Bilim

Geleceğin Karanlık Hali: Sanal Evren

Arthur C. Clark’ın “2001: Bir Uzay Destanı” kitabında ilkel insan bir gün büyük, siyah, taş benzeri bir yapıyla karşılaşır. Monolit adı verilen bu taş, yıldızlar arası seyahat edip canlıların evrimini izleyen “İlk doğanlar (Firstborn)” tarafından yapılmış ve dünyaya gönderilmiştir. Bir gün bu monolitin yüzeyinde imgeler, resimler belirmeye başlar. Böylece insan farkına varmadan aldığı sinyal ve mesajlarla, yüzyıllar sürecek bir eğitime başlar. Aradan asırlar geçer; insan aile kurmayı ve alet kullanmayı öğrenir. Gel zaman git zaman, insan evrimleşir, kullandığı alet de onunla beraber gelişir. Ve sonunda insan uzaya çıkar. Ne var ki, burada işler tersine dönmüştür. Tüm önemli kararlarını teslim ettiği ve kendi elleriyle icat ettiği “alet” insanı ele geçirmiştir. Artık karar verici insan değil maddedir. Ürün de madde değil insan olmuştur. Böylelikle doğal denge bozulmuş, insan ruhundan kopmuş ve yarattığı maddeye teslim olmuştur.

Yapay zekâ tartışmasız ki günümüzün ve geleceğimizin en önemli teknolojisi. Hatta bir rivayete göre de geçmişimizin… Anlatıldığında göre, Atlantisliler ileri teknoloji ve simya bilgilerini ortak gelişim, iyilik ve birlik gibi idealar için değil, hırs, egoizm, kontrol ve bireysel çıkarlar için kullanmayı tercih etmişti. İnsani ve ruhsal yönlerini terk ederek güç ve madde üzerinden doyum sağlamaya çalışmış, duygularıyla bağlarını yitirerek ahlaki çöküş yaşamışlardı. Uzay/zamanda bozulmalara yol açacak ve etkisi günümüze dek uzanacak çalışmalarla yapay bir Mer-ka-ba alanı oluşturmak, bu sayede gerçek ve doğal olanın yerine kendilerinin programlayıp kontrol edebildiği yeni bir gerçeklik yaratmak istemişlerdi. Bu sayede gezegeni ve üzerindekileri kontrol edebileceklerdi. Ne var ki, bu fikir ters tepti ve yaptıkları çalışmalarla kıtalarının sonları geldi.

Şimdi, belki kolektif hafızamızın içsel bir uyarısı, belki de daha yüksek bir farkındalığın ışığıyla teknolojide ne kadar hızlı ilerlememiz gerektiğini sorguluyoruz. Bunu, bulunduğumuz aşamada, özellikle de yapay zekâ konusunda yapıyoruz. Çünkü hızla gelişmekte bu teknoloji, yalnızca birkaç sene içinde arabalarımızı kullanmakla kalmayacak aynı zamanda doğal kaynaklarımızı, su ve güç santrallerimizi, tarımsal üretim ve dağıtımı organize edebilecek. Nükleer silah güvenliği, biyolojik hastalıklar ve vatandaşlık hakkı gibi birçok hayati konuda veriler analiz edip sonuç üretecek. Alacağımız haberler, okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler, hatta çizgi filmler bile onun tarafından hazırlanıp sunulacak. Bizse, muazzam güç vermekte olduğumuz bu teknolojinin henüz nelere yol açabileceğini bilmiyoruz, tehlikesinin boyutunu dahi kestiremiyoruz. Hata yapma lüksümüz yok ve bu konuda aşılacak herhangi bir eşiğin geri dönüşü de.

Gelin, zamanı ileriye doğru, lineer akan bir kavrammış gibi kabul edelim ve günümüzden yarınımıza, yapay zekânın yol açabileceği potansiyel olasılıklara bir göz atalım.

7 gün 24 saat çalışabilen bir çalışanı kim istemez?

Yapay zekâ konusunda herkesin hemfikir olduğu tek bir konu varsa o da yaratacağı iş alanlarıyla beraber işsiz bırakacağı milyonların varlığı. Mavi ya da beyaz yaka, serbest çalışan ya da sanatçı, tüm meslek seviyeleri ve neredeyse tüm sektör çalışanları, artık yapay zekâ kaynaklı potansiyel işsiz adayları. Çünkü yapay zekâ binlerce bilgiyi saniyeler içinde öğrenebiliyor, hepsini depolayabiliyor, ona verilen bilgilerle de kalmayıp bunlar üzerinden kendi kendini eğitip geliştirebiliyor. Daha şimdiden akademisyenler için makale yazıyor, markalar adına ayakkabılar tasarlıyor, hukuk sınavlarını başarıyla geçiyor ve doktorlara asistanlık yapıyor. Kimi yatırım şirketleri ve bankalar vereceği krediler ya da yatırımları yapay zekâ ile belirliyor.

