Karl Marx’ın Düşleri: Bir Ütopya mı, Yoksa Gerçekçi Bir Gelecek mi?
Felsefe

Karl Marx’ın düşleri: Bir ütopya mı, yoksa gerçekçi bir gelecek mi?

Komünizm olarak bilinen ideolojinin kuramsal kurucusu olan Alman filozof Karl Marx hem iyi bir ekonomist hem de filozoftur.  Dünyadaki adaletsizliklere gelir dağılımının eşitliksiz olarak pay edilmesinin sebep olduğuna inanan bu idealist Alman, kendinden önce gelen birçok filozofun sadece dünyayı yorumlamanın peşine düştüğünü oysa onun amacının onu değiştirmek olduğunu vurgulayarak işe başlar. Yaşadıkları dönemde Genç Hegelciler diye anılan, kilise ve devlet gibi kurumlara karşı amansız mücadeleleri ile tanınan fikir organizasyonuna da üye olan Karl Marx bu grubun en çekirdek inancı olan “toplumun her daim geliştirilmeye ve yönlendirmeye ihtiyacı olduğu” düsturuyla hareket eder. O tam bir halkçıdır yani.

Peki Karl Marx Dünyadaki Problemlerin Çözümü İçin Bize Ne Öneriyordu?

Karl Marx’ın düşüncelerinin özetini tek paragraf ile anlatmak zorunda kalsam sanırım söze şu şekilde başlarım: Marx bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçiminin bireylerin ne olduğunu yansıttığını düşünüyor. Bireylerin ne olduğunu ise onların üretimleriyle, (ne ürettikleriyle) ve nasıl ürettikleriyle bağlantılı buluyor. Bu yüzden, Marx insan ırkının ilk tarihsel eyleminin insanların düşünmeleri değil, kendi geçim araçlarını üretmeye başlamaları olarak görüyor.

Yani, Marx insanı değerlendirirken onun pratik etkinliğine önem veriyor. İşte onun bu insan anlayışı da felsefesinin merkezine oturan fikri açığa çıkarıyor. İşte bu yüzden Marx felsefenin dünyayı değiştirmesi gerektiğini söylediğinde; insanın pratik etkinliğiyle içinde yaşadığı koşulları değiştirebilecek bir varlık olduğu inancından hareket ediyor. Marx’ın bu insan tasarımı onun bireyi çok değerli bulan insan anlayışına temel oluşturuyor.  Marx’ın insanı en üst değerde bulan anlayışı onun pek çok düşüncesinde daima göze çarpan temel etkendir. Bu anlamda hümanizmin onun felsefesinin tamamına sinmiş olduğunu söylemek yerinde olur. Onun, insan emeğinin sömürüsüne karşı çıkması da bu insan anlayışından doğmaktadır.

“Yasa, insandan büyük değildir.”

Emek sömürüsü ile tahakküm altına alınan bireyin kendi özgürlüğüne ve gücüne sahip çıkmayışının devletlerde önemli yanılgıya sebep olarak sanki siyasal ana yapının kendini halkı var eden mekanizma zannetmesine karşı mücadele veren Karl Marx halkın siyasi ana yapıyı yaratan esas güç olduğunu izaha uğraşır. Felsefesine hâkim olan hümanist görüş aynı şekilde insanın varoluş nedeninin yasa değil, yasanın varoluş nedeni insan olarak tanımlar. Yasa demokraside insanın varoluşu anlamına gelir ve gelmelidir.

Sistemler tarafından köle gibi kullanılan insanın köle değil efendi gibi yaşaması inancını kavramsallaştırdığı (Alman İdeolojisi’nde temellerini attığı) tarih çalışması ve tarihsel materyalizm görüşüne ömrünü adayan Karl Marx, bu çalışmasında  temel sav olarak  “İnsanların varlığını belirleyen şeyin onların bilinci değil, tersine onların bilincini belirleyen şeyin onların toplumsal varlığı” olduğunu beyan eder.  Marx tarihi “üretim ilişkilerine bağlı olarak” ele almaya başlar ve mevcut endüstriyel kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü üstünde çalışır ve 1867’de dev çalışması, kapitalist üretim sürecini analiz ettiği Kapital’in ilk cildi yayımlanır. İkinci ve üçüncü cildi üstünde çalışmalarını sürdürür ancak bu ciltler ölümünden sonra Engels tarafından yayımlanabilir.

Nedir Komünist Manifesto?

Belki de “Komünizm” gibi yakın tarihimizin de en tartışmalı ideolojisini açıklamadan evvel ondan daha küçük bir soru olan asıl soruyu izah etmek biraz daha kolay olabilir: İnsan türünün karmaşık tarihi Marx’ın önerdiği gibi tek bir formüle indirgenebilir miydi? Karl Marx’ tan nerdeyse yüz yıl sonra hala aynı sorunlarla uğraşan uygarlığımızın bir ferdi olarak benim bu soruya cevabım: Hayır. Ama 19. yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Karl Marx için bu sorunun cevabı “evet” şeklindeydi.

