YAŞLI DOĞAN BİR FİLOZOF: KIERKEGAARD
Felsefe

Yaşlı doğan bir filozof: Kierkegaard

Felsefe tarihinin bana göre en özgün karakterlerinden birisi olan Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard daha soyadından başlayarak (Kierkegaard mezarlık anlamına gelmektedir.) gerçekten ilginç bir yazgının sahibidir. Tüm hayatını, insanın karar verebilme yetilerinin neler olduğunu/olabileceğini, seçimin ne anlama geldiğini düşünerek geçiren Kierkegaard nedendir bilinmez kendi ismiyle çok az eser yayınlamıştır.  Varlıklı bir ailenin hayatta kalan tek çocuğu olan Kierkegaard babasından sadece maddi zenginlik değil, aynı zamanda amansız bir melankoli yükünü miras aldığını kast ederek kendini “yaşlı doğmakla” tanımlar. Günümüzde halen Varoluşçu Felsefenin babası olarak kabul edilen bu adam fevkalade keskin zekâsı, her satırında göze çarpan ironi kabiliyeti, özellikle döneminin baskın figürü Hegel’in felsefesine karşı geliştirdiği hiciv, parodi, mizah, polemik ve diyalektik, dolaylı anlatımlar gibi türlü çeşit yöntemle düşüncelerini bugünlere taşımayı başararak, kendinden sonra gelen birçok düşünüre fikirleriyle ilham olmuştur. (Her ne kadar kendi bu durumdan bahsetmese de Martin Heidegger’ in ölümsüz eseri “Varlık ve Zaman’ı büyük oranda Kierkegaard’ın felsefe görüşünden ilham olarak yazdığına dair yaygın bir görüş vardır.)

“Kierkegaard için Tanrı’ya inanmak basit bir karar değildir.”

Kierkegaard denilince yöntemli bir felsefe anlayışından çok bireyin öznel olarak kendisini nasıl açığa çıkaracağının çeşitli formlarda tarif edilmesinden bahsedebiliriz. Adını taşıyan eserlerin kimi felsefi roman statüsünde, kimi psikolojik (bilinç akışı), kimi Hristiyan dogmatizmi üzerine eleştiriler şeklindedir. Yapıtlarında tek bir konuyu anlatmaktan ziyade yaşamdaki olgulara dair felsefi dipnotlar düşmeyi, edebî eleştiriler yapmayı, nutuk niteliğinde söylemler etmeyi, yer yer makaleler yazmayı, geriye dönük kişisel değerlendirmeler yapmayı seven bu düşünür çok farklı anlatım biçimlerini bir arada kullandığı şaşırtıcı bir yelpazeyi kapsar.

İnsandaki temel varoluşsal meselelere dönük öznel sorgulamaları derinleştirmek için tasarlanmış çeşitli savlar ileri süren bu düşünürün en ünlü eseri Ya/ Ya da isimli yapıtıdır. Hem teolojik birtakım anlatılardan (Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ı tanrıya kurban etme kararı) hem de kendi nişanlısından ayrılarak yalnız bir yaşam sürmenin daha kutsal bir var oluş olduğuna dair verdiği öznel kararın gelgitlerini ele aldığı bu kurgusal yapıtı insandaki “karar alma / karar verme nosyonunun ne menem bir şey olduğunun sorgulamasıdır. Kierkegaard kitap boyunca, okuyuculara ya sefa sürmek ve güzelliği kovalamak ya da geleneksel ahlaki kurallara bağlı kalmak arasındaki seçimi sunar. Bu seçimler genelde estetik ile etik arasındaki bir seçimlerin birbirinden nasılda farklı şeyler olduğunu gözler önüne serer. Gelgelelim ki çalışmasında sürekli geldiği nokta daima Tanrı inancı olur.  Kierkegaard için Tanrı’ya inanmak basit bir karar değildir, hatta karanlığa adım atmayı gerektirir ve inanca dayanarak karar vermek, ne yapmanız gerektiğini söyleyen geleneksel fikirlere ters düşebilir. (Hz. İbrahim anlatısı kitabın kalbini oluşturur.)

Mesaj gerçekten Tanrı’dan gelmemiş olsaydı ne olurdu?