İşe alımlarda artık insanlar değil, eğer pozisyon el veriyorsa yapay zekâlar tercih ediliyor. Örneğin, IBM şirketi, yapay zekânın devralabileceği 7.800 pozisyon için işe alımları durduracağını açıkladı. Çünkü hata yapma olasılığı neredeyse sıfır olan, kişisel sorunları işini etkilemeyen, çok hızlı öğrenen, çok hızlı işlem yapabilen ve oldukça düşük maliyete 7 gün 24 saat çalışabilen bir çalışanı kim istemez? Bu sebeple başta müşteri hizmetleri, finans, hukuk, güvenlik, üretim, sağlık hizmetleri, bilgi işlem, veri analizi, lojistik, inşaat ve yapı endüstrileri olmak üzere dünya çapında milyonlarca belki milyarlarca kişi birkaç sene içinde işten çıkarılmayla karşı karşıya kalabilir.  Böylesine yaygın bir işsizlikse kaçınılmaz olarak, beslenme ve barınma gibi krizlerle beraber kitlesel depresyon, boşluk ve suç oranlarının artışı demek. Belki de dünyanın her yerinde hükümetlere karşı yapılan protestolar ve yapay zekâya karşı ayaklanmalar da…

Evrensel Temel Gelir Modeli

Bir yandan da portreyi hemen karalamayalım. Bu konuda öne sürülenlerden biri de yok olacak meslekler olduğu gibi yepyeni iş kollarının da oluşacağı. Örneğin, yapay zekâ algoritmalarını tasarlayan, geliştiren ve optimize eden mühendisler, makine öğrenimi uzmanları, fiziksel robotları tasarlayan ve programlayan robot mühendisleri, yapay zekânın etik ve sosyal etkilerini değerlendiren, güvenli kullanımını sağlamak için politika ve standartlar geliştiren profesyoneller, sesli komutlar ve dil işleme üzerine çalışan uzmanlar, yapay zekâ ve makine öğrenimi konularında eğitim veren, içerik geliştiren profesyoneller, robot-insan etkileşiminde insanlara duygusal destek sağlayan terapistler, yapay zekayı kötü amaçlı kullanımlardan korumak ve algoritmaların güvenliğini sağlamakla ilgilenen güvenlik uzmanları gibi yeni birçok meslek dalı ortaya çıkacak.

Yine de bunlar, küresel çoğunluğu kapsayan bir avantaj olmaktan çok uzak. Çünkü işsiz kalacak olanların bu işleri yapması için de belli bir uzmanlık, eğitim, ilgi alanı ve işe ulaşım fırsatı gibi birçok kriteri sağlaması gerek. Böylesine büyük bir sorunun önüne geçmek içinse alınması beklenen en geçerli çözüm, evrensel temel gelir modeli oluşturmak. Yani devlet tarafından her bireye yaş, cinsiyet, etnik köken, çalışma durumu veya diğer kişisel özellikler fark etmeksizin düzenli aralıklarla verilen karşılıksız para. Bu sayede işini kaybeden kişiler gıda, barınma, eğitim gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir geçim kaynağına ulaşabilecek. Ekonomik güvenlikleri sağlanmış olduğu için de kendilerini geliştirebilecekleri alan onlara açılmış olacak. Ve insanların, yapay zekânın yapacağı angarya ve el oyalayıcı işlerdense daha karmaşık ve yaratıcı görevlere odaklanmalarına olanak tanınacak. Bu da olası krizlerin önüne geçecek ve nitelikli işlere olan talebi arttıracak. Tabii bu, tamamen elde edilecek ekonomik ve zamansal özgürlüğün nasıl değerlendirileceğine bağlı.