Karl Marx en ünlü eseri “Komünist Manifesto”nun ilk bölümüne, tüm tarihsel değişimlerin, hâkim (yukarı) ve bağımlı (aşağı) sosyal sınıflar arasında sürüp giden çatışmanın sonucu olduğunu ve bu çatışmanın köklerinin ekonomide yattığını öne sürerek başlar. Marx toplumun çağlar boyunca süren doğası hakkında eşsiz önemde bir anlayış kazandığına inanır. Tarihe ilk yaklaşımlar bireysel kahramanlar ve liderlerin rolünü vurgulamış veya fikirlerin oynadıkları rollerin üzerinde durmuşlardır. Ancak Marx aralarında Antik Çağ’daki efendi ile kölelerin, Ortaçağ’da lordlar ile serflerin ve modern işverenler ile işçilerinin aralarındaki birbirini izleyen sınıf çatışmalarına odaklanmıştır. Ve sınıflar arasındaki bu çatışmaların devrimsel değişimlere neden olduğunu öne sürer.

Marx tüm bu ticareti kontrol eden burjuvanın, insanlar arasında çıplak bir çıkar ilişkisinden, duygusuz bir nakit alışverişinden başka bir bağ bırakmadığını öne sürer. (kesinlikle evet😊)  İnsanlar bir zamanlar kim olduklarıyla değerlendirilirken burjuvalar artık kişisel değerleri ticari değerlere indirgemişlerdir.  Ahlaki, dini ve hatta duygusal değerler bir yana bırakılmış, bilim insanlarından ve hukukçulardan rahiplere, şairlere kadar herkes para ödenen çalışanlar konumuna getirilmişlerdir. Marx burjuvanın, dini ve politik yanılsamaları kaldırıp yerine “çıplak, utanmaz, doğrudan, hayvani bir sömürü” getirdiğini yazar. Bir zamanlar kadın özgürlüklerini koruyan ayrıcalıkların, “vicdansız bir serbest ticaret” uğruna bir kenara atıldığını ileri sürer. Marx’a göre bu durumun tek çözümü ekonomik üretimin tüm araçlarının (arazi, hammadde, gereçler ve fabrikalar gibi) ortak mülkiyet haline gelmesi ve bu şekilde toplumdaki her bireyin kendi kapasitesine göre çalışıp gereksinimlerine göre tüketmesini çözüm olarak sunar. Marx’ a göre bu zenginlerin yoksulların sırtından geçinmesini engellemenin tek yoludur.

“Onun kafasındaki devrimcilik sistemler üstü bir yapıdır ve aslında her sistem karşısında daima insanlığın onurunu korumak için var olmalıdır.”

Komünist Manifesto’da ayrıntılı bir şekilde ele alınan insanlık tarihinin burjuva ve proleter sınıfının da doğmasına neden olan genel bir açıklamasının yanında politika, toplum ve ekonomi hakkında pek çok iddia ve öneri vardır. Örneklemek gerekirse kapitalist sistemin sadece sömürüye dayanmakla kalmayıp aynı zamanda finansal açıdan doğası gereği tekrarlanan ve giderek daha da vahşileşen ticari krizlere, artan iş gücü ihtiyacına ve gerçekten devrimci bir proletaryanın ortaya çıkışına neden olacak kadar istikrarsız olduğunu savunur. (adam haklı çıktıJ)  tüm bu sorunların çözümü için devrim şarttır.

Tüm insanlık tarihini, bir sınıf mücadelesi olarak açıklayan bu filozofumuz, zengin kapitalist sınıf (burjuvazi) ile çalışan sınıf ya da proletarya arasındaki mücadelenin insanoğlunun potansiyeline ulaşmasını engellediğine inanıyordu da başka bir şeye inanmıyordu.  İnsan çağlardan beri bu sömürü kültürü tarafından ezildiğinden tatmin edici bir etkinlik göstermek yerine yaşamını acı dolu bir şeye çeviriyordu. Hayatta kalmak için çalıştığı işinde tüm gün posası çıkarılan insan aynen Marx’ ın da dediği gibi kendi öz yaratıcı kapasitesine ulaşamadan yıpranıyor, düşünemiyor ve insan gibi hissedemiyordur. Üstelik ezilenin bu çabası zenginin daha da zenginleşmesinden başka bir amacı olmayan dev bir makinenin dişlilerine dönüşüyor ve insanı insan olmaktan daha ziyade üretim hattının devam etmesinin bir yolun sıradan araçları haline getiriyordur. Tüm bunların işçiler (insanlar) üzerindeki etkisi ise Marx’ın yabancılaşma dediği şeye yol açıyordu. Bu sözcükle Marx birkaç şey demek istiyordu. İşçiler yabancılaşmışlardı ya da gerçekte insan olarak oldukları şeyden uzaklaşmışlardı. Yaptıkları şeyler de onları yabancılaştırmıştı. Ne kadar çok çalışırlarsa, o kadar fazla üretirlerdi ve kapitalistler için daha fazla kâr sağlarlardı. Bu yaratılan sistem öyle acımazsız öyle vahşi bir haldedir ki artık nesnelerin kendisi bile onu üreten işçilerden intikam alır haldedir.

