“Hükümdarlar filozof, filozoflar hükümdar olsaydı, kentlerin yüzü ışırdı!”
Roma devletinin gelmiş geçmiş en başarılı imparatoru ve aynı zamanda bir filozof olan Marcus Aurelius (nam-ı diğer Augustus’u) anlatmaya başlamak için seçtiğim üstteki alıntı, ünlü düşünür Platon’a ait bir sözdür. Platon’un tarifteki arzusunun vücut bulmuş hali olan bu şanlı Roma imparatoru, hakkında söylenenlere ve ardında bıraktığı güçlü devlete bakılırsa Platon yine nokta atışı bir öneri yapmış gibi duruyor.
Son Stoa döneminin son filozofu olan ve düşüncelerini hayata geçirme azmiyle Stoa felsefesinin Roma’da ulaştığı en yüksek noktayı işaretleyen Romalı imparator Marcus Aurelius ahlak, siyaset alanlarında görüş bildirmiş ve bütün Stoalılar gibi O da özellikle mutluluk ahlakı ve kozmopolitanizm fikirleri üzerinde yoğunlaşmıştır.
Marcus Aurelius ile birlikte Seneca ve Epiktetos’un da beraber zikredildiği Stoa Felsefe geleneğinin üçüncü ve son aşaması olan Roma Stoası veya Son Stoa dönemi genel olarak, Kıbrıslı Zenon’un temellendirdiği Eski Stoa’nın orijinal fikirlerine bir geri dönüş ve onları sahada uygulama şeklindedir diyebiliriz. Bu eğilimle birlikte elbette Aurelius da her aklı selim insanın yapacağı gibi Stoa felsefesini kendi döneminin gereklerine uyarlamıştır. Bu bağlamda, Marcus Aurelius’un felsefi görüşleri Stoa Felsefesinin karakteristik çizgisinden ayrı düşünülemez.
Bildiğimiz üzere Stoa Felsefesi genel olarak mantık, fizik, ahlak ve siyaset alanlarında görüş bildiren bir düşünce pratiğidir. Aurelius genel anlamıyla bu konuların hepsiyle ilgili görüşler bildirmiş olsa da O asıl olarak ahlak, hayatın geçiciliğine karşı ölümün kaçınılmazlığı ve siyasete dair düşünceleri ele almıştır. (Pardon da o siyaset alanında görüş bildirmesinzde kim bildirsin, adam Roma İmparatoru, hem de tam kırk yıl!)
Aurelius’un felsefesi daha çok, ölüm hakkındaki derinlemesine düşünmenin çerçevesinde yoğunlaşmıştır. Bana kalırsa onun insanlara hatırlatmaya çalıştığı şey -geçici bir varoluşun içinde- temelde iyilik arzulayan bir Tanrı önünde, ödevi (yaşam) mahiyetince derinleşmekti.
KENDİMİZİ DÜNYA YURTTAŞI OLARAK GÖRMEYE DAVET EDER
Eğer onu yanlış anlamıyorsam bu orijin etrafında şekillenen Marcus Aurelius’un felsefesi ilk bakışta genel bir tedirginlik ve karamsarlık gösteriyor gibi olsa da sonunda insancı bir cömertliğe açılmaktadır. Çünkü nihayetinde hepimizi ve kendimizi bir dünya yurttaşı olarak görmeye ve değerlendirmeye davet etmektedir.
Belki tam bu noktada şunu belirtmekte fayda var; genel olarak Stoa felsefesi, özel olarak da Marcus Aurelius’un bu düşünceleri yaşanılan çağa da uygundu ve zaten Stoa felsefesi de bir bakıma imparatorluğun resmi felsefesi haline gelmişti. Çünkü o dönemde kentlerde bile, büyük ölçüde yoksulluk çeken işçi ve köle sınıfı vardı. Yani toplumsal koşullar pek de parlak değildi. Hal böyle olunca, o çağın felsefesini de bireysel koşullardan ziyade toplumsal koşulların belirlediğini göz önünde bulundurmalıyız.