Sanal Dünyalar ve Öte Alem: Yeni Normalimiz

İnsanlar olarak biz ve sistemlerimiz kolay adapte oluruz. Örneğin, pandemiden önce evden çalışmak birçok kişi ve kurum için imkansızdı, artık yalnızca evden çalışan milyonlar var. Pandeminin başında izole olmuşluk ve eve kapanmışlık hisleri birçoğumuz için oldukça zordu. Artık evden çıkmadığımız, trafik, kalabalık ve hava kirliliğinin olmadığı eşofmanlı yaşamı daha çok tercih ediyoruz. İhtiyacımız olan sosyal paylaşım ve hayata dahil olmaktı, bu boşluğu da tüketimle doldurduk. Online toplantılar yaptık, online oyunlar oynadık ve online bir ekonomi yarattık. Elimizden düşmeyen telefonlarımız, boynumuzu eğmiş laptoplarımız ve güzel anlarımızı paylaştığımız sanal dünyalarımızla bundan yalnızca 10 sene önce yaşadığımızdan bambaşka bir hayat yaşıyoruz. Ve bu hayat, yeni normalimiz halini alıyor. Kimi kişiler için belki de gerçek hayatın yerini bile…

Sanal olanın gerçeğin yerini alma ihtimalini anlamak için bir döneme damga vuran sanal çiftlik oyunu Farmville’i hatırlayalım. Çiftliğimizde yetiştirip sattığımız meyve ve sebzeyle yeni arsalar alıyor, beraber oynadığımız insanlarla komşu olup gitgide daha zengin çiftçiler oluyorduk. Şimdi, orada kazandığımız paranın gerçek paraya dönüşüp bankamıza yattığını ya da kripto para cüzdanımıza eklendiğini düşünelim. Oyunda kazandığımız bu parayla gidip süpermarket alışverişimizi yaptığımızı, bir başka siteye gidip kıyafet satın aldığımızı ya da çocuğumuzun okul taksitini ödediğimizi… Şimdi de bu sistemin internetteki tüm oyunlar için geçerli olduğunu…

Temel ihtiyaçlarımız kendiliğinden karşılandığında kimimiz yaşam enerjimizi sanatta, gönüllü işlerde, ilişkilerde, yaratıcılıkta ya da merak ettiğimiz konuların bilgisinde bulacak. Kimimizse yaşamsal bir anlama, derinliğe ya da amaca olan ihtiyacının farkında olmayarak kendini sanal evrenlerin içine bırakacak. Nitekim, tamamen yargısız bir bakışla, hayatın doğal akışı sonucu, bir jenerasyon hayata gözlerini ekranla açtı. İlk oyununu önceki nesiller gibi sokakta ya da oyuncaklarla değil burada oynadı. Şimdi bundan vazgeçmeye niyetli olmayan en az bir çocuk ya da genç hepimiz tanıyoruz. Ve öyle görünüyor ki, bir sonraki kuşak sadece ilk oyununu değil ilk alışverişini, ilişkisini, seyahatini, eğitimini ve mesleğini de sanal evren üzerinden yapacak. Hayatı burada tanıyacak ve burada yansıtılandan ibaret sanacak.

Sınırsız bir evrenin sunduğu gerçeklik

Şiddeti, cinselliği, dostluğu, ekip olmayı, tüketimi, ilişkileri, ülkeleri, dünyayı, politikayı ve hayatı, kısaca her şeyi buradan deneyimleyip ihtiyaçlarını buradan tatmin edecek. Çünkü yaratılmakta olan sanal dünya gerçekten de ona tüm bunları vermek üzere hazırlanan ve öyle de pazara sunulacak olan sınırsız bir evren. Burada, gerçek hayatta ulaşamadığımız şeyleri yapabileceğiz. Örneğin, yüz yüze gelemediğimiz kişilerle berabermiş gibi hissedebilecek, kullandığımız aygıtlar ve çipler vasıtasıyla onları duyusal olarak da hissedebileceğiz. Giydiğimiz kıyafetlerle gerçekten oradaymış gibi ortamı birebir deneyimleyebileceğiz. Gidilmez coğrafyaları keşfedebilecek, tarih öncesi yaşamları gezebileceğiz. Görünüşünü kendimizin belirlediği; hiçbir zaman yaşlanmayan, hastalanmayan, yavaşlamayan, yorulmayan yani fizyolojik hiçbir sınıra tabi olmayan bir bedene sahip olabileceğiz. En ulaşılmaz görünen insanlarla bile etkileşime girebilecek, dokunamadığımız bedenlerle ilişkiye gireceğiz.

“Bilincimizi beynimizde zannedip ruhumuzu terk edeceğiz.”