Herkesin İhtiyacını Karşıladığı Dünya Vaatleri

Yazının en başından beri öne çıkardığım özelliği olan hümanistliğini ile muazzam tetikleyici bir enerjiye sahip olan, bulunduğu yerlerde sorun yaratmasıyla anılan bu çılgın adam kapitalizmin en sonunda kendini ortadan kaldıracağına inanıyordu. Halefi Hegel’den her şeyin altında yatan bir yapının olduğunu ve aşamalı olarak bir şekilde kendinin bilincinde olacak bir dünyaya doğru ilerlediğimiz fikrini alan Marx bu ilerlemenin kaçınılmazlığıyla tarihin bir örüntüye sahip olduğu olayların birbirini izlemesinden ibaret olmadığı fikrini aldı.  Marx’ın yorumunda ilerleme, altta yatan ekonomik güçler nedeniyle gerçekleşiyordu. Marx sınıf mücadelesinin yerine, kimsenin toprak sahibi olmadığı, miras bırakılmayan, eğitimin ücretsiz olduğu ve kamu fabrikalarını herkesin ihtiyacını karşıladığı bir dünya vaat etti.

Bu şartlar yerine geldiğinde din ya da ahlaka da gerek olmayacaktı. Çünkü ona göre din, meşhur olan ifadesiyle, “halkın afyonu”ydu; insanları, gerçekte baskı altında olduklarını fark edemeyecekleri şekilde uyutan bir uyuşturucu gibiydi. Devrimden sonraki yeni dünyada insanlar, insanlıklarını gerçekleştirebilecekti. Yapıp ettikleri anlamlı olacak ve herkese yararlı olacak şekilde iş birliği yapacaklardı. Devrim, tüm bunları başarmanın yoluydu, bu da zenginler öylece servetlerinden vazgeçmeyecekleri için haliyle şiddet anlamına geliyordu.

“Asıl sorun insan doğasının Marx’ın hesaba katmadığı kadar rekabetçi ve kendimiz için açgözlü olmasının sonucudur.”

Tüm bu fikirlerin ışığında inşa edilen Rusya ve bazı komşuların içine alarak kurulmuş devasa bir devlet olan Sovyetler Birliği’nin, yirminci yüzyılda Marksist çizgide oluşturulmuş ama diğer komünist devletlerin çoğuyla birlikte baskıcı, etkisiz ve yozlaşmış olduğu yaşanılarak tecrübe edilirken üretim süreçlerini ulusal ölçekte düzenlemek, hayal edilebileceğinden çok daha zor bir süreç olduğu da bu şekilde öğrenilmiş oldu. Her ne kadar Marksistler, bunun, Marksist düşüncenin kendisine zarar vermediğini iddia etseler de naçizane görüşüm bunun tersi yönündedir. Yakın tarihimiz de yaşanan bu hazin olaydan sonra (Sovyet Sosyalist Devletlerin yıkılışı) hâlâ Marx’ın toplum hakkındaki düşüncelerinin temelde doğru olduğuna inananlar bu yıkımı komünist devletlerin yöneticileri bu devletleri gerçek anlamda komünist çizgide yönetmemiş olduğuna bağlarlar. Bana göre asıl sorun insan doğasının Marx’ın hesaba katmadığı kadar rekabetçi ve kendimiz için açgözlü olmasının sonucudur. Bana göre insan yapısı itibariyle Karl Marx’ın ön gördüğü şekildeki komünist bir devlette tam anlamıyla iş birliği yapması mümkün değildir. Bence bizler öyle yaratılmadık, yani demem o ki bu ateşli filozofumuzun tüm görüşleri, önerileri aslında insanı koymaya çalıştığımız o yüce yere çok uygunken onun yaradılışındaki yapı bu fikirlerin sahada uygulanmasına uygun biçimde değil gibi.

Hele ki içinde bulunduğumuz bu çağda işlerin iyiden iyiye insanı metalaştırdığı ve insanında bu mevcut duruma karşı belirgin bir itirazı olmadığı düşünülürse bizler onun gördüğü bu düşü ancak kitap sayfalarında okuyarak hayal edebilecek bir realitedeyiz gibi duruyor.

Önümüzdeki ay görüşmek üzere.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

eftalya-koseoglu
MSM konservatuarı Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Mezunu. Reklam sektöründe yaratıcı yazarlık ve prodüktörlük yaptı. New York Film Academy’de Senaryo Yazarlığı ve Yönetmenlik Eğitimi aldı. Halen akademi dışı felsefe eğitimi almaya devam ediyor.