Mor Alev, bir blog sayfasının adı…Muhtemelen adını daha önce duydunuz, hatta yıllardır posta kutunuza düzenli yazıları düşüyor. Kendi deyimiyle Mor Alev’in katibesi, kimliğini asla açıklamıyor. Ama ben onu ne mutlu ki yakından tanıma şansına sahip oldum. Bu röportajı okurken iki spiritüelin sohbetine tanık olacaksınız. Biz sohbet boyunca resmen bir başka boyuta uçtuk. Konuştuklarımızı elimden geldiğince sadeleştirmeye çalıştım. Mor Alev bence Türkiye’de çok önemli bir yere sahip. Hem kendi formülünü bulma ve orijinal olma hem de dünyada spiritüel anlamda olan biteni kavramak konusunda. Bu röportajın spiritüel alana ilgi duyanlar için bir rehber görevi görmesine ve sohbetimizin bütün hayrına olmasını diliyorum. İyi okumalar.
Spiritüel konularla ilgilenmeye ne zaman başladın?
Bu konulara çocukluktan beri merakım var. Kitaplıkta bir kitap görüyorsun, onu alıp okuyorsun, başka bir yere götürüyor seni. Öbürü başka bir yere götürüyor. Herman Hesse romanları, T. Lobsang Rampa’nın ünlü Üçüncü Göz romanı, Shirley Maclaine’ın Sevginin Sonsuz Dansı adlı kitabını okuyarak başladım spiritüel konularla ilgilenmeye. Sonra devreye Tibet’in Yaşam ve Ölüm Kitabı girdi.
Kaç yaşında başladın spiritüel kitaplar okumaya?
Merakım 10- 11 yaşlarında başladı, katlanarak devam etti. Bu kitapları sürekli okuduğun zaman da kurmacayla gerçeği ayırmaya başlıyorsun. Hepsi aslında bilinçsizce oldu. Ardından meditasyon geldi. O zaten bir alışkanlık yarattı.
Üniversite zamanlarından beri düzenli meditasyon mu yapıyorsun?
Üniversiteden beri meditasyon yapıyorum. Ortaokulda sadece hayal kurmak vardı. Alışkanlıklardan zaman zaman çıktığımız olur, benim de oldu. Bilinçlenmeye başlayınca, bir yetişkin olunca bilincin kendisini incelemek istedim. Ve yelpaze de genişledi. Birdenbire hem her şey anlam kazandı hem de karmaşıklaştı. O yüzden de beni sadeliğe ne taşır, hep ona baktım. Çok çeşitli yöntemler var tabii. Örneğin kahramanın yolculuğu ve Tarot amafalcılık olarak yapmak değil, o kartların arkasındaki felsefeye bakmak anlatmak istediğim. Kesinlikle astroloji ve arketipler ve tabii ki psikoloji. Bunların hepsi bir araya geldi. Fark etmeden bir sürü şey biriktirmiş ve bir sürü şeyin sentezini yapmış oldum.
Sen yurt dışında yaşıyordun değil mi? Sanırım Türkiye’ye bazı öğretiler daha geç geldi.
Evet, bir süre burada yoktum. Sonra geri döndüm Türkiye’ye. Benim ilgilendiğim şeylerle burada kimse ilgilenmiyor zannediyordum. Böyle bir kopukluk olmuş yıllarca olmayınca. Sonra birtakım şeyler gördüm, bazısıyla hemfikir oldum bazısıyla olamadım. Derken içimde bir şey canlandı. Bazı şeylerin doğrusunu iletmek isteği geldi. Tabii “bazı şeylerin doğrusunu iletmek isteği”ni şimdi düşününce böyle bir laf ağzımdan artık hiç çıkmıyor. O zaman biraz ego da var çünkü ben daha iyi biliyorum duygusundaydım. Aslında o egoya az da olsa ihtiyacımız var çünkü arkamızdan bizi itekliyor. Ego biraz da içimizdeki Mars ve “Bir dakika, ben biliyorum, ben yapacağım” ateşini yakıyor.
“ALTI AY İÇİNDE BİR CANAVAR YARATTIM, ARTIK YAZMAK ZORUNDAYDIM”
Mor Alev’i kurmaya bu arzu nedeniyle mi karar verdin?
