Deneyim

Matriksle diyaloglar

Çok eski zamanlardan beri evrenle konuşan biriyim ben. Henüz zihnimin egonun tümüyle emrinde olduğu günlerde bile yapardım bunu. Meğer o zamanlar yaptıklarım benim kayalıklı, tekinsiz, karanlık ormanlarda yol bulma şeklimmiş. Meğer henüz küçük bir kız çocuğu iken beni üzen şeylerden kaçmak için icat ettiğim ve oyun sandığım bu alışkanlık benim spiritüel yolculuğumun tavşan deliğiymiş. Kendime yarattığım harikalar diyarında kâh gülerek kâh düşerek, kâh yükselerek kendimi keşfediyormuşum.  Çocukken canım sıkıldığında, birileri beni üzdüğünde içimden bir dilek diler, pencerenin önüne çıkar, gözümü caddeye diker caddeden mavi vosvos geçerse dileğimin kabul olacağını düşünürdüm. Kendimi o çocuk coşkusuyla bıraktığımda, ışıl ışıl mavi renkte o 1970’lerin böcek arabası vosvos bana göz kırparak daima geçerdi. Birçok kez oldu bu. Hayır mahallede mavi vovos yoktu, varsa bir şüpheci cevaben yazayım dedim. Nasıl bir sevinç, nasıl bir coşku. Tanrı ile aramdaki bu sadece ikimizin bildiği fısıldaşma, korunduğum, kollandığım, sevildiğim, yalnız olamadığım hissi… Kimseye söylemediğim bir kutsal oyun.

Ama sonra zamanla büyüyüp oyunun şeyini çıkarma, hatta obsesyona bağlama durumu oluştu, bu kez de zihnimin karanlık yüzleriyle girdiğim korku tünellerini yaşadım. Neyle ilgili korkuyorsam, onunla ilgili bir işaret almaya başlamıştım. Matriks’im kâbus olmuştu. Korku, endişe tedirginlik içinde yolumu kaybetmiştim. Neden korkuyorsam, sokakta gördüğüm gazete parçasında onu okuyordum, arkadaşım telefonda tam korktuğum şeyi söylüyordu. Genç kızlığım bu obsesif kabuslar içinde geçti, zihnim beni yerden yere vuruyordu, ben kimseye bir şey söylemeden tek başıma bu büyük depresyonla, başa çıkmaya çalışıyordum. Korktuklarımın bazıları da gerçek oluyordu ve ben daha çok korkuyordum. Algıda seçicilik de denebilir ama iddia ediyorum, matriksim benimle konuşuyordu. Sonra biraz daha büyüdüğümde 30’lu yaşları geçtiğimde alacakaranlık durumuna terfi ettim matriksimde. Yani bazen ışık sızıyor, aydınlanıyor, kalbim ferahlıyor, bazen karanlıkta izbe yollarda çıkmaz sokaklarda biçare kalıyordum.

Nihayet Cahit Sıtkı Tarancı’nın bilinçaltımıza yolun yarısı olarak kodladığı 35 yaşıma geldim. Çok derin bir korkunun pençesindeydim, ağır endişe krizleri geçiriyordum, karanlığımın içinde kötü bir şey olmasından o kadar korkuyordum ki neredeyse paralize bir halde evden çıkamıyor, kıpırdayamıyordum. İşte o günlerden birinde müthiş bir kalp açılması yaşadım. O zaman yaptığımın ‘bibliomancy’ olduğunu bilmeden. Beni esarette tutan korkumla ilgili mesaj almak istedim. Zihnimdeki hapishane içinde büzüşmüş bir zombi gibiyken, kutsal kitabımızı kütüphaneden aldım. Bütün korkuma rağmen derin bir nefes almış olmalıyım ve içimden sordum. Allah’ım o kötü şey olacak mı? Gözümü kapattım, herhangi bir sayfa açtım ve parmağımın geldiği satırı okuyacaktım.

Kafamda Görevimiz Tehlike’nin müziği çalarken, kirpiklerimi aralamaya bile adeta korkarken, o derin nefesle sonunda o satırı okuyabildim.

‘Tanrı istemezse tek bir yaprak bile düşmez’ diyordu.

İşte o anda pejmürde kalbim bir sardalye konservesi gibi açıldı. Tom Robbins’den arakladım bu cümleyi çünkü ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.  İçim şükür, minnet, sevinç, ferahlama gözlerim gözyaşlarıyla doldu. Çağlayanlar gibi mutluluktan ağlıyordum.  Beni alıp yukarılara götürdüler. Bataklıktaki lotus olduğumu anladım, şükrettim.

O zamanlar ne zihin ne ruh biliyordum, egomun karanlık oyunlarıyla kalbimin saf pür neşesini, özümden gelen mucizeleri ayırmıyordum. Titreşim yasası, çekim yasası, negatif yaratım falan da bihaber olduğum şeylerdi. Ama o gün sanırım alacakaranlıktan ışığa doğru yürümeye başlamıştım.

Artık zihnimin sesiyle özümün sesini ayırabiliyorum çok şükür. Arada caz yapmıyor değil, parazitler oluyor elbette az çok. Ama o parazitleri fark etmeyi öğrendim. Fark edince, yakalayınca uslanıyorlar zaten. Hala biblomancy yapıyorum. Bu çok kadim bir gelenek. Örneğin İran’da Hafız Divan’ı cevap almak için yıllardan beri kullanırmış. Şimdi bu yazıyı okuyanlar ve kendim için bir tane seçip yazayım buraya.

This sky

Where we live

is no place to lose your wings

So love, love

Love

Hafız, The Gift

‘Yaşadığımız bu gökyüzü kanatlarını kaybetme yeri değildir, öyleyse SEV, SEV, SEV…’

Evet hala şarkılardan fal tutuyorum, aşk hep dolaşsın çevremde, aşk her yerde. Aşksız Matriks mi olur!

En çok da Mesnevi’den Her Güne Bir Hikmet’e bakıyorum, bir sorum olduğunda, en son ayağım kırıldığında, halim ne olacak diye sormuştum, ‘Ayak kırıldı mı Tanrı kanat ihsan eder’ demişti bana. Etti de. Çok şükür.

Şimdi matriksimdeki olumsuz kodlamaları da değiştirme zamanı. Çok uzun bir yoldan geçerek geldim bu noktaya, deyim yerindeyse karanlığın da loşluğun da tadını çıkardım, acele etmedim, iyice yerleşsin dedim belki fıtratım gereği. Ama şimdi kendi Matriksim o çocukluğumdaki kadar güven dolu, inanç dolu, saf, neşede, dengede ve mutlu mucizelerle dolu olsun. Bu dilek hepimiz için. Âmin.

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

kevser-aycan-saroglu
Kul, insan, kadın, gazeteci, yazar, editör, yazar kâşifi, rüya avcısı. Amerikan Dili ve Edebiyatı mezunu. Medya sektöründe çok uzun yıllar muhabir, editör, köşe yazarı olarak görev yaptı. Halihazırda büyük bir yayınevinde yayın danışmanlığı yapıyor. Kendisini ‘ebedi hayat öğrencisi’ olarak görüyor.