Aşk, ölümsüz bir yaşamın vaadidir!
Dergi Kitap

Aşk, ölümsüz bir yaşamın vaadidir!

Başar Başaran’ın yeni kitabı Amsterdam “modern”, “entelektüel”, “narsist” bir erkek figürünün gölge kimliğini ve şeytanlarını açığa çıkaran, dehşetli bir şahanelikte yazılmış bir roman. İçinde aşk, sanat ve dönüşüm olan bir katarsis hikayesi.

Amsterdam - Başar Başaran
Amsterdam – Başar Başaran

Başar Başaran yeni kitabı Amsterdam’ın yazım sürecini bu sözlerle anlatıyor. Başaran 2003’ten beri gazetecilik, köşe yazarlığı ve editörlük görevlerinin dışında Kurt Kanunu, Yol Ayrımı, Bodrum Masalı gibi dizilere de imza atmış bir senarist. İlk gençlik şiirlerinin yer aldığı Girne Limanı’nın yanı sıra Zanzibar ve Mavi Ay gibi tiyatro oyunları da yazmış. Halen Next Akademi’de hikaye anlatıcılığı eğitimi veren, Kafa Dergisi yazarı Başar Başaran ile son romanı Amsterdam üzerinden, modern zamanlarda aşkı, kadın erkek ilişkilerini, bir dönüşüm ajanı olarak sanatı konuştuk.  

Kitabınız Amsterdam’ı kızınız Şiir’e ithaf etmişsiniz.  Aşkın çeşitleri var, bunların en başında da baba-kız aşkı geliyor. Bir kız çocuğu sahibi olmak size sevgi adına neler öğretti?

Bu sorunuz üzerine yeni bir roman yazılabilir.  O kadar derinlemesine bir ilişki ki, her yana saçılan, her aşamasında insana hem kendisiyle hem de karşısında yeni yeni şekillenmekte olan bir başkasıyla tanıştıran bir durum. İnsan her gün kendi kolunu o gün ilk kez takılmış gibi hissedebilir mi? Müthiş inceliklerle örülü bir yolculuğu hayatın; dış dünyadan ayrı kendi mevsimleri, takvimi var.

“Türkiye’de çok fazla şefkat ve güneş vardı. Bunlardan kurtularak yazmak istedim.”

Romanın adı Amsterdam, romanda Amsterdam’ı seçmenizin özel bir anlamı var mı?

İki binli yılların en başında Amsterdam’a yaptığım yalnız bir seyahatte almaya başladığım ve sonradan asla nereye yazdığımı bulamadığım için okuyamadığım birtakım notlardan neşet etti bu roman. Şehir bana kendini dayattı. Kuzeyin soğuğunda yapılan uzun yürüyüşlerde, dilini bilmediğim memleketin bana hissettirdiği yabancılığın ve yalnızlığın içinde hem kendime hem de lisanıma sığındım. Kendine iltica eden bir mültecilik hali. Türkiye’de çok fazla şefkat ve güneş vardı. Bunlardan kurtularak yazmak istedim.

Başar Başaran
Başar Başaran

İsimsiz erkek kahramanımızın bilinçdışı dünyasında gezinirken, hayata, aşka, erkek olmanın, erkek varoluşunun ezeli korkularına dair çok derin şeyler öğreniyor okur. Erkeklerin hep çocuk kalmak istemesinin, ebedi anne arketipine aykırı bir durumda bir kadına güvenememesinin, biraz kaba olacak ama “Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır” amiyane deyişinin tezahür etmesini görüyoruz özellikle de aşkta. Bu anlamda erkeğin aşkı kadının aşkı diye sorsam ne derdiniz? Aynı aşktan mı söz ediyoruz?

Aşkın cinsiyeti, genel bir tanımı olabilir mi emin değilim. Bence bir insan için bile aşkın anlamı kendi hayat haritasında denk geldiği yerler itibariyle yaştan yaşa, durumdan duruma değişiklik gösterir. Objektif bir aşk yoktur. Subjektif olan kendi açmazlarımızdır. Buna göre şekil alır, kendi tahribatımızı ona göre seçeriz. Kadınları genel itibariyle daha cesur bulduğumu söyleyebilirim ama. Acı eşiklerinin daha yüksek olduğuna eminim. Bu işte bence bu devrin derdi. Çünkü eskiden aşkından verem olan karakterler erkekti, hatırlayın. Anna Karenina bir erkek düşüydü ancak. Kadın daha somutta, son tahlilde bir ayağı hep yer kabuğunda olandı. Bu müthiş bir dengeydi. Bugün erkeğin korkaklığı aşkın ve tam kelime anlamıyla söylüyorum, âşık olanın eksikliğini getirdi bize. Neden şiir yazılamaz doğru dürüst, neden musiki zor nefes alır yahut artık neden peygamberler gelmiyor diye soracak olsanız aynı yerden yanıt veririm. Aşktan erkek korktuğunda soyutlamalar kadük kalır. Yükselmiyor yüzyıl, kim bilir belki de sebebi budur. Kadınlar daha gerçek kaldılar. Erkek belki de kapitalist modernizmin ilk kurbanı oldu.  