Dünya devleti olma arzusuyla genişleyen Roma imparatorluğunun, sahip olduğu topraklarla beraber, kontrol altında tutması gereken bir de tebaası vardı. Bu tebaaya belli bir huzur düzleminde tutmak için onları bir dünya devleti vatandaşı olduğuna inandırmak gerekiyordu. Bu görevde, insanların manevi ihtiyaçlarını gideremeyen mevcut çok tanrılı pagan inancının yetersizliğinden dolayı, Evrensel Us’u ön plana çıkararak çözüm yolları gösteren felsefeye, yani Stoa Felsefesi’ne düştü. Kısaca bu felsefe, beşeri bir ihtiyaçtan doğup ve kabul görerek halk tarafından da benimsendikten sonra, geçerli entelektüel faaliyet olmuştur. Hele bir de, imparatorluğun tek hakim kişisi tarafından da benimsenip, bizzat hükümdarın yaşantısında ve devlet işlerinde pratiğe dökülünce, inandırıcılığı daha da artmış, yarattığı refah etkisi kaçınılmaz olmuştur. Nihayetinde, Eflatun felsefesiyle bir kat daha takviye edilen Stoa felsefesi, Aurelius elinden, Roma’da en yüksek aşamaya ulaşmış ve yine diyebiliriz ki, en güzel ifadesini Marcus Aurelius’un yaşamında ve eserlerinde bulmuştur.
Aurelius’un kırk yıllık imparatorluğu boyunca yaşamının önemli bir kısmını kan ve gözyaşı ortamında yani seferlerde geçirmiş olmasına karşın, hayret verici bir şekilde “ilmin, şefkatin, müsemmanın, merhametin, insana ve insani olan her şeye saygının” canlı örneği olduğu söylenir. Stoacı ilkelere göre yaşamaya da özen gösteren bu filozof imparator, bir yandan yaşadıklarını kaleme alırken, öte yandan da yazdıklarını yaşamak suretiyle, bir teori- pratik birlikteliği ortaya koymuştur. Oturduğu yerden ülke yönetmeyen bu adam imparatorluğu döneminin çoğunda savaşmak zorunda kalmış olması ve en önemli eseri olan ‘Düşünceler’ kitabını da savaş alanlarındaki ordu karargahlarında kaleme almış olması sanırım kaderin bir cilvesidir. Fırat Nehrinden Atlantik’e, İskoçya’nın dağlarından Afrika’nın çöllerine kadar uzanan bir imparatorluğun yönetimini eline almış olmasına rağmen Marcus Aurelius’un felsefeye biçtiği değerin bugün bile üzerine konuşulması gereken türden bir içtenlik taşıdığına inanıyorum. Çünkü onun nazarında felsefe, tıpkı ilaçların bedensel hastalıkları iyileştirmesi gibi, ruhun hastalıklarını iyileştiren, onun acılarını dindiren ve bu sağaltma ile de insanın kendini gerçekleştirmesini sağlayan bir reçetedir.
EVREN ERDEMLİCE DÜZENLENMİŞTİR, HERKES BU DÜZENLİ EVRENİN PARÇASIDIR
Ünlü yapıtı ‘Düşünceler’ adlı eserinde Stoa felsefesinin tüm gereklerini kendi düşünce pratiğinde nasıl akılcı ve dahası nasıl yaşam pratiği haline getirilebileceğinin tarifini deyim yerindeyse günlük niteliğinde kaleme almış olan Aurelius, kitapta ‘evrenin erdemlice düzenlendiği’ temel fikri etrafında felsefesini yapar. Aurelius’ a göre herkes bu düzenli evrenin bir parçasıdır. Ve istisnasız olarak tüm insanların ruhlarının efendisi de doğanın kendisinin bir yankısı olduğu “yönetici akıl, yönetici yetenektir. Peki ama evrende her şey böyle erdemlice düzenlenmişse, pek çok fizik ve moral kötülüğü nasıl adlandıracağız sorusuna ise Stoa felsefesini benimseyenlerin iman ettiği [Mutlak ve nihai olarak] iyi, eşyanın düzeninin içindedir ve bu da ancak akıl ile ortaya çıkabilir, ancak akıl ile bilinebilir, argümanı ile cevap verir. Yani evrendeki bu düzen içerisinde, bizim kötü olarak adlandırdığımız, algıladığımız şeyler, durumlarda, özü iyilik olan bu düzenin bir parçası, hatta onun külli yasaları gereği olduğunu dile getirir. İnsanın bu eşsiz düzeni, (görünmeyen içindeki saklı görüneni) anlaması için kendi algısına bağlı olarak gelişecek olan birtakım