Gerçek hayat bizim için ne kadar katlanılmaz ve zorluysa burada o kadar fazla zaman geçirmek isteyeceğiz. Dış dünyada fakirlik, savaş, terör, salgın, ekonomik kriz, kıtlık, hava kirliliği gibi birçok kötü olay olsa bile burası barışın, bolluğun, bereketin, güzelliğin, her şeye ulaşımın mümkün olduğu bir yer olmaya devam edecek. Burada kimse bizi gerçek hayatta sahip olduğumuz (ya da olmadıklarımıza) göre değerlendiremeyecek. Yaptıklarımız ya da yapmadıklarımızla yargılayamayacak. Dürtülerimiz bastırmamız beklenmeyecek; hareketlerimizin sorumluluğunu almamız, cezadan korkmamız, hoşlanmadığımız insanlarla iletişimde kalmak zorunda olmamız ya da para kazanmak için sevmediğimiz işlerde çalışmamız gerekmeyecek. İstersek kimliğimiz gizli, dürtülerimiz canlı, duygularımız ilkel ve düşüncelerimiz derinliksiz kalabilecek. Belki de gün gelecek ve sonlu bir bedenin ve zorlu bir yaşamın yerine bu sonsuz ve “mükemmel” yerde yaşamayı tercih edeceğiz. Ya da günümüzde yapılan araştırmalar başarıya ulaşacak ve zihnimizi dijitalleştirip buraya yükleyeceğiz. Bilincimizi beynimizde zannedip ruhumuzu terk edeceğiz. Ve düşüncelerimizi sanal bir bedene aktarıp yaşama burada devam edeceğiz. Burayı, olur da teknoloji çökerse, sonsuza dek içinde hapsolabileceğimizi düşünmeyecek kadar çok seveceğiz. Zamanın (ya da internetin) sonuna dek sürecek bir karanlığın ve hiçliğin içinde hâlâ düşünebiliyor ve hissedebiliyor olan Avatarlar olabileceğimiz ihtimalini de. Ruhun sonsuzluğundan kopmuş olduğumuzu ve yapay bir ölümsüz uğruna kâinatın sonuna dek sürecek bir ıstırabı tercih etmiş olabileceğimizi de…

Sanal Evrenlerin Yaratacağı Sorunlar

Şimdi zamanı geriye alıp günümüze dönelim. Çünkü sanal evrenlerin yaratacağı potansiyel sonlardan önce halihazırda yarattığı gerçek problemler var. Bunlardan ilki, çevresel etkiler ve enerji kaynakları. Böylesine büyük bir teknolojinin altyapısı ciddi miktarda enerji tüketiyor. Sistemin oluşturulmasından devasa verilerinin depolanması ve işlenmesine kadar her aşaması yoğun bilgi işleme gücü, büyük veri merkezleri, kaynak ve enerji kullanımı gerektiriyor. Doğal kaynaklarımızın bu denli hızlı tükendiği ve plastik pipetlerin bile hassasiyet konusu haline geldiği bir dönemde, dünyamızı çok daha hızlı tüketecek böylesine büyük ve keyfi seçimler yapma lüksümüz yok.

Bu sistemler doğaya olduğu kadar, doğanın bir parçası olan insana da oldukça zararlı. Uzun süre ekran karşısında oturmanın, güneş ışığı ve fiziksel aktiviteden mahrum kalmanın vücutta ciddi sorunlara yol açtığı biliniyor. Kardiyovasküler hastalıklar, boyun ve bel kaslarında sorunlar, obezite, bağışıklık sistemi zayıflığı, yüksek kan basıncı, uyku problemleri, göz bozuklukları, cilt yaşlanması, yüksek stres (kortizol) hormonu, seyrelen saçlar, dijital göz yorgunluğu ve duruş bozuklukları bunların en yaygınları.

Gerçek bağlar kurmak ve sosyal becerileri geliştirmek imkansızlaşıyor

Fiziksel sorunlarla beraber, iletişimi sürekli sanal ortam üzerinden kurmak sosyal becerileri de köreltiyor. Burada, yüz yüze olduğumuzun aksine göz teması, jest ve mimik gibi iletişimin ana elementlerini kullanamıyoruz. Bu da duygusal bağlantımız ve becerilerimizi zayıflatırken birbirimizle yakın hissetmemiz ve derin, gerçek bağlar kurmamızı olanaksızlaştırıyor. Empati, güven, iletişimsel algılama, çatışma ve problem çözme başta olmak üzere birçok sosyal beceriyi yitirmeye başlıyoruz.

“Sanal ile gerçek, doğru ile yanlış arasındaki çizgi bulanıklaşıyor.”

