Bunlar bazen karşımıza eşzamanlı figür olarak çıkabilir. Bazen bilinç dışından çıkabilir, bazen rüyalarda çıkabilir. Böyleyse eğer bu konuda bilgi sahibi olursan, zaten ortak arketipleri de bildiğin için onun bir ortak sembol olduğunu bilerek bunu bu boyutuyla yorumlarsın. Mesela terapistler böyle yapar. Bazı semboller vardır ki rüyalarda karşımıza çıkan boyutuyla o artık bir arketiptir. Bazı semboller daha kültüre has ya da bir döneme has olabilir. Sembolleri yorumlamak için onun sendeki izdüşümünü bilmen gerekiyor. Kültürel boyutuyla yetiştiğini ortam boyutuyla okuduğun dini kitaplar boyutuyla… Bu kadar önemli ki bir Müslümanın Hz. Muhammed’i görmesiyle bir Hristiyan’ın Hazreti İsa’yı görmesi aynı aslında, ikisi de self arketipi ve aynı. Bunları da bilirsen ona göre yorum yaparsın.

“SEMBOLÜN SENİN İÇİN ANLAMINI BİLMEN LAZIM”

Daha da önemlisi bütün bu sembollerin kendi iç dünyadaki karşılığını bilmek önemli. Yani onun anlamını da çıkartacak olan kişinin kendisi. Çünkü kendini en iyi tanıyan kişi o, terapist yardımcı olabilir ya da düşündürebilir ama kendi kişisel bağlantısını kendisi kuracak. Örneğin yılan sembolü arketipsel bir zeminde ölümsüzlüğü temsil edebilir, şifayı temsil edebilir. Böyle de bir anlamı vardır ama onun kişisel öyküsünde yılan, kendi korkusunu kendi gölgesini de temsil edebilir.

Aynı zamanda şunu da söyleyeyim Jung’a göre bilinç dışının içi, içeriği sembol bilgisi olmadan bilinmez. Modern insanın en büyük sorunu da bu sembollerle bağının kopması. Neden Jung’a geri dönüyoruz sorusunun cevabı belki bu olabilir aslında tekrar özümüze dönüyoruz çünkü orada bu altyapı var. Bizim atalarımızda, geçmişimizde kahramanlarımız var, azizlerimiz var, evliyalarımız var, yol gösterici rehberlerimiz var, masallarımız, mitoslarımız var. Şimdi o kadar koptuk ve mekanikleştik ki sadece ego endeksli olduk. Oysa o kadim bilgi olmadan kendimizi dönüştüremiyoruz, tanıyamıyoruz.

Jung’la hemhâl olmaya nereden başlanır?

Jung’u tanımaya yönelik onun kitaplarını okumakla başlayabilirler Kendini anlattığı Anılar, Düşler, Düşünceler kitabı olabilir. Hem kendi hikâyesini hem de kuramını anlatıyor beraberinde kendi öz eleştirisini de yapıyor, onunla bir başlangıç yapabilirler. Yeni Başlayanlar İçin Jung diye bir başka kitap var, çizgi roman şeklinde onu alıp okuyabilirler. Jung’un birçok videosu var. Benim de Jung’la ilgili çektiğim videolar var. Onun kuramını anlattığım birçok canlı yayınım var, oraya bakabilirler. Daha önemlisi bu anlattıklarımdan yola çıkarak kendilerine bakmaları da önemli, Jung onlara ne diyor acaba? İç dünyalarındaki hangi yere denk geldi? Nerede bir titreşim oluşturdu ki Jung’a karşı ilgi duydu, bakmak önemli diye düşünüyorum.

Peki sembollerle ilgili önereceğin bir şeyler var mı?

Jung’un İnsan ve Sembolleri kitabı var, onu öneririm. Joseph Campbell’ın Tanrıçalar ve Tanrıçanın Dönüşümü ve Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitapları var. Onları öneririm ayrıca masal, mit ve efsane okumalarını öneririm. Orası dolu dolu sembol, yani oraların biraz da arketipsel bir bakış açısıyla yorumlamaları var; onları önerebilirim.

Benim sormadığım senin anlatmak istediğin bir şey var mı?

Hayatta anlama ihtiyacımız var. Freud, anlam aramak bir hastalıktır demiş ama Jung da tam tersini söylemiş, “Anlamsızlık bir hastalıktır.” Gerçekten bu anlamsızlık bizde nevroz sorunlarını açığa çıkartıyor ya da kusurları belirgin hâle getiriyor hayatta; kaos ve karmaşa açığa çıkartıyor. Dolayısıyla bu anlamı bulmak bizim için de çok değerli. Kendi iç dünyamıza bakmamız ve kendi anlamlı yolculuğumuza çıkmamız çok kıymetli. Yani korkmasınlar bilinç dışından, hikâyelerinden, geçmişinden çünkü orası sahiplenilmeyi bekleyen durumlarla dolu ve bu sahiplenme, güzel bir bütünleşme süreci yaratıyor. Ben bunu kendimde görüyorum, danışanlarımda görüyorum. Eğitim verdiğim kişilerde de görüyorum. Biraz sarsılıyorlar, biraz ürküyorlar ama başlangıçta, sonra bu yolu layıkıyla yapabildiklerinde dönüşümün bir sonucu olarak güzel ödüller kazanıyorlar.

Çok güzel ağzına sağlık çok teşekkür ediyorum.

Ben teşekkür ediyorum Serda çok güzel sorular sordun, çok güzel dinleyicisin bu arada harika dinliyorsun, bunu belirtmeden geçemeyeceğim. Ben de sen böyle güzel dinledikçe anlatma motivasyonu buldum.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

serda-kranda-kapucuoglu_
Kitap projeleri, yayın danışmanlığı, yazar koçluğu ve geliştirici editörlük yapıyor. Jungian Koç. Birdenbire adlı ilk romanını 2022’de yayımladı. Kurucusu olduğu ZB Akademi’nin Serda Kranda Akademi markası altında hem kurumlar hem de bireyler için editörlük ve yazarlık atölyeleri düzenliyor, editoryal danışmanlık veriyor. 21 Gün Okuyanları adlı okuma kulübünün kurucusu. Mümkün Dergi’nin ve 360 derece editörlük ve yayın danışmanlığı hizmetleri veren Mümkün Ajans’ın kurucu ortaklarından. Edebiyat, felsefe, mitoloji ve psikolojiyle ilgileniyor. 1979 İstanbul doğumlu. Evli, kedili ve iki kız annesi.