niteliklerin mevcudiyetinin farkına varması gerekliliğini salık ederken insanı yönlendirdiği yer içkin bir içsellik (derin tefekkür, kendi içine bakma) halidir. Bunu yapmayı becerebilen insan kaçınılmaz olarak doğa ile uyumlu olacağından kararlarında ahlaklı, kendi içkin bireyselliğine bağlı, uyumlu ve dingin bir hayat sürecektir. Aurelius ‘a göre; insan zaten yapısında mevcut bulunan bu hasletleri kuvveden fiile çıkararak gerçekleştirmekle ilgili bir görev amacıyla bu dünyadadır. Bunu hayata geçirmenin en kısa yolunun ‘kendi içine bakmak’ olduğuna inanan bu filozof; insanın, her gün kendini değerlendirmesi, hatta bizzat kendine hesap vermesi gerektiğini sık sık dile getirir. Başka bir değişle uykuda bir ruhun tembelliğin tadını çıkarmak yerine, kendini eğitime ve kişilik mermerini yontma cehdi ve gayreti olarak da nitelenecek olan bu edimlerle adaması insanın hayrınadır. Kendi kültürümüzün sözcükleriyle eşdeş bir ifade ile belirtmek gerekirse ‘kamil insan’ portresini gerçekleştirmeyi hedefleyen ferdî karakterli davranışlar kadar, toplumsal nitelikli tepkileri de içeren bu hasletler onun felsefesinde şunlardır: ‘içtenlik, onur, zor görünen şeyler karşısında direnç, hazlara karşı ilgisizlik, hakkına razı olmak, yetingenlik, iyi niyet, özgürlük, yalınlık, ağırbaşlılık, yüce gönüllülüktür. Bunları kendine karşı iç bakış ile temin eden insan kaçınılmaz olarak ahlaklı da olacaktır.
İNSANIN ÖZÜ TÜM KÖTÜLÜKLERLE BAŞA ÇIKACAK KUDRETTEDİR
Aurelius sayıp döktüğümüz tüm bu nitelikleri, Düşünceler adlı kitabında Doğaya Uyum ve Kendi Niteliklerini Geliştirmek fikri altında toplamıştır. Buradan hareketle bir felsefi esere göre okuması oldukça kolay olan Düşünceler kitabının hala günümüzde yaşadığımız birçok soruna ışık tutabilmesi açısından zamansız olduğunu düşünenlerdenim. İlgilenen okur için en kaba haliyle bu kitabın başat görüşünü özetlemek gerekirse (insan-evren ve tanrı bağlamında) Aurelius şu temayı ortaya koymaktadır; “evrenin evrensel bir us tarafından yönetilen bir birlik taşıyor olması gerçeği karşısında, insan tininin tanrısal usun bir parçası olması nedeniyle, bütün dünyasal kötülüklerin ortasında yaşamak zorunda olmasına karşın, iyi olarak kalma yetisini taşıyor olması onun yani insanın özünün tüm bu kötülüklerle başa çıkacak kudrette olmasının dayanağıdır. Aurelius, gelip geçmekte olan zamanın ve doğadaki akışın ritmine uygun olarak, olgulardaki ve insan yaşamındaki bu gelip geçiciliğin farkına varmayı ahlaki bir davranış ilkesi oluşturmada araç olarak kullanır. Doğal evreni, tam odaktaki dingin bakışlarla temaşa edip, bundan ‘uyum’, ‘dinginlik’ ve ‘varlığa yeniden yol alabilme gibi gaye ve kaygıları damıtabilmek; sonsuzdan sonsuza doğru gibi hızla ilerleyen zamanın gonkları karşısında, hiç telaşlanmadan ve doğal evrene uyum gayesinden sapmadan serinkanlı bir tutumu içselleştirmeyi öğütler. ‘Düşünceler’ adlı kitabındaki ilgili pasajlarda kendine sık sık şu hatırlatmayı yapar; ‘Kısaca, insansal olan her şeyin gelgeç ve değersiz olduğunu her zaman düşün, bunu iyi düşün.’ Onun konumundaki bir adamın kaleminden bu sözleri okumak bana hep çok ilahi ve içten gelmekle birlikte bir yandan da böyle süfli sözler eden insanın bu sözlerini nasıl hayata geçirilebileceğini, bu yolda bizi tutkularımızdan kurtaracak ve yetkinliğimizi sağlayacak olan yetinin sadece ve sadece akıl olduğunu söylemesi beni yakalayan yanı olmuştur. Onu özel kılan bir diğer yanı ise bize verilmiş her şeye karşın, doğanın ruhuna, yani varlığın kaynağına olan bir gönül borcumuzun olduğunu dile getirmesidir.
