Bilim

2 = 1

“Bir doğrunun zıttı da doğrudur.” – Zen deyişi.

Mantık ve içgüdü, farklı yollarla aynı hedefe ulaşmaya çalışan iki zıt kutup gibidir. Dünyayı algılama biçimimizi ve verdiğimiz kararların rotasını çizer. Buna göre, mantıksallar çoğu zaman zihinlerinin sesini dinler. Analiz eder, sorgular, çözüm arar ve sağduyunun yolunu izler. Sezgisellerse daha çok iç seslerinin, inanç ve hislerinin rehberliğini takip eder. Onlara yol gösteren ses zihinlerinden değil kalplerinin derinliklerinden gelir. Fakat bir anlaşmazlık durumunda, analitikler genellikle sezgiselleri mantıksızlıkla, duygusallıkla ya da riskli olmakla suçlar. Sezgisel ruhlarsa mantıkçıları çoğu zaman aşırı temkinli, katı ya da soğuk bulur. Uçlara doğru gidildikçe bu ayrışma artar ve aklın belli seviyelerine geldikçe iç sesi duyamama ya da sezgiselleştikçe mantığı elden bırakma gibi biçimlere girer.

Ne var ki sezgileri güçlü olan da mantığı kuvvetli olan da en doğru kararı kendisinin verebileceğinde hemfikirdir. Ve her ikisi de bulunduğu kutbun ne kadar ucundaysa o kadar yanılgıya düşmektedir. Çünkü, her önsezi mantık içermelidir ve her mantık da önsezi. İkisi de bir diğeri olmadan pozisyon alamaz ve biri olmadan öteki de var olamaz. Neticede her iki kutup da kutbun öbür ucuna olan ihtiyacını fark edeceği deneyimlerle yüzleşmek durumunda kalır. Mantıkla yaşayan içine doğanları görmezden gelmemeyi öğrenmek durumundadır. Yeri geldiğinde akışa bırakıp güvenebilmeyi ve duygularına cesaretle yaklaşabilmeyi… Sezgisel olansa deneyimlerinin yalnızca analizle ortaya çıkan derslerini anlamak durumundadır. Duygularına kapılarak fark etmesi gerekenlere körleşebildiğini ve kalbini dinlerken görünen gerçekliği de reddetmemesi gerektiğini… Çünkü akıl ve sezgi görünürde iki zıt kutuptur fakat bu kutupluluğun, düalitenin, amacı da her iki tarafı deneyimleyerek dengeyi bulabilmemizdir. Ancak bu sayede uçların katı gerçekliğinden kurtulur ve merkeze gelebiliriz. Görünürde karşıt dursalar bile var olmak için birbirine ihtiyaç duyan zıtlıkların, yalnızca geniş plandan görülebilen kusursuz birliğini fark edebiliriz.

Bu yazı dizisinde ikiliğin, düalitenin, bireysel ruh halimizden ilişkilerimize, yarattığımız gerçeklikten küresel tekamülümüze kadar bizi nasıl etkilediğine bakacağız. Onu aşmanın yollarını, aşmadığımızda olanları ve hakikatte düalitenin asıl işlevini hatırlayacağız.

Ego ve Düalite: Kutuplaşmanın Kaynağı

Hayvanlarda ve bebeklerde “ben” farkındalığı yoktur. Yaşamın ilk aylarından sonra bu farkındalığa varmaya başlarız ve kendimizin diğerlerinden ayrı bir birey olduğunu fark ederiz. Yani bir “ben bilincine”, egoya, sahip oluruz. Egomuz, kendimizi tanımlama biçimimizdir ve sürekli kimlik kazanmak ister. Bunun için de kendini ve dünya içindeki yerini değerlendirebileceği ipuçlarını kullanır. İşi, eğitimi, maddi durumu, yaşam biçimi, çevresi, diğerlerinin ona tavrı, hikâyesi ve onu oluşturan her şeyle “ben” dediği kavrama dair kalıbı biçimlendirir. Bunlar sayesinde benlik algısını korumaya ve güçlendirmeye çalışır. Dolayısıyla ego, bizim dış dünya ve kendimiz hakkında durmaksızın yorum yapan zihnimizdir. Kâr, fayda ve zarar hesabıyla irdeler ve olanların yalnızca kendini nasıl etkilediğiyle ilgilenir. Haklı ya da haksız, iyi ya da kötü, üstün ya da aşağı gibi kalıplar kullanır. Bu yüzden ego, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcıdır. Yani düalitedir; düalite yaratır ve bundan beslenir.