Uzun bir süre, 8-9 ay gibi, bu iç arzuya karşı geldim. “Kim okur, zaten kimse böyle şeylerle ilgilenmiyor ki burada” diye düşündüm. Nedense böyle bir önyargım da vardı. Ama sonra kurdum bloğu, iki-üç günde hem de. Öz disiplin konusunda iyi olduğum için blog kurulduktan sonra altı ay kadar düzenli aralıklarla her gün bir mesaj vereceğim düşüncesiyle hareket ettim. Kimse okumazsa okumasın, en azından ben kendi ruhani yolculuğumun ve enerjilere bakış açımın bir günlüğünü tutmuş olurum diye düşündüm. Blog sonuçta bir internet günlüğü. Ama tabii öyle olmadı.
İnternet günlüğü olarak baktığın Mor Alev günlük olmaktan ne zaman çıktı?
Üç tık, beş tık derken Şebnem gerisini sen biliyorsun; birdenbire bin tık olmaya başladı. Ve giderek arttı. Artık bilmiyorum tık sayılarını. Siz okuyucular aldınız beni, götürdünüz. Öyle bir noktaya geldi ki, geçenlerde onu düşünüp güldüm, altı ay içinde bir canavar yarattım, artık yazmak zorundaydım. Ama severek, çok severek yaptım. Çünkü bambaşka bir yola girdik hep beraber. Ben kendimi okuyuculardan –bilge baykuşlardan- ayrı düşünmüyorum. Bloğu da ayrı düşünmüyorum.
O zamanlar bizler de Türkiye’deki bazı kanalları takip ediyor, yeterli bulmayınca yurt dışını araştırmak zorunda kalıyorduk. Bir gün bir baktık, Mor Alev diye bir kalem bilgilerin tamamını harmanlayıp cömertçe sunuyor. Sitede yer alan bu bilgilerle kendini değişime açan, hayatlarını bambaşka bir düzlemde sürdüren insanlar oldu mu?
Evet, oldu tabii, olmaz mı? Hatta ben çok şaşırıyorum, “Hayatımı değiştirdiniz, bakış açımı değiştirdiniz” diyenler var. Ama ben değiştirmedim aslında. Bunu ben yapmadım. Bu insan zaten değişmek istiyordu. Okudu, alabildiğini aldı ve kendisi değişti. Bu gelişimi ya da şifayı bana atfetmek de yanlış olur. Çünkü bunu onlar yaptılar. Belki bir şey gördü orada, bir yazarın ismini gördü. Gitti onun kitabını aldı. Ona çalıştı, oradan başka bir şeye döndü. Demek istediğim; bunu siz yapıyorsunuz, ben yapmıyorum.
Senin buradaki rolün nedir o zaman?
Ben ilk etapta bloğun sahibi olarak başladım bu işe. Ama üç ay gibi çok kısa bir süre içerisinde bloğun kâtibi oldum. Kâtip olarak çalışıyorum. O ne istiyorsa, o yazılıyor. Çok enteresandır, bazen bir yazı hazırlarım günlerce yayınlanamaz. Hep o sabah belli olur o gün ne yazacağım. Oldukça fazla tercüme var biliyorsun. Kendi yazılarım da var. Yazılarımın bir kısmı birikimlerimden, bir kısmı da kanala uzanan şeyler.
Şimdi onu soracaktım. Neler yaşanıyor, bu bilgiler nasıl geliyor?
Hayatımdaki en önemli şey, sabah erken kalkıp güzel bir meditasyon yapmak ve güneşi doğurmak; yaz, kış, yağmur, kar beni hiç etkilemiyor. Tabii meditasyona girince de birdenbire gaipten sesler gelmiyor, kimse “Mor Alev’e şunu yazacaksın” demiyor. Meditasyona girip çıktıktan sonra içime bir his geliyor; şu konuya eğilmek lazım diyorum ve onu yazıyorum. Bazen de yazmak istediğim konunun bir başkası tarafından yazıldığını görüyorum ve hadi onu paylaşayım diyorum. Bir de o var. Orada da bazen içimdeki Mars alınıyor, “Biraz da sen yaz” diyor ama hayır başka biri yazmış zaten ne gerek var ki, çok da güzel yazmış. O zaman ben o yazılanı okuyuculara ileteceğim ve kendim de öğreneceğim diye düşünüyorum. Birlikte öğreniyoruz. Ve yorumlar değişiyor, yazılar değişiyor, tavırlar değişiyor. Gitgide ilerliyoruz. Bu arada zaten Türkiye de çok ilerledi. Bir sürü değerli insan var. Başladığımız yerde değiliz. “Ben bilirimler” tamamen bitti. O kadar hoş gruplar oldu, o kadar güzel kitaplar yazıldı ki, senin kitabın da onlardan biri mesela, Zamanı Yakalayan Ofisler.