Hadi madem kitaptan pasajlara değinme işine girdim beni zamanında en çok etkileyen kısmı da sizden esirgemeyeyim:
Gün ışıyınca kendi kendine şöyle de: Bugün meraklılarla, vefasızlarla, kaba, kıskanç, bencil kişilerle karşılaşacağım. Bütün bu kötülükler bu insanların başına, iyiyi ve kötüyü bilmedikleri için geliyor. Ama, iyinin doğasını kavramış ve onun doğru, kötünün doğasını kavramış ve onun yanlış olduğunu bilen, yanlış yapan kimsenin doğasını kavramış ve onu, benimle aynı kandan, aynı tohumdan geldiği için değil, benimle aynı zihni, tanrısal bir parçayı paylaştığı için akrabam olduğunu bilen bana o insanların hiçbirinden zarar gelemez. (Çok güzel buluyorum bu yaklaşımı) Hem sen bırak iyi bir insanın nasıl olması gerektiğini tartışma artık, sen iyi bir insan ol. Sen buna yoğunlaş.
Aurelius’un, konumu düşünüldüğünde bitmek tükenmek bilmeyen sorumluluklarından dolayı kendi iç dengesini sağlayabilmek adına kaleme aldığı bilinen ‘Düşünceler’ adlı kitabında, yasa hakimiyeti ve düzen bölümüne evren yasaları ve insan ilişkisi korelasyonunu göz ardı etmeden devlet yasası düzenleyen, doğada hüküm süren kozmik yasalar gibi, beşeri ve toplumsal ilişkilerde de yasanın egemen olması gerektiğine inanan, karmaşık ve iç içe girmiş beşeri münasebetlerin düzenle işleyebilmesi adına kelimesi kelimesine insan tabiatının onuru kavramına ( üstelik o dönem için) vurgu yapan, yönetiminde bunu içselleştiren, kararlarında eşitleyici ve de her bireyin( vahdet-i vücut inancına benzeyen bir evren algısı dolayımıyla) saygınlığı hak ettiği fikrini esinleyen, bunun uygulanabilir olması için mevcut düzenin direnç noktalarını aşmak için çaba sarf eden, zamanda her nesneyi ‘nedensel ve özdeksel’ yönlerine ayır ve öyle incele’ öğüdüyle ister ahlak alanında, isterse siyasi erk kullanımı alanında olsun, analitik bir düşünme modelini benimsetmeye çalışan, düşünce ve uslamlamalarında, ahlaki erek ile siyasi erek konularını iç içe girmiş bir şekilde ele alan, birey temelli olan ahlak görüşlerini yönetici olarak kendisinde tecelli ettiren, bireyi aşan ve topluma ulaşan görüşlerini siyaset alanında da destekleyen, sadece kendini değil, yaratılmış olan başkasını, yönetmekle sorumlu olduğu halkını düşünmenin erdemliliğini sergileyen, dürüstlük, namusluluk’ gibi genel ahlaki erdemlerin yanında, başarılması gereken ve en az onlar kadar önemli olan yalınlık, ölçülülük, içtenlik gibi kavramların varlığına dikkat çeken (hatta bunları becere bilenin zaten yasa gereği dürüst ve namuslu olacağına işaret eden), bireysel bir yozlaşma belirtisi olan gösterişe mukabil yalınlığı salık veren, toplumu, güvenilmez, yüzeysel ilişkiler ağında mahkum ve mahpus eden ikiyüzlülük ve riyakarlığa mukabil içtenlik hasleti isteyen, somurtkanlığa ve küstahlığa mukabil sevecenliğin önemini anlatan, özellikle de hizmetten kaçıp hazıra koşmaya mukabil, ‘insanlara hizmet’ nosyonunu zikrederek, bireyin tinsel ve iç dünyasında bulunan, fakat devingen