“Kadınları genel itibariyle daha cesur bulduğumu söyleyebilirim ama. Acı eşiklerinin daha yüksek olduğuna eminim.”

ÇAĞIN VEBASI: VAKİT ÖLDÜRMEK

Kitapta çokça vurgulanan esersiz kalma, sıradan bir hayat içinde yaşayamama korkusunun, varoluş bunalımın altında ne var? Yazarlık kahramanının kendisi için seçtiği bir imaj mı, korkaklığını ve pasifliğini saklamak için kullandığı bir kalkan mı?

Kendini realize ettiği anda insan, artık hayattan boyunun ölçüsünü almış olur. Gavur akçesiyle ne eder bellidir. Bundan kaçmaksa söylediğiniz evet esersizlik acısı hissetmenin ama harekete geçmememnn altında böyle bir durum yatıyor olabilir. Korkaklık belki yine. Bir şey yapmak için geç ama henüz vazgeçmek için erken olan o alacakaranlık var ya, orada sancı vardır işte. Bu sancıdan dünyayı değiştirmek de mümkündür, söylenerek ve vakit öldürerek kurtulmak da. İşte vakit öldürme, belki de çağın vebası budur. Bütün dünyanın terkibi de tam buna göre değil midir, cep telefonunda oyun oynayan elli milyon insan varmış bu ülkede. Hangi varoluş bunalımı? Akşamı etmek yaşamak demek değildir. Karakter de romanda bunun acısını çekiyor. Esersizliğinin. Acısı sahiciyse iki şey olacak ya delirerek yitecek ya da delirerek üretecek. Delirmekten korkmamak bütün mesele. Karakter de buna talip oluyor. Sözde mi, gerçek mi, bilmem onu okur söyleyecek.

Her temas ettiğin kadından bir iz, bir aşk parçacığı alır mı insan? Eğer alırsa neden erkek için değişim bu kadar zor?

Bir paket lastiği düşünün. Çekersiniz uzar, bırakırsınız eski haline döner. Bir kere iki kere, fakat bir süre sonra tavsar, haddinden fazla çekersiniz uzaması biter süner. Bir daha eski formuna dönmez. Elastikiyet kabiliyetini yitirmiştir. Artık o bir lastik değildir. Plastik herhangi bir şeydir. Bir zamanlar paket lastiği olması ona paket lastiği dememizi gerektirmez. Formu değişmiş başka bir şeydir o. Amorftur. Bozuktur. Değişim değildir mesele; özünü hatırlamak, hatırladığında da elastikiyet kabiliyetini kaybetmeden ona dönebilmektir. Kim ne kadar uzadığını kendi bilecek, kim masaya koyduğumuzda öylece kalacak, kim hemen eski haline geri dönecek. Yani değişmek de organik bir durumdur. Yaşıyor olmakla mümkündür.

“MIŞ GİBİ” ASPİRİNDİR

“MIŞ GİBİ” ASPİRİNDİR

“Hayallerimin, gerçekleşmeleri için peşinden koşulacak bir şey olmaktan çıkıp giderek kadınları etkilemeye yarayan bir anlatıya dönüştüğünün o vakitler farkında değildim. Çarpıcı bir rüyayı bütün heyecanımla anlatıyordum” diyor anlatıcı Amsterdam’da.

Bütün bu satırlarda, modern, entelektüel, kibirli, etrafında çok kadın olan, bilgili, çok yüksek meselelere kafayı takar gibi görünüp oluşturduğu kimlikte rahat edemeyen, tam varlığını hissedemeyen modern bir erkek, bir yalnız görüyorum, yanılıyor muyum? Herkes bu yalnızlık çağından şikayetçi ama konfor alanını da bozamıyor neden?

Sizin de en başta dediğiniz gibi korkuyor. Kendiyle karşılaşmaktan. Ve aynı anda, karşılaşmadan yok olmaktan. Unutmaktan hatta bu hissi, vazgeçmekten, öyle ki vazgeçtiğinden bile bihaber vazgeçmekten. Bunlardan aynı anda korkuyor. “Mış gibi” aspirindir. Alırsın başın geçer. Neden ağrıdığını aramaya başlayınca adamımız roman oluyor zaten. Yollara öyle revan oluyor. Yahu bu ağrı neyin ağrısı, ben şu pencereden düşsem içimdeki ağrı da düşer mi, ben şu pencerede düşsem içimdeki ağrı da düş mü? Bunu arıyor… 

Bir parçalanma halinden söz ediyorsunuz romanda. Bu aslına hepimiz için geçerli, sizce aşk ve sanat bu parçalanmayı bütünleyebilir mi? Eğer bütünlenmek istiyorsak!