Ne oldu peki süreç içerisinde?
İnsanlar dışarıdan bir yöntemi, metodu alıp buraya yerleştirmek yerine kendi yöntemlerini uygulamaya başladılar ki bunu sen de yaptın Şebnem. Benim sevdiğim şeylerden biri bu. İlk hizmetlerimi sunmaya başladığımda bana kimden öğrendiniz diye soruyorlardı. Kimseden öğrenmeyip, kendim yarattığımı duyunca da şaşırıyorlardı; sanki biz bir şey yaratamazmışız gibi. Ama o algı değişti mesela. Bununla beraber blog da değişti. Bloğun içeriği de her zaman sevgiyle, birliktelikle ilgili ama kullanılan terimler, cümleler değişti. Çünkü Türkiye ve Türkçe konuşan insanların tavrı değişti.
“EĞER AKIŞTAYSAK, DÖNÜŞÜM BOLLUK İÇİNDE GERÇEKLEŞİYOR”
Kullandığın teknik ilk dönemlerde, “Yükseliş Enerjileri ile Kişisel Danışmanlık idi. Ama şu anda “Transaksiyonel Hipnoz Tekniğiyle Değişim ve Dönüşüm Atölyesi” yapıyorsun değil mi? Neden bu kadar uzun bir isim koydun?
Bunu mor alev gibi de düşünebilirsin. Mor alev enerjisi dönüştürür biliyorsun. Var olan hep birkaç frekans daha yükselir. Şöyle; dönüşümsel akış ve bolluk kavramını anlatmak burada mevzu. Akışta olduğumuz zaman dönüşüyoruz ve dönüşmenin sonu yok. Her an, sürekli dönüşüyoruz. Eğer akıştaysak, dönüşüm bolluk içinde gerçekleşiyor. Sevgide, fiziksel ihtiyaçlarda bolluk. Akış ve bolluk bir arada geliyor. Nöroplastisite yöntemi aslında.
Biraz da nöroplastisite yöntemine geçiş ihtiyacını, deneyimlerini, izlenimleriniaktarabilir misin? Bu çok önemli çünkü.
Klasik mor alev çalışması benim ilk zamanlar yaptığım kendi çalışmam. Hala yapıyorum çünkü çok seviyorum, süper şifalı bir çalışma. Aslında o da hipnoz çalışması. Fakat mor alevin yaptığı şey; seni kendi kaynağına bağlıyor. Senin kendi kaynağın da kozmik bilince bağlı olduğu için birdenbire her şey önüne açılıyor. Yani büyük resme odaklanıyor. Büyük şifa var o çalışmalarda.
Ben sonuçta hipnozla çalışan bir insanım. Hipnozla sadece enerji çalışan bir insan değilim. Zaten daha önceden de çalışıyordum. Fark ettiğim bir şey oldu; hangi enerjiyle çalışırsak çalışalım, ne yaparsak yapalım, kendimizi aştığımız anda şifaya da açılıyoruz. Pek çok insanda bu şifa kalıcı oluyor. Fakat yüzde 5 gibi bir grup da “Ben çok iyiydim, altı ay çok iyiydi, yine geriye döndüm. Ne yapacağız?” diyor. Şimdi yüzde 5 öyle diyorsa bilmediğimiz bir yüzde 5 daha vardır kesin. Nedense alışkanlıklarından çıkamayan insanlar var. Tekrar eski alışkanlıklarına dönüyorlar. Bu neden? O eksiklik hissini, yetersizlik hissini, neyse artık o üstünde çalıştığımız şey, zihin durup durup geriye çeviriyor. Ama zihnin yöneticisi biziz. Özgür irademiz de zihnimizde yatıyor. Şimdi özgür irade her şeyin üstündeyse eğer, yani hem enerjik açıdan hem de bilimsel açıdan konuşalım; beynimizde özgür irademiz her şeyin önündeyse ve kararlarımızın çoğunu bilinçaltımızla veriyorsak ve o da zihnimizdeyse o zaman bir altı ay daha geriye dönüyoruz. Ve ben bunu düşünürken, tamam dedim ben şimdi temel bilgilere geri dönüyorum. Ve bunu bağımlılık tedavisi gibi görmek istiyorum. 18 aydan fazla bir zamanımı aldı bu çalışmayı yaratmak. Zihinsel kalıplarımız bir şeyi kabul ediyor ya da reddediyor. Yani orada evrenin en büyük gücü de olsa direkt yaratanın kucağına bağlanmıyor ya da “Ben seni zorla şifalandıracağım” demiyor. “Şifalanmak istiyorsan şifalanacaksın ama sen istemiyorsan da olmasın” diyor. Bizim ne istediğimiz çok önemli. Ve tabii ki zihnimiz de bütün bunların üstüne bir çizgi atıyor. O yüzden Dönüşümsel Akış ve Bolluk Metodu çıktı. Kökeni budur. Ama sonuçta gizemi, enerjiyi terk ettik mi, hayır.