Sevginin önüne koyduğumuz bütün engeller egomuzun eseridir. Biz bu arayışımızın ne farkında olursak olalım, hepimiz, çoğu eylemimizle sevgiye ulaşmaya çalışırız. Fakat egomuzun tahakkümü altındaysak ya da gölgelerimizin, içsel düalitemizin, farkına varmamış, onları kabul etmemişsek, farkında olmadan sevginin önüne setler çekeriz. Korku, kıyas, kontrol, yargılama ve ayrıştırma tabanlı düşünceler üretir, bunlara yönelik deneyimler yaratırız. Böyle olduğunda kendimizi sürekli ötekilerle yarış ve yaşamla savaş halinde buluruz. Kendimizi olduğumuz gibi değil, olmak istediğimize göre değerlendirir ve yargılarız. Ötekileri de çoğu zaman oldukları gibi değil, görmek istediğimiz gibi algılar ya da buna uydurmaya çalışırız. Diyelim ki ilişki içinde olduğumuz kişinin bizi sevebileceğine inanmayan, içten içe sevgiyi hak etmediğine, bir gün mutlaka terk edileceğine ya da aldatılacağına inanan biriyiz. Bu kök inanç, bizde yoğun bir kaybetme korkusu ve kaygı yaratır. Korktuğumuz başımıza gelmesin diye de karşımızdaki kişiyi sımsıkı tutmamız gerektiğine inanırız. Bu da bizi ilişkide aşırı kıskançlık yapan, kısıtlama yaratan eylemlere iter ve neticede ilişkiye zarar verir. Sonunda, kehanetimiz kendi kendini gerçekleştirir. Ve ilişkilerimiz hep benzer sebeplerle, benzer biçimlerde sonlanır. Biz de tam da inandığımız gibi, sürekli bizim kıymetimizi bilmeyen insanlarla karşılaştığımızı, belki de insanların zaten güvenilmez olduğunu düşünürüz. Çünkü zihnimiz bizden en önemli gerçeği saklamaktadır. İlişkiyi darbeleyenin biz değil, bizi anlamayan karşımızdaki kişi olduğu hikayesini yazmıştır. Yalnız kalma endişemizi, kaybetme korkumuzu, empati eksikliğimizi ya da bencilliğimizi farkındalığımızdan gizlemiştir.

“Egomuz hakikatle ilgilenmez.”

 Meselenin yalnızca kendi inançlarını destekleyecek kısımlarıyla ilgilenir. Ve bunların gerçekliğini ispatlamak için uğraşır. Bizim gölgede kalmış yanlarımız, zayıflıklarımız, zaaflarımız, korkularımız ego için kabullenmesi zor şeylerdir. Bunları görmek yerine; bize kendimizi kontrolde hissettirecek, arzularımız ve beklentilerimizi karşılayacak, o an için rahatlatıcı olan fakat derinlerde yatan kalıplarımıza fayda sağlamayacak çözümler üretir. Bu çözümler de çoğu zaman bastırmaya çalıştığımız kaygıları besleyen, bizi sabote eden, ayrılık ve düalite yaratan deneyimler olur. Egomuzun tahakkümü altında olduğumuz müddetçe ve gölgelerimizi reddettikçe, bütün bunları realite (ya da kader) olarak deneyimleriz. Çünkü, bastırdığımız güdülerimizden kaçındığımız müddetçe onların güdümünde kalmaya devam ederiz. Ve onları yok saymak, yalnızca acıyı ve gerilimi uzatır.