Kutsal Kitapta İbrahim, normal anlamda doğru ve yanlışı görmezden geldiği ve oğlu İshak’ı bile kurban etmeye hazır olduğu için hayran olunacak biri olarak gösterilir. Peki ama korkunç bir hata yapmış olamaz mıydı? Belki de bir halüsinasyondu, belki de İbrahim delirmiş ve gaipten sesler duymaya başlamıştı. Nasıl emin olabilirdi?  Kierkegaard inancımızın Tanrıdan gelip gelmediğinden nasıl emin olabileceğimizi bilmemenin girdabında debelenir. Onun tüm bu hezeyan dolu gelgitlerine bakınca bana Kierkegaard’ın temel sorusu hep şuymuş gibi gelmiştir; Tanrı nerede başlıyor? Biz nerede bitiyoruz ya da İnancın gerçek bir tanrı buyruğu mu yoksa şahsi bir yanılgı mı olduğuna insan nasıl kani olacak? İşte tam bu ve bunun gibi soruları kendimize sormamıza yol açan düşünürün en büyük alamet-i farikası insanı kendi başına düşünmeye çağıran bir filozof olmasıdır. Onu okurken bir şey öğrenmekten ziyade kendinizle baş başa kalırsınızJ

Kierkegaard bireye inanır ve bu yüzden de hakikat kavramını öznellik olarak açıklar. O seçim yapan insanlar için “hazırda” önceden imal edilmiş bir hakikat bulunmadığına inanır.  Kierkegaard hakikatin iradenin eylemiyle oluşacağına iman eder. O, insanın seçim yapabilme kudretini daimî ama külfetli bir yoldaş olarak görür. İşte bu yüzden karar verme anı onun için delilikle eş değer bir andır çünkü inancın özünü “karar” oluşturur. Karar verme eylemi Kierkegaard için öylesine bela bir durumdur ki bu durumu şöyle açıklar; “Gerçekten eksikliğini çektiğim şey zihnimde ne yapacağım konusunda net olmak ne bileceğim konusunda değil… Mesele, benim için hakiki olan hakikati bulmak, uğruna yaşayabileceğim ve ölebileceğim fikirleri bulmak.” Kısaca Kierkegaard, insanın yaşamın içindeki her kavşakta, her seferinde karar vermesi gerekmesinin zorunluluğu ile boğuşur.

Nedir Bu Varoluşculuk?

Fikirlerini anlatırken sık sık söze başlamayı sevdiği ifade olan “benim için hakiki” ifadesi, Kierkegaard’ın öznel hakikate nesnel hakikatten daha yüksek bir ehemmiyet verdiğini göstermektedir, diyebilirim. Aynı zamanda bu durum Kierkegaard’ı “Varoluşçuluğun Babası” yapan unsurdur. Hakikat öznelliktir. Hakikat, bireyin ona göre hareket ettiği şeydir, bir varoluş biçimidir. Kişi kendi hakikatinde var olur ve onun içinde yaşar. Öznelliğin en yüksek ifadesi işte bu tutkulu inançtır. “Varoluşsal” düşünmek denen şey budur. Kierkegaad’ın bu düşüncesinin özü, hayat tecrübesinin üç safhası olduğunu söyleyen doktrininde görülebilmektedir: estetik, etik ve dini. İnsanın var olma şeklindeki bu üç aşama kişinin hayata bakışı ya da hayata karşı tutumları gibi düşünülebilir.

“Estetik alandaki günah, ahlâkın seçilmemesidir. Ahlâk alanında günah, Tanrı’yı bulmamaktır.”

Estetik Aşama: Bu aşamada, hayatın bize sunduğu bir açık büfe çeşitliliğindeki zevkleri tek tek deneyerek, sıkıntıdan ve hayatın acılarından kaçmak en tipik insan eğilimidir. Estetik safha arzuların tatmin edildiği ve anın yaşandığı bir safhadır. Burada bireye hiçbir şey yetmez. Doyum hissini kendisinin ve yine kendi dışında bulamayacağını fark eder. Ne bitmek tükenmek bilmez hazcı ve nefsani arayışlarında ne de spekülâtif düşüncelerinin soyutlamalarında tatmin vardır. Felsefenin büyük büyük babası Platon haklıdır; sürekli haz arayan kişi delikli kalbur gibi olur. Ona asla hiçbir şey yetmez. Anlamlı olanı keşfetmek için kişi içe dönmelidir. Burada içtenliği, ciddiyeti, tutkuları, kararları, adanmışlığı ve özgürlüğü bulacaktır. Bu aşamadaki arayışların sonucu, kişiyi nihayetinde etik değerlere adanmışlığa sevk edebilecek bir hayal kırıklığı ve çaresizliktir. (İnsanın çilesi bitmiyor vesselamJ) Aslında, ümitsizliği ve çaresizliği seçerek, “kendi” kendisini yeniden doğurur ve kararsızlık aşaması olan estetik aşamadan kararlı bir adanmışlık safhası olan etik safhaya geçer. (Bitmedi birazdan yetmez ama evet diyecekJ)