Hala daha yükseliş enerjileriyle kişisel danışmanlık var, hala daha bütüne bağlanmak var. Yüksek benliğinle bir olmak var. Bu benim çok sevdiğim bir çalışma. Ve hatta şimdi içimizdeki gizeme biraz daha uzanmak için çok yeni bir şey çıkarıyorum. Böyle ilan eder gibi oldum. Asıl 12 Nisan’dan itibaren “Sabian hikayem” diye bir çalışma yapmaya başladım. Hiçbirine benzemiyor. Bayağı bir kitap oluyor. Bir kısmı astroloji, bir kısmı semboller, bir kısmı da kanallık; kişisel bir kitap gibi. Demem o ki ezoteriği bırakmadık.
“MEDİTASYON KENDİNİ BİLME, KENDİNİ HİSSETME EGZERSİZİDİR”
Peki bu hissiyatlarla nasıl buluştun? Sezgiselliğin nasıl açıldı? Tamam ortaokul yıllarında okuduğun kitaplar, sonra gençlik ve spiritüalizme olan merakın cepte ama ben sendeki açılımı asıl neyin başlattığını merak ediyorum.
Meditasyonun başlattığını düşünüyorum. Ama meditasyona böyle bir şey için başlamadım. Stres az olsun, derslerim iyi gitsin diye başladım. Meditasyon yapanların daha zeki olduğunu düşünüyordum. Farkındalığı yükseltmek çok önemli. Farkındalığı nasıl yükseltiyoruz? Meditasyonla. Zen meditasyon yani oturup 5-10 dk. nefesine odaklanıp, o farkındalığı yükseltmek. Farkındalığı yükselttiğimiz zaman, arkadaşımızla yaptığımız bir telefon konuşması da bizi uyandırıyor, danışanla yaptığın bir konuşmayla da kafanda bir ışık yanıyor. Ya da hislerinin ne olduğunun farkına varıyorsun. Kendimizi ana geri çevirmeyi öğreniyoruz meditasyonla, bir şey başarmaya çalışmıyoruz. Meditasyon ana dönmek ve kendini bilme, kendini hissetme, farkındalığını yükseltme egzersizidir. Fakat yan etkilerinden biri de kişiyi şefkate ve anlayışa yükseltmesidir. Başka gözlerle bakmaya başlayınca insanlara, o zaman önceden kaçırmış olduklarını da görmeye başlıyorsun.
Peki özellikle mor alevden gelen, mor alevin aracısı olan bu kanal mesajlara açılım ne şekilde oldu? Bu mesajları egonun yaratmadığını, bu aktarımları yapmak üzere görevlendirildiğini nasıl anladın? Şu anda eminim ki pek çok şifacı da; bunlar benim yaratımlarım mı, yoksa gerçekten bu bilgi bende var mı endişesinin içerisinde.
Şöyle ki farkındalık yükselince içindeki bazı sesleri daha rahat duymaya başlıyorsun. Buna öz benliğim mi dersin, yüksek benliğim mi dersin, kalbimin sesi mi, ne dersen de. Bu bloğun kurulma aşamasındaki iç sesimi anlatayım sana, farkı o şekilde görelim. “Bir blog kur ve kendi gerçeğini anlat”, bu içimden gelen bir sesti. Ve aynı zamanda “Canım şimdi bloğa da kim yazacak, aman ne gerek var? Zaten canın sıkılacak sonunda” diyen başka bir ses vardı. İkisinin arasındaki farkı görüyor musun? İkisinin arasındaki fark şu: birisi sevecen, yapıcı, seni bir yere doğru götürüyor. Öbürü emreder gibi ya da sevecenmiş rolü yapıyor ama sonunda gerçek ortaya çıkar. Bu egodur. Egomuz öyledir, psikolojik oyunlar oynar.