Duygular ve Ego

Zihnimiz gibi duygularımız da düaliteye tabidir. Ve öfkeyle kabul, sevinçle hüzün aynı skalada yer alır. Skalanın bir ucunda sevgi, ötekinde korku bulunur. Geriye kalan tüm duygu formlarıysa bu iki uç arasındaki salınımdadır. Güneşin doğup batışı gibi birbirini izleyerek dönüşen, birbirinin yerine geçen farklı frekans değerleridir. Fakat ego, duyguları da olduğu gibi değil, kendini koruyacağı biçimlerde görmek ister. Örneğin kırılganlık, kıskançlık, üzüntü ya da korku gibi duygular onun tarafından kolay kolay kabul edilebilir değildir. Ego, onların enerjisini açığa çıkarıp rahatlayabilmek için öfke gibi, daha kabul edilebilir biçimlere sokar. Bu da özellikle toplumumuz gibi öz benliğin bastırılması ve kısıtlanmasına alışkın kültürlerde ciddi sorunlara ve ilerleme aksaklıklarına yol açar. İçimizdeki çatışma ve engellenme, dışarıdaki çatışma ve engellenmeyi besler.

Ego, kendini tüm benlik zanneder ve reaktif biçimde sürekli bir şeylere yanıt verir. Doğası gereği, “benlik” olarak tanımladığı şeyi koruyarak buna zarar verecek her şeyi kendinden ve dışarıdan gizlemek ister. Onun bu boyuttaki, bu dünya deneyimindeki işlevi budur. Fakat, ne kadar güçlü görünürse görünsün egomuz, hiç de sırtımızı yaslayarak güvende hissedebileceğimiz bir dayanıklılığa sahip değildir. Aksine kolayca kırılabilen ya da güçlenebilen, değişen ve dönüşen bir niteliği vardır. İlişki dinamikleri, travmatik olaylar, hastalık ve kazalar, maddi konular ya da gündelik meseleler sürekli olarak egomuzu farklı biçimlerde etkiler. Benlik algımızı kökten değiştirmese de kendimizi tanımladığımız şekli biçimlendirir. Öyle ki, bu kimlik, büyük bir olayla, bir günde bile tamamen değişime uğrayabilir. Dolayısıyla, “ben” dediğimiz şey bile değişkendir. Böylesine dinamik bir ortamda sahip olduğumuz tek sabitse, özümüzdür. Nefes alıp verdiğimiz müddetçe varlığını deneyimlediğimiz, bedenimizi canlı tutan farkındalığımızdır. Yaptığımız seçimler doğrultusunda önümüzde akıp giden ve dönüşen hayatı izleyendir.

İçsel Dengenin Anahtarı Öz

Benliği oluşturan skalanın bir kutbunda ego öteki kutbundaysa öz yer alır. Yani; zihinden, egodan, ayrılıp düalitenin öbür ucuna doğru gidildikçe öze yaklaşılır. Ego benliğin üzerine geçirdiği tüm kılıflar, maskeler, korkular; ayrılık, çatışma ve sorun yaratan kalıplar gücünü yitirmeye başlar. Bunların yerini kabul, anlayış, bilme hali, içsel huzur ve sevgi alır. Çünkü ruhun, ilahi olanın ya da evrenin, bizimle içsel olarak iletişime geçtiği yer özümüzdür.

Öz, yani farkındalık, şimdideyken ego zamanla ilgidir. Kontrolcüdür, istek ve arzularla doludur. Bu yüzden hep daha fazlasını ister ve andan memnun olmaktan çok bir sonraki adıma önem verir. Varsayımlar, olasılıklar, keşkeler, hırslar, eksiklikler, geçmiş, gelecek kısaca an dışında her yerdedir. Bu yüzden ego zamansaldır; yani illüzyondur ve illüzyon yaratır. Çünkü modern fiziğin de açıkladığı gibi, yaşam yalnızca şimdiki andan ibarettir. An dışında kalan tüm zamanlar zandır. Ve biz ancak anda olduğumuzda bütüne sahip oluruz. Zamansal yaklaştığımızda, yani zihni devreye soktuğumuzda, düaliteye düşeriz. Örneğin, bir şeyi yaparken onu iyi yapıp yapmadığımızı düşündüğümüzde çoğunlukla tökezleriz. Çünkü kontrol çabasına gireriz ve bu ikilem bizi andan uzaklaştırır. Odağımız dağılır ve zihne düşeriz. Halbuki geribildirim almaya çalıştığımız şey de kendimiziz, onu yapmakta olan da. Bu yüzden ancak yaptığımız işe konsantre olduğumuzda, yani anda kaldığımızda, onu daha kolay başarır ve ondan keyif alabiliriz.

