Bir gölün kenarındayım.
Etrafı çepeçevre sarılı adını bilmediğim ağaçlarla kaplı bir göl burası. Ağaçların uzunu var, kısası var, aynı kökten çıkanı, ayrı köklerden büyüyerek birbirini bulanı var. Hepsini tek tek görüyorum.
Bu göl sihirli.
Çünkü ben ne zaman onun yanına gitsem bir şeyler oluyor. İçimde çalan bestelere güfteler yazıyor, su kamışlarını seyre dalarken doğadan geldiğimi bilen halime ışınlanıyor, kalbimle valslar yaparken üstümdeki ağırlıkları atıveriyorum.
A aaa… Bi’ dakika… 1001 gömlek mi o?
Üstümdeki gömlekleri tek tek incelemeye başlıyorum, sıkılmam yok.

Kalbimin orta yerinden bir hançer yönünü belirliyor kendime doğru kelimelerimin. Hiç tarzım olmayan, aslında hiç de beğenmediğim, kimin için kim bilir ne zaman üstüme giymeye tamam dediğim 1001 gömlek…
Renkleri tanıdık değil, dokuları benden değil, kim seçmiş ki bunları?
Bir an evvel bana gelsin istiyorum bana ait olmayanın bilgisi. O sarı çizgileri olan ilkokul öğretmenimin “Sen o liseyi kazanamazsın” dediğinde üstüme giydiğim gömleğin ta kendisi (o küçük kız o liseyi kazandı ama o gömleği uzunca çıkaramadı).
Şu simsiyah yün yorgan tokluğundakini annemle babam birbirinden ayrılmaya karar verdiğinde benden de ayrılmaya karar verdiklerini zannedip giymiştim. O en son çıkanlardan.
Şu minik ördekli olan “Ben bunca şeyin içinde nasıl hayatta kalacağım” diye endişeye kapılıp çocuk olma hakkımdan vazgeçtiğim ve hemen oracıkta büyümeye karar verdiğimde giydiklerimden. Bana her daim o minik ördekleriyle kaybettiğim masumiyetimi ve çocukluğumu sinsice hatırlatıp sinirime dokunmuştu uzun süre.

Ben o sihirli gölün kenarında bir yürüyüş sırasında karşılaştığım atların sevgisine kendimi kaptırdım da bir anda fark ediverdim üzerimde taşıdığım ağırlığı. Rüzgâr eşliğinde kutladıkları özgürlükleriyle döndü başım, bana bir haller oldu. “Ben neden korkuyorum onlar gibi koşmaktan?”
Çünkü yüküm çok ağır.
Ve o güzel atların güzel özgürlük koşusunun eşlik ettiği kalp sızısıyla fark ediyorum ki bir güzel giymişim ben hiiiiiç de hoşuma gitmeyenleri, bana ait olmayanları, sırf o an önemli zannettim diye kabul edip koynuma aldıklarımı, öyle öğrendim varsayıp kabuğum yaptıklarımı.
O an bir karar veriyorum.
Soyunacağım.
Önce tespit. Tek tek tasnif. İstiflenmiş gömlekleri bir bir ayıklama. Her yaşanana verilen her tepkide “acaba bana mı ait?” diye sorgulamalar.
“I-ıh. Benlik değil” ise ilgili gömleği bulup itinayla çıkarma seremonisi. Ohhh, bir rahatlamalar, bir hafiflemeler (her seferinde 200 gram kadar). Devamında kendini omuzundan öpmeler, helal be kızım demeler. Minik kutlamalar ki pek yapılmazlar.

Tek tek başlıyorum gömlekleri çıkarmaya.
Aa aaa.. Bir gün bir bakıyorum üstümde tek bir gömlek kalmış.
Nasıl yaa?
Şapşallaşıyorum. Bünye alışık değil.
Derin bir ruh sohbetimizde içimdeki gömlek tufanlarını paylaştığım güzel arkadaşım Şebnem bana şunu sormuştu: Kendinde gördüğün 5 biricikliği sayabilir misin?
Sayabilir miyim?
İnsan kendi biricikliğine nasıl bu kadar yabancı olur?
Bir şeyler sıralamış ve ama çok zorlanmıştım. 5.yi sen söyle hadi dediğimde “Azim. O 1000 gömleği tek tek görüp, sana ait olmayanları tek tek çıkarma cesareti müthiş bir azim gerektiriyor” demişti.
O anı hâlâ ve her an şükranla anıyorum.
O sihirli gölün kenarında karşıma çıkan o sihirli atların hediye ettiği o sihirli özgürlüğün hediyesi sihirli bir yalınlık oluyor.
Üstümde tek gömlekle kalakalıyorum. Bu kalakalma halinin çıplaklığından az biraz endişe duyuyorum, hafif olmayı yenice öğreniyorum. Rüzgârda eteklerini savuran o bana ait tek gömlekten razı, yürümeye devam ediyorum.
Hem de bükülmez bir niyetle, yine sadece bana ait olan hafifliğimle. Gökler şahidim.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

