Haluk Özşen - Yaprak Çetinkaya
Farkındalık

Şefkat, parça parça meydana getirilen bir şeydir

Cici Babam Haluk Özşen’in anısına…

Üvey baba…

İşte ben Haluk Abimi en çok bu tanımdan korumak istedim.

Üvey baba deyince akla gelen tüm o çirkinliklerin öz babalardan, amcalardan, dayılardan, eniştelerden, sokaktaki başka adamlardan da gelebildiğini ama Haluk Abi’de emaresi bile bulunmadığını fark ettiğim o epey önceki yıllardan beri…

O’na baba demedim, babam vardı. Ama ondan üvey baba diye de bahsetmedim. “Cici Babam” derdim tanımayanlara, tatlı tatlı gülümserdi duyanlar. Rahatlardım. Zihinlerinin karanlıkta kalmış köşelerinden fırlayıverecek bir “acaba”ya bile tahammülüm yoktu.

Bugün 28 gün oldu cici babam gideli…

Elbette gücümü toplayıp bir şeyler yazacaktım ama nereden başlamalı, ne kadar yazmalı, en iyi nasıl anlatmalıydım senin varlığının bana neler kattığını ve senin gidişinle benden nelerin gittiğini.

Bunu öyle iyi anlatmalıydım öyle iyi anlatmalıydım, hissettiklerimi öyle iyi geçirmeliydim ki…

Bugüne kadar fark etmeyenlerin, resmiyette babam olmadığın için bugün yasımın boyutunu anlayamayanların, acımı paylaşamayanların, bizimki gibi hikayelere inancı olmayanların kalbinde bir hareket olmalıydı. Seni ancak böyle onurlandırabilirdim.

Derken geçen sabah direksiyon başındayken içimden bir ses geldi…

“Ben Zeze’yim.”

Gözlerim doldu çünkü doğruydu. Tam da Şeker Portakalı’nın* Zeze’si gibiydim. 20 yıl yüreğinde taşıdığı romanı 12 günde yazan Vasconcelos, zaten anlatmıştı benim de yıllardır yüreğime yazdıklarımı.  Romanın izini takip edecektim, anlamıştım.

Günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsü…

Böyle yazar kitabın ilk sayfasında … Zeze yoksul, mutsuz ve kendi derdine düşmüş bir ailenin beş yaşındaki oğludur. Büyük bir hayal dünyası, sevgi dolu bir kalbi ve dikkat çekmek için yaramazlıkları vardır. Acıyı keşfetmesi ise sonsuz şefkati ile onu sarıp sarmalayan yetişkin dostu Portuga’yı kısa sürede bulup kaybetmesiyle olur.

Beş yaşındaydım. Zeze kadar büyük bir yoksulluk çekmiyor, dayak yemiyor olsam da dağılmış çekirdek ailem, başka bir kente taşınmış evim ile gereğinden erken olgunlaşmak zorunda kalmış bir kız çocuğuydum seninle tanıştığımızda. Gözlerin masmaviydi. Anneme, “Biz dünyayı renkli görüyoruz, sen kahverengi görüyorsun” diyecek kadar küçüktüm. Henüz evlenmenize birkaç yıl vardı ama ikimiz, “biz” olmuştuk bile.  

 Hayretler içinde bana bakmaktaydı.

“Vay anacığım, küçücük bir çocuk nasıl olur da büyüklerin dertlerini bu kadar iyi anlayıp azap çekebilir. Böyle şey görmedim.”

Beni kumsaldaki evimizin önünde ilk gördüğün günü, bu dünyadan ayrılışından birkaç hafta önce bir kez daha anlatmıştın: “Üzerinde şilebezi bir elbise, ayağında pantuf terlikler. Dağınık saçlar ve kocaman yeşil gözler…” Daha sonra “Doyumsuz gözler” diye de eklemişsin anneme. Güzel olduğumu sık söylerlerdi ama ben ne zaman o Yaprak’ı hatırlasam içim sızlar.

Şefkat parça parça meydana getirilen bir şeydir.

Ben bu karşılaşmayı hatırlamıyorum. Daha sonrasına ait şeyler geliyor aklıma. Pazar akşamı hüznüne batmış bir Bodrum-İzmir otobüsünde dizine yattığım an mesela. Nasıl da dönmek istemiyordum İzmir’e. On bir yaşındaydım, bana hiç yüz vermeyen İstanbullu bir çocuğa aşıktım ve tatil bitmişti. İnsan tüm yaz bitişlerini, platonik aşkları, Bodrum’dan defalarca geri dönüşleri, hepsini unutuyormuş da o gün başını koyduğu o dizin şefkatini unutmuyormuş meğer.   

Saçlarımı ağır ağır okşadı.

“İnsan hayatta işleri tek bir hamlede çözemiyor. Yine de sana bir teklifte bulunacağım. Seni anne babandan ve evinden ayırmam mümkün değil. Ne kadar istesem de buna hakkım yok. Ama bugünden itibaren seni yavrummuş gibi seven ben, sana öz evladımmışsın gibi davranacağım.”