“Gözlemci ve tanık olan halimizden uzaklaşıp yorum yapmaya, yargılamaya başladığımızda egomuz devreye girer ve kalp sesimizi duymamızı zorlaşır.”

Fakat hakikati bilen ve geniş plandan görebilen kalptir ve kalbin zekâsı da özdür. Onun bilgeliğine ulaşmak, yani skalanın öteki ucuna yaklaşmak için yapmamız gerekense aradaki engelleri kaldırmaktır. Özümüzü duymamızı engelleyen, onu perdeleyen, her şeyi düşünceyle çözebileceğine inanan zihin gürültülerimizi kısmaktır. Bunları sessizleştirmek, düşünme alışkanlığını ve aşırı düşünmeyi durduran şeyse, zihni bastırmaya çalışmak değil anda olmaktır. Yalnızca meditasyon yaparken değil aynı zamanda, hatta belki de en çok, günlük hayat akışında bunu yapmamızdır. Çünkü bize asıl farkındalık yaratacak olan şey, kendimizi yaşadığımız durumların içinde fark edebilmek ve düşüncelerimizi, dürtülerimizi görebilmektir. Bu, egomuzun reddettiği yönlerimizle yüzleşme cesareti göstermemiz anlamına da gelir. İçsel düalitemizin farkına varmamız, içsel gerilimi sonlandırmamız ve yaşamla, olanla, olduğumuz kişinin tüm veçheleriyle barışma yoluna girmemiz demektir. Bu olduğunda otomatik pilottan çıkar ve egomuzun hükmünde, koşullanmış olduklarımızla ya da geçmiş deneyimlerimizin kalıplarıyla değil, objektif hakikatin bilgeliğiyle görmeye, tepki vermeye ve deneyim yaratmaya başlarız.

Zihni Yönetmek

Anda kalmayı, günlük hayatımızda zihni duymayı pratik ederek sağlayabiliriz. Beyin plastisitesi gereği, kas hafızasına benzer olarak, beyni nasıl çalıştırırsak o da kendiliğinden o şekilde çalışmaya devam eder. Ve biz düşüncelerimizi gözlemlemeyi, davranışlarımızı fark etmeyi pratik ettiğimizde bunu otomatik hale getiririz. Yargısızca, gözlemci olup anda kalarak ruhun, kalbin ya da yüksek benliğin, sesini işitmeye başlarız. Bu sayede pusulamız egodan öze, yani katı gerçeklikten ilahi olana geçer. Ve enerjiyi kalbe yaklaştırırız. Bunun içinse anda kalmak üzerine çalışmamız gerekir. Bunu günlük hayatımızda; yorum, yargı, düşünce, kıyas ve daha birçok düşünsel, egosal alışkanlığımızı fark ederek pratik edebiliriz. Sessizlik meditasyonuyla yapabiliriz. Düşüncelerimizi bastırmaya çalışmadan, kendimizi ya da bir şeyleri yargılamadan, zihnin peşinde koşmadan, düşüncelere yapışmadan, sadece gözlemleyerek nefesimizi izleyebiliriz. Duyguların ve düşüncelerin gelip geçici olduğunu hatırlayarak, onları yalnızca izleyip geçip gitmelerine izin vererek pratik edebiliriz. Başlangıç için yönlendirmeli meditasyonları kullanabiliriz.  Son olarak, fiziksel çalışmalarla bedenimizle ilişki kurduğumuzda da zihnin enerjisini bedene ve ana çeviririz.

Devamı 2. Bölümde…


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

ozge-ureyen
Lisans ve yüksek lisans eğitimlerini psikoloji alanında, kurumsal kariyerini danışmanlık ve Getir şirketlerinde tamamladı. Psikolog ve yazar kimliklerini ruhsallıkla birleştirerek yazılarını kaleme alıyor.