Etik Aşama: Etik aşama, kararlılık ve kuvvetli bir adanmışlık aşamasıdır. Etik (ahlaklı) kişi, estetik kişide rastlanmayan şekilde sınırları kabul eder ve davranış kurallarına uyar. Estetik aşamadaki kişi yiyecek, içecek ya da seksüel çekimin çağrısı söz konusu olduğunda dürtülerine yenik düşer. Oysa etik kişi teslim olmaz. Etik aşamada tatmin, görev duygusuna adanmışlık ve nesnel bir ahlaklılığın emirlerine itaat yoluyla aranır. Karar ve adanmışlık sayesinde “kendi” tam, bütün ve demir atmış hale gelir. Etik insanın merkezi, karar sorumluluğunu omuzlamış olması sayesinde, kendi içindedir. Hayati merkezlenmiş ve birleşiktir. Ancak bir kez daha, deneyim kişisel anlamdan yoksundur ve kişinin bireysel varoluşunu geçerli kılmakta başarısızdır. Etik aşamaya adanmışlık, inanç eylemi sayesinde elde edilebilir. Suç ve günahlarınızın farkındasınızdır. “Kendinin”, bütünlüğünü ve birliğini keşfetmesi ancak bu safhadaki karar ve adanmışlık sayesinde mümkündür. Sokrates bunu söylemiştir, “Kendini bil”. Ancak etik safhada bu artık şöyle yorumlanır, “Kendini seç”. Birey daima kendi öznel etik doğrularını seçer.

Dini Aşama: Estetik aşama hazcı arayışlarla, etik aşama ödev duygusuyla, dini aşamaysa Tanrı’ya itaat ve adanmışlıkla nitelendirilir. Dindar aşama, ilk iki aşamanın zirve noktasını, yücelimini temsil eder. Kierkegaard, Ya/Ya Da’dan iki yıl sonra yazdığı “Yaşam Yolundaki Aşamalar” adlı eserinde dindar safhaya hak ettiği önemi vermekten geri kalmamıştır. Bu aşamadaki inanç ilk aşamadaki ümitsizliğin ve çaresizliğin zıddıdır.  Dindar aşamada kişisel, öznel bir Tanrı deneyimi yaşamaya irade gösterirsiniz. Kierkegaard’a göre insan ancak bu aşamada Tanrı ile iletişim kurabilecek seviyeye ulaşır. İşte Kierkegaard tam da bu yüzden çok inançlı olmasına karşın dogmatik inancı, kurumsallaşmış din kavramını reddeder.

Kendisi dindar yaşamda büyük bir teselli bulmuş olmasına rağmen, organize dinin hissiz ve soğuk olduğunu, derinlemesine hissedilemediğini ve tatmin edici olmadığını ileri sürer. Ona göre tanrı insanın kendi öznelliği sayesinde kavuşacağı bir şeydir.

“Kurumlar kişinin kim ise o olmasının önündeki engelden başka bir şey değildir.”

Bireyselliğe önem veren Kierkegaard tahmin edeceğiniz üzere sadece din kurumlarından değil, topluluk inşa eden hiçbir kurumdan da hoşlanmaz. O göre tüm kurumlar kişinin kim ise o olmasının önündeki engelden başka bir şey değildir. Çünkü bireyler var olan toplumsal kimliklerin olağandışı derecede akışkan olmaları neticesinde paralize olmuş gibi yaşarlar.  Normalin önceden belirlendiği bu durumda toplum denilen bu saçma yapı kolayca düzmece bireyler üretme konusunda adeta uzmandır.  Böyle bir toplumsal bağlamda yaşanan bu derin sorun karşısında Kierkegaard, tek tip kimlikler üretmeyecek bir iletişim biçimi oluşturmanın ne denli gerekli olduğuna dair mütemadiyen fikirler yazar. Öznel bir kimlik inşası için kişilerin kendi öz kaynaklarına geri dönebilecekleri, kendi varoluş seçimleri için sorumluluk üstlenebilecekleri, kendilerine dayatılan toplumsal kimlikler dışında gerçekten kendileri olabilecekleri çok özel bir retorik oluşturan Kierkegaard Bu retoriği geliştirirken baştan sorgulanmaksızın doğru diye görülerek geleneksel kültür yoluyla taşınan bilgi savla ona karşı önü alınamaz bir ironi ile savaşan Sokrates’in tekniğini kullanır.