Zeze, Portuga’nın onu babasından satın almasını istiyordu. Bizim hikayemizde ne ben talep ettim ne sen talip oldun böyle bir şeye. Her şey kendiliğinden oldu. Hayır babam olmadın ama abim olarak da kalmadın. Öyle bir yere, su gibi öyle bir akıp yerleştin ki işte kendime bile tanımlamakta en çok zorlandığımı yer burası. Sonsuz güvendiğim, sınırsızca şımarabildiğim -ki gerçek bir sevgi ve şefkat hikayesinde şımarmanın yeri özeldir- varlığından bedenimin mevcut bir parçası gibi emin olduğum o yer boş kaldı. Şöyle kafamı sağa doğru çeviriyorum şimdi ve bir boşluk görüyorum. Sen bana bugüne kadar nasıl davrandıysan ancak kendime öyle davranmam halinde yeniden inşa edilecek bir boşluk….

Dostluğumuzu Tanrı’dan başka kimse bilmemeliydi.

Zeze ve Portuga’nın dostluklarını gizlemek için nedenleri vardı. Bizim yoktu ama gizlemesek de görünmüyordu. İnsan gözünün daha önce hiç görmediği bir şeyi ilk başta ne kadar bakarsa baksın seçememesi gibi… Bizi ya baba-kız sanıyorlardı, ya da belli bir seviyede ilişkisi olan üvey baba-üvey kız. Ne kadar benziyorsunuz diyenlere teşekkür edip geçerdik, diğerleri bir şey demezdi zaten, üveylik hassas meseleydi. Biliyor musun, seni son yolculuğuna uğurlamak için Ankara’ya giderken sabaha karşı durduğumuz benzinlikteki adam yakamdaki fotoğrafına baktı ve “Ne kadar benziyorsunuz, başınız sağ olsun” dedi. Teşekkür edip “Babamdı” dedim. Zaten senden babam diye herhalde en çok bu son bir ayda bahsettim.

Bana döndü ve dünyayı iyilikle dolduran gülümsemesiyle gülümsedi.

Anneannemle teyzem bir gün Scrabble oynarken anneannem “haluk” yazmış ve başlamış tartışma, özel isim mi değil mi diye. Anneannem sonuna kadar savunmuş tabii, bir de cümle içinde kullanmış, “Çok haluk adam denir iyi huylu insanlar için” diye. Bu hikâyeyi duyduktan sonra ben de telefonumda “Haluk Adam” diye değiştirmiştim kaydını. Tatlı bir su gibiydi iyiliğin, bağırmadan, göze sokmadan, sakince, şırıl şırıl akardın ihtiyaç olan her yere, herkes için… Senin kimse için kötü bir temennin olmazdı ama kalbini kıranlara ilahi adaletin işlediğini görmüştüm defalarca, sen yine de üzülürdün.

“Dostuz biz, çok dostuz, değil mi?”

“Elbette.”

“Arabanın bile yarısı benim, değil mi?”

“Bir gün hepsi senin olacak.”

Zeze elbette küçük bir oğlan çocuğu olarak Portuga’nın muhteşem arabasına hayrandı ama onun için konu aslında hiçbir zaman araba olmamıştı. Bizim muhteşem arabalarımız, harika evlerimiz yoktu ve tabii ki bizim için de konu zaten hiçbir zaman para olmamıştı. Hatta parasızlıkla sınanmanın gücü vardı ilişkimizde. Her şeye ama her şeye rağmen” biz” olabilmek ne büyük bir şeydi. Hayatında bir kez araba aldın, onu da benim üzerime yaptın (çünkü çok iyi insanlar ticarette çok üzülüyorlardı). Sonra da bana araba kullanmayı öğrettin. O arabayı ilk kez park yerinden çıkarıp tek başıma kullanmam da senin yüksek ateşle hastaneye kaldırıldığını öğrendiğim bir akşamdı. Sana bir şey olmasından çok korkmuş ama bu sırada trafik korkumu yenmiştim.

“Evinde bu küçüğü hiç kimse anlamıyor. Böylesine duyarlı bir çocuk görmedim ben.”

“Doğru söyle Portuga bu küçük şeytanı çok seviyorsun değil mi?”

“Sandığından da çok. Zeki ve harika bir sivrisinek bu.”

Benim kocaman bir yaram var, senin de çok iyi bildiğin. Ne zaman o yara kaşınsa, ben ağlasam sen de gizli saklı bir yerde üzülürdün. Yıllar önce İzmir’de bir sabah, tam da pikniğe gidecekken posta kutusunda bir mektup görmüşsün ve anlamışsın ki yaram kanayacak, gidip bakkaldan bana çikolata almışsın. Annem anlattı yıllar sonra. Ben o gün mektubu açtım, okudum ve piknik yaptığımız gölün kenarında bütün gün ağladım. Çikolatayı hatırlamıyorum bile.  Geçenlerde -sen daha gitmeden- aynı yerden kanıyor, anneme anlatıyordum ağlayarak ve bir an sana ilişti gözüm, televizyon izler gibi yapıyor ama ağlıyordun. Ah, sen beni ne şefkatli seviyordun. 