olmayan ahlaki duygu ve bilinç katmanlarına pratik bir boyut kazandıran böylece sözel kıymetleri, reel ve insani alana taşıyan, Tanrının bir adının da Hakikat olduğunu ve O’nun yüce varlığının bütün hakikatlerin ilk nedeni olduğunu söyleyen, tam da bu nedenle, her kim bile bile yalan söylerse, yalan söyleyerek hakikati aldattığı için inançsızdır diyen, yalan söyleyenin yüce doğa yasasına aykırı davrandığı ve evrenin doğal uyumuna sekte vurdurduğu için düzensizlik yarattığı için doğanın apsedir diyen, evrendeki doğal düzen ile bireylerin davranış biçimleri arasında, adeta determinist karakterli bir yapı arz eden ve atomcu bir münasebetin olduğuna uyarıda bulunan, doğal düzene negatif bir müdahalenin ilahi düzeni yadsıyıp onu bozma girişimi gibi algılayan, böyle bir eylemi de, son derece uyarıcı ve tehdit edici bir ifadeye büründürerek Hakikat’e karşı günah olarak niteleyen, toplumun ortak yararı söylemi ile bireyi topluma ve toplumun ortak çıkarlarına feda etmeden, onun ÖZGÜN ve ÖZNEL taleplerini de göz önünde bulunduran; bir başka ifadeyle, bireyin özgürlüğünü ve haklarını toplumun kolektif sorumluluk ve gözetimine yükümleyen son derece adil bir düşünceyi işaret eden, ölümünün ardından bir çok toplum bilimciye ilham ve inceleme konusu olan, Bertrand Russell’ın dile getirdiği gibi “Eğer dünya tarihinde insan soyunun en mutlu, en müreffeh olduğu dönemin belirlenmesi istenirse, çekinmeksizin Domitianus’un ölümünden Commodus’un tahta çıkışına değin geçen zaman anılabilir” dedirten, siyasi yönetimlerini ve kamu yönetimi anlayışlarını çok imrenerek izlediğimiz Finlandiya gibi ülkelerin toplum ve devlet tasarımlarında bugün dahi ilham olarak kullanılan, hala kim ve tam olarak nasıl bir insan olduğunu anlayamadığımız Zukerberg’in kızına onun adını koyacak kadar zihninde yaşayan, (Zukerberg’in Aurelius takıntısı bununla da bitmiyor saç şeklini bile ona özenerek kestirdiği biliniyor) yazdıkça ütopik bir hayal kahramanına benzeyen devlet adamı benim de şahsi kanaatimce felsefenin sınırsız göğünde kalıcı bir iz sahibi olmayı hak eden bir düşünürdür.
Bu ayki yazımı bitirirken diğer aylarda yaptığım gibi araya girip işi sulandırmadığımın farkındasınızdır. İşin açık tarafı birkaç kez denesem de bu sefer yapamadım. İçinden geçtiğimiz bu dönemde böylesi bir devlet adamını yazarken çoğu kez boğazım düğümlenip gözlerim doldu. Çünkü içimden geçen yoğun bir itkiyle tıpkı yazıyı açtığım Platon’un sözü gibi -aynı dileği- satır aralarında dileyip durdum. Hayatın, işinin ve niyetinin ehli kişilerin elinde daha güzel bir yer olacağını biliyorum. İyi niyetli insanlar olduğuna inanıyorum, yaşanan hakkaniyetsiz ve hatta doğa yasasını bozan zorlukları hak etmediğimizi de biliyorum.
Ve 2022’den dünya üzerindeki tüm kentlerin yüzü ışısın diye yönetenlerin filozof, filozofların yönetici olduğu dönemi başlatmasını diliyorum.
Mutlu yıllar.
Fotoğraflar: Pixabay
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.