Nitekim Sokrates’e Aralıksız Göndermelerle İroni Kavramı Üzerine başlığını taşıyan 1841 tarihli doktora tezinde Kierkegaard, Sokrates’in ironiyi söyleştiği kimselerin kendi öznelliklerini yine kendilerinin doğurmalarını kolaylaştırmak için kullandığını savlar. (“Gibi” dizisi izleyicilerine selam olsun.) Böylelikle Sokrates yönelttiği ironi dolu sorularla konuştuğu kimseleri bildiklerini sandıkları kanıları bırakıp kendileri için düşünmeye başlamaya, kendi bilgi savlarının sorumluluğunu almaya özendirmiştir. İnsanın kendisi olabilme becerisini ise inanca bağlı yinelemelerle oluşturabileceğini salık eder. İnsan kuvvetli bir inancın ona verdiği iman gücüyle yaşama sarılmıyorsa o kişi gerçekten inanmayı beceremediğinden umutsuzluk girdabında olacaktır. Bu güçsüzlük durumuna düşmemek için kişinin sürekli olarak inancını yenileyerek güç toplaması gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Kierkegaard’a göre kişinin kendiliği ile Tanrı arasında dua yoluyla ya da mantıksal bir inanç dizgesi aracılığıyla bir ilişki kurulması söz konusu değildir. Tanrı ile kişi arasındaki ilişki yalnızca bireyin inancının yinelenmesiyle kurulabilir.  İnancın yinelenmesi ben’in kendisiyle kendisi olarak ilişkiye geçerek güçlenmesine olanak sağlayacak yegâne tutumdur. Daha açık söylemek gerekirse Kierkegaard için ben, inancın yinelenmesiyle özdeştir; kişi ben’ini ancak inancını yineleyerek kurabilmektedir.

Amaç, dini yok saymak mı öze döndürmek mi?

Kierkegaard’ın bu mücadelesinin amacı da hiçbir zaman için dini ortadan kaldırmaya yönelik değildir. Aksine onun amacı: dini, özüne döndürmek bu şekilde Tanrı ile insan arasında daha sağlam bir ilişki kurmaktır. Çünkü Kierkegaard, için dinin anlamı büyüktür. Ona göre, aşkın alanla kurulan her bağ insanı varoluşsal olarak bir adım daha yukarılara taşımaktadır. Kierkegaard dinin insanı güçlendirdiğini, insanın hayatına anlam kattığını düşünür. Ona göre dinin, insanların hayatında çok merkezi bir rolü vardır.

Kierkegaard bize gerçek bir dindarın varoluşunu kazanan kişi olduğunu muştular. Hayatını belirli anlam kaynaklarına göre değerlendiren kişinin gerçek bir dindar olduğu için varoluşunun bilincine varıp ona sahip çıkan kişi olduğunu iddia eder. Bu yüzden gündelik hayattaki “umutsuzluğu” reddeden bu adam umutsuzluğu yenmeden aşkın alana geçmenin imkânsız olduğunu dile getirir. Gerçek bir birey umutsuzluğu yenecek imanı kendinde toplayıp kendini fark edebilmeyi başaran insandır. Kierkegaard’ın umutsuzluk üzerinde bu denli durmasının nedeni “bireyin umutsuzluğunun farkına varmasını ve böylelikle de kendisini özgür bir tin olarak tanımasını sağlamaktır içindir.” O tüm bu olguları açıklarken güvenilecek tek obje olarak Aşkın Varlığı görmektedir. Kişi eğer Tanrı’ya güvenmiyorsa hayatı boyunca umutsuzluktan kurtulamayacaktır. Bir başka ifade ile umutsuzluk, kişinin kendi başına sahip olamayacağı “sonsuzluğun eksikliğidir.”

İnsan yanlış güç objelerine tutundukça kendini sonsuz zannetme gafletine kapılabilir. Oysaki bu dünyada tanrı dışında hiçbir şey determinizm ilkesinin dışında değildir. Bu sistemin parçası olan insanın, kendisi gibi sonlu ve sınırlı olan herhangi bir şeyi kurtuluşu için çare olarak görmesi ve bu düşüncenin sonunda da hayal kırıklığına uğraması onun için umutsuzluktur. Bu hayal kırıklığı bireyde, kurtuluşu için gerçek gücü buluncaya kadar devam edecektir. Gerçek kurtarıcısı olarak Tanrı’yı bulan kişi umutsuzluktan kurtulur. Yani Kierkegaard’ta aslında diyor ki: “Ey bre insan senin ontolojik yapın sınırlı, dünya geçici, evren sonsuz. Çok da kendini paralama. Kendi içindeki özün farkına var, neyin iyi neyin kötü olduğuna ilkelerin ölçüsünde karar ver, bir an önce aşkın alana geç, ham var oluştan uzaklaş, bu bilgelikle de kendini Tanrıya emanet et, yani geldin madem bu dünyaya bir zahmet gerçekten yaşa.” Az şey mi? Bence değil. Kaldı ki daha ne desin.

Gelecek ay görüşürüz.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

eftalya-koseoglu
MSM konservatuarı Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Mezunu. Reklam sektöründe yaratıcı yazarlık ve prodüktörlük yaptı. New York Film Academy’de Senaryo Yazarlığı ve Yönetmenlik Eğitimi aldı. Halen akademi dışı felsefe eğitimi almaya devam ediyor.