Bir sürü kanal okuyoruz. Orada da ve kendi içimden gelen seste de sorulacak soru şudur: “Bu sevgi gibi mi?” Çünkü bunun üstündeki alanlarda, 5. boyut ve üzeri boyutlarda ulaşmak istediğimiz ya da ulaştığımız alanlarda zıtlık yok. Ayrımcılık yok. Yermek yok, belki bir uyarı gelebilir ama sevgiyle gelir. Yumuşak gelir. Kendi seçimindir. Bunu çok kolay buradan ayırt edebiliriz. Sevgi gibi mi? Değilse değil. Şimdi insanlar “Bunu ben mi uyduruyorum? diyorlar. Ben de diyorum ki “Bunu sen uyduruyor olabilirsin ama uydurduğun şey güzel mi bak bakalım. İçini rahatlatıyor mu? Mutlu musun? Seni rahat ettirdiyse, hayatında bir şeyleri iyiye doğru değiştirdiyse nereden geldiğinin ne önemi var?”
“BİZ ASLINDA ACIYLA ÖĞRENMİYORUZ YOKSA AYNI HATALARI NEDEN TEKRARLAYALIM?”
Kalbimde müthiş bir sevgi uyanmasına sebep olan özelliğini söylemek isterim; şefkat. Çünkü, geçmişten bugüne kadar bazı ustalık, çıraklık eğitimlerinde özellikle spiritüalizmden bahsediyorum; hafif bir spritüel zorlama vardı. Halbuki seninle ilk çalıştığım gün o kadar şefkat ve sevgi enerjisi görmüştüm ki, “Başka türlü aracılık etmek de mümkün” diye düşünmüştüm. Bu konuda ne diyorsun?
Böyle hissettiğine çok sevindim. Ben gerçekten ama gerçekten kimsenin kimseden iyi, üstün, aşağı ya da yukarı olmadığına derinden inanıyorum. Gerçekten buna inanıyorum. Gerçekten inandığım bir başka şey de özgürlüğümüzün ve özgür irademizin önemi. Sen böyleysen cidden böylesin. Onu seçiyorsan, seçtiğinsin, osun. Bunu yargılamak bana düşmez. Şimdi tabii yargı ortadan kalkınca şefkate yol açılıyor. Bunu bilinçli olarak mı yapıyorum, zannetmiyorum, sadece yılların getirdiği bir şey. Biraz önce meditasyon için de dedim ya şefkate yol açar diye, belki de oradan geliyor bilmiyorum. Ayrıca ben kimim ki birini kimi eziyorum? Bu pozisyona beni kim getiriyor, niye böyle bir şey yapayım? Demiyor muyuz hepimiz biriz diye? Hepimiz birsek gerçekten bir olmalıyız. Bütün bunlar onun bir parçası.
Şifa acıyla mı gelir peki, gözyaşıyla mı gelir? Orayı biraz daha açabilir misin?
Acı çekerek öğrenmek zorunda mıyız? Acı çekerek şifalanmak zorunda mıyız? Tabii ki değiliz. İlkokul günlerini düşün ya da ortaokul günlerini; en sevdiğin ders hala hatırladığın derstir. O zorlanarak deli gibi çalışarak geçtiğin derslerin hepsi unutulmuştur. Biz aslında acıyla da öğrenmiyoruz yoksa aynı hataları neden tekrarlayalım? Neşe, keyif ve coşkuyla öğreniyoruz. Yeni şeyler yaratıyoruz. Acıyla öğrenme alışkanlığımız olduğu için tekrar tekrar aynı noktaya geri dönüyoruz. Bunu İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadık, daha önce yaşadık. Yakın geçmişte yaşadık. Hala daha acı çekerek öğrenmediğimizi anlamadık.
İkinci Bölüm: “Sistemin dağılması lazım ki yenisini inşa edelim”
Röportajın ikinci bölümü için tıklayın
Röportajın üçüncü bölümü için tıklayın
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.