Konu sevgi değildi aslında. Konu şefkatti. Sevdiğini söylemek kolaydı. Anneler babalar çocuklarını severdi tabii, aksi zaten düşünülemezdi. Ama sevginin emilimini artıran şefkat yoksa eksik kalıyordu. Ne enteresan ki Şeker Portakalı’nın yayıncıları bile sanki zamanla bunu kavramışlardı. Elimdeki 2013 tarihli 113. baskıda sevgi olarak geçen bazı yerler Storytel’den geçen hafta yeniden dinlediğim 143. baskıda şefkat olarak değiştirilmişti. Kitap sanki canlanmış benimle iş birliği yapıyor ve yazarın, Portuga adını taktığı dostuna hitap ettiği şu cümleler ile bitiyordu:

Seneler geçti sevgili Manuel Valadares. Bugün 48 yaşındayım ve bazen kendimi hasrete öyle çok kaptırıyorum ki hala çocuk olduğumu zannediyorum. Her an ortaya çıkıp bana sinema yıldızı kartları ve misketler getireceksin sanki. Hayatın şefkatli yanını bana sen öğrettin. Sevgili Portuga, bugün çocuklara misketler ve kartlar dağıtmaya çalışan benim. Çünkü şefkat olmayınca hayatın pek değeri kalmıyor. Şefkat göstermek beni bazen mutlu ediyor bazense yanıltıyor ki bu ikincisi daha sık oluyor.

Bu kitabı orta okulda ilk okuduğumda öyle çok ağlamıştım ki yıllarca bir daha elimi sürmek istememiştim. En son on yıl kadar önce kızıma okurken yine hıçkırıklara boğulunca Yağmur beni bu kadar ağlatanın ne olduğunu anlamakta zorlanmıştı. Aslına bakarsan ben de bilmiyordum. İnsan yıllar sonra kaybedeceği o kocaman şefkat için peşinen ağlar mı? Belki de evet.

Derken yumuşak mı yumuşak, tatlı mı tatlı bir ses konuştu yüreğime. Üzerinde oturduğum ağacın dostane sesi olmalıydı bu: “Ağlama sakın ufaklık. O şimdi gökyüzünde…”

Bu sabah rüyamda arabamızı gördüm. Hani artık elimizde dağılmak üzere olan, satılmasını pek de istemediğin ve yeni sahibi ona kırmız gül adını taktığı için sevindiğin arabamızı. Plakası değişmişti ve içinde kendisi sarı, gagası kırmızı bir kuş vardı, senin gibi Galatasaraylı. Kapısını açtık, kuş göklere havalandı, kaçırdık diye üzüldüm önce, sonra içim ferahladı, bir parçan daha özgürleşti sanki.

“Ama beni de öldüreceğini söylemiştin.”

“Başlangıçta söyledim. Sonra, seni başka bir biçimde öldürdüm. Yani, seni yüreğimde canlandırarak öldürdüm. Sen sevdiğim tek insansın Portuga. Tek dostumsun.  Bana artist resimleri, bilyeler, limonata, pasta aldığın için değil. Yemin ederim gerçeği söylüyorum.”

Hayatın şefkatli yanını bana sen öğrettin Haluk Abi.

Ve kızımızın da senin elini tutarak aynı şefkatli yoldan yürümesini, aynı güvenli kollarda ilk kulaçlarını atmasını, gizli gizli verilen harçlıklara sevinmesini, istediği kadar şımarmasını, çok ama çok sevildiğini hissetmesini, rahatlıkla “Ben en çok dedemi seviyorum” diyebilmesini sağladın.

Minnettarım.

Zeze Portugasını beş yaşında buldu, beş yaşında kaybetti. Ben ise seni 5 yaşımda buldum, 49 yaşımda kaybettim ama şefkati oluşturan o ufak tefek binlerce an ile içimde capcanlı duruyorsun.

2 Ocak 2024/İstanbul


* Jose Mauro De Vasconcelos-Şeker Portakalı, 1 Basım 1983, Can Yayınları

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

yaprak-cetinkaya
Gazetecilik eğitimini Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde aldı. 27 yıldır farklı görevlerde daima mesleğine aşık bir hal ile çalışıyor. Gazeteciliği en çok wellbeing, kişisel gelişim, psikoloji, ezoterizm, mitoloji gibi daha az konuşulan konular üzerinden yapmayı seviyor. Mümkün Dergi, Yuka Dükkân ve Yuka Ajans’ın kurucu ortaklarından…