İzole olduğumuz ve gerçek dünyadan uzaklaştığımız için depresyon, anksiyete, düşük özsaygı ve stresle başa çıkamama gibi duygusal ve psikolojik sorunlar artıyor. Ayrıca zaman geçirilen oyun veya programın türüne bağlı olarak öfke, hırs, şiddet, endişe ve korku gibi negatif duygu, düşünce ve davranışlar sürekli tekrarlanıyor. Duyguların ve zihnin bunlardan ibaret olması, yaşamın da bunlardan ibaret olduğu algısına yol açıyor. Çünkü zihin oyunla gerçeği ayırt edemiyor. Ve bu, gerçek hayatta sürekli bu duygu halleri içinde, yoğun travmatik, şiddet dolu bir yaşam yaşıyor olmaktan farksız oluyor. Ayrıca oyunlarda sürekli tekrarlanan şiddet içerikli veya suç unsuru oluşturan anormal davranışlar, bir süre sonra olağanlaştırılmaya başlanıyor. Çünkü zihin gibi bilinçaltı için de bir şeyin oyun, şaka, yanlış ya da ironi olmasının anlamı yok. Bunların tekrarlanıyor olması, normalleştirilmesine yetiyor. Ve sanal ile gerçek, doğru ile yanlış arasındaki çizgi bulanıklaşıyor.

Şiddet temelli oyunların gerçek hayattaki etkileri

“ABD’inin en kanlı okul baskını” olarak geçen haberde, okula saldırı düzenleyen Eric Harris’in günlüğünde şunlar yazıyordu: “Kendimi Doom oynuyormuş gibi hissetmeli ve insani olan bütün duygularımı içimden söküp atmalıyım, karşıma çıkan herkesi Doom`daki canavarlar olarak görmeliyim.” Doom, Amerikan askerlerini savaşa hazırlamak için eğitim programı olarak hazırlanan, daha sonra üzerinde hemen hemen hiç değişiklik yapılmadan çocuk ve gençlere sunulan bir oyun. Psikoloji Profesörü Dr. Dave Grossman, Pulitzer ödülüne aday olan, “Öldürme Üzerine: Savaşta ve Toplumda Öldürmeyi Öğrenmenin Psikolojik Bedeli” kitabında bunu şöyle değerlendiriyor: “first person shooter’ denilen ve kahramanın perspektifinden oynanan oyunlar çocuklara aktif olarak adam öldürmeyi öğretiyor.”. 2. Dünya Savaşı sırasında yapılan bir araştırmayı örnek gösteriyor ve o zaman askerlerin sadece %15’inin düşmana nişan aldığını ve çoğunluğun bilinçli olarak ıskaladığı bulunuyor. Vietnam Savaşına gelindiğindeyse askerlere refleks halinde ateş etmek öğretiliyor ve karşısındaki insana nişan alma oranının %90’a çıktığı tespit ediliyor.

Yapılan araştırmalar, gerçekten de şiddet temelli oyunların beyindeki frontal lob’da kalıcı etki bıraktığı tespit etti. Burası; kişilik, dürtüsel davranışların kontrol edilmesi, karar verme, konsantrasyon, duygusal tepkiler ve duygusal dengenin korunmasını kontrol eden bölge. Ve bilinç ve bilinçaltı gibi bedenimiz de maruz kaldığı duygu, düşünce ve frekansa göre şekil alıyor. Ve panik, kızgınlık, öfke gibi negatif duygular yüksek stres hormonu, adrenalin ve kortizol, salgılamamıza yol açıyor. Bunun sürekli olmasıysa bağışıklık sisteminin düşmesine yol açarak hastalıklara zemin hazırlıyor. Ayrıca uyku sorunları, sindirim problemleri, düşük enerji ve motivasyonsuzluğa sebep oluyor. Sevgi, huzur, mutluluk, neşe gibi pozitif duygularsa bedenimizde tam tersi etkiler yaparak iyileşmeyi sağlıyor ve bize yaşam enerjisi veriyor. Bu pozitif haller sayesinde daha üretken, zinde, sağlıklı, rahat ve yaratıcı olabiliyoruz.

Sanal ortama bağımlılık geliştirmek zihin, beden ve ruhta olduğu gibi sosyal olarak da hayli etkili. Gerçek hayata duyulan ilgi ve ihtiyaç azaldıkça, toplumsal meselelere olan ilgi de yok oluyor. Ve var olan asıl problemlere karşı umursamazlık gelişiyor. Bir nesil böyle yetiştiğinde sonraki nesiller de otomatikman dönüşüme uğramış oluyor. Sorgulayan, araştıran, meraklı, vizyon sahibi insanlar değil; etkisiz, iletişimsiz, muhakeme yeteneğini kaybetmiş, ilgisiz ve kontrol edilebilir insanlar haline geliyor.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

ozge-ureyen
Lisans ve yüksek lisans eğitimlerini psikoloji alanında, kurumsal kariyerini danışmanlık ve Getir şirketlerinde tamamladı. Psikolog ve yazar kimliklerini ruhsallıkla birleştirerek yazılarını kaleme alıyor.