Kavga, aşk ve sanat. Ruhun görünür olduğu anlar. Bedeni aşmak, tek çaresi budur insanın. Bunun yolu da budur. Yaşamaktan mühim işlerin olduğunu kabul etmek.

ERKEĞİN ELİNDE TERK EDEBİLMEK ZAVALLILIĞI KALDI BİR TEK

“Neden böyle olur bilmiyorum, birine âşık olduğum zaman daima beni çok sarsan kıskançlık krizleri geçiririm. Bu durum bende kadının kolunu kanadını kırıp onu tam anlamıyla ilhak edene kadar sürer”

Bu yazdığınız satırlar sanki bir çağa da tam damga vuran satırlar, her on kadından dokuzu bu kahramana rastlamıştır hayatının bir döneminde, özellikle de ülkemizde, bu coğrafyanın, bu kültürün eril enerjisinin nasıl bir kolektif travması var ki bir türlü iyileşmiyor? Toksik erkeklik, en siyahtan griye doğru kültürel olarak açılsa da hala neden bu denli güçlü varlığını sürdürüyor?

Adına yeni dünya da denilen bir radyoaktif sızıntıda reaktöre erkekler daha yakın durduklarından belki önce onlar bozuldu. Erkeğin elinde bir kadını terk edebilmek zavallılığı kaldı bir tek. Bunu güç zannetmesi ne kadar acıklı. Halbuki birinin elinden bütün varoluşunla, şimdi ve burada olarak tutabilmek, zihninin bütün oyunlarından kurtulup hem beline hem diline sahip olabilmek, arkamızda dağ gibi duran o eski babalar gibi durabilmek, halinin ve kendi gerçeğinin sahibi olabilmektir asıl zor olan. Bundan kaçışlarını romantize etmeye ne sanat denir ne de hayat. Bir çözülmedir. En önce biz çözüldük belli ki. Dedemizin gerisindeyiz. Kadınlar anneannelerinin çok ilerisinde ama. Galiba işte bu fark açıldı. “Mind the Gap” diyorlar Londra metrosunda “Boşluğa dikkat et.” İşte bu boşluktan aşağı yuvarlanan eşyanın tabiatı oldu. Evler barklar sevgi sözcükleri böyle anlamlarını yitirdi.

AŞK BİTER; BİZ AŞK HAKKINDA KONUŞMAYA BAŞLARIZ

Aşk erkek için ölüm gibi bir şey mi, biraz bunu hissediyoruz sanki? Oysa ölmekten korkarak yazılamaz galiba!

Bilakis bunun için yazılır, bunu yenmek için. Paramparça olup tekrar birleşmek için. Tırnaklarını kâğıda can havliyle geçirmekle yazılır. Beyhude bir büyüklenme, dayağını yiyip oturacağını bile bile zamanın karşısına dikilmekle yazılır. Aşk kimse için ölüm değildir. Hayat ölümdür. Aşk ona karşıt bir yapılanmadır. Yeni ölümsüz bir yaşamın vaadidir. Kendi kaderini kendi çizen uluslar gibi bir an için diklenmektir. Aşk kaşıyacak tırnak bulmaktır. Kuyruğu dikmek sesini yükseltmek varoluşunu afyonlanmış savaşçılar gibi esrik bir silaha çevirerek kapıyı duvarı yıkmaktır. Mağlubiyet mi, bu dünyanın bir unsurudur. Aşık aşıkken daima galiptir. Aşk hakkında aşık konuşmaz; aşık yaşar. Gücünü buradan alır. Sonra aşk biter biz aşk hakkında konuşmaya başlarız. Şöyledir böyledir. Bu konuşmalar içinde aşkın olmadığı bir dünyanın elementleridir. Aşkın kimya cetvelinde bunun yeri yoktur. Onun bileşenleri başka bir gezegenin tozundandır. Bence Satürn. Neden Satürn diyen melankoliye baksın. Cevabı oradadır. Yani aşkı ölüme benzeten şey, galiba o geldiğinde sen gitmiş olacaksın sözünde gizlidir. Âşık olan biz şimdiki bizle aynı anda aynı zamanda yaşayamaz. Biri varsa diğeri yoktur. O yüzden belki de aşk hakkında bütün sözler eksik kalır, çünkü müellifleri aşıklar değildir.

Bu içerik Mayıs 2022 tarihli Aşk Özel Sayısında yer almaktadır. Dergiyi şimdi okumak için tıklayın.
Bu içerik Mayıs 2022 tarihli Aşk Özel Sayısında yer almaktadır. Dergiyi şimdi okumak için tıklayın.

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

kevser-aycan-saroglu
Kul, insan, kadın, gazeteci, yazar, editör, yazar kâşifi, rüya avcısı. Amerikan Dili ve Edebiyatı mezunu. Medya sektöründe çok uzun yıllar muhabir, editör, köşe yazarı olarak görev yaptı. Halihazırda büyük bir yayınevinde yayın danışmanlığı yapıyor. Kendisini ‘ebedi hayat öğrencisi’ olarak görüyor.