İlk kitabı Gaak ve Baap’ı yazdıktan altı yıl sonra, içine artık sığamadığı bir konfor alanının ve kalbine uymayan bir yaşamın neredeyse onu nakavt ettiğini söyleyen Gökhan Atış, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığına inanarak bizzat kitabında yazdığı kurgusal yolu yürümeye karar verdi. Bu yolda işaretlerin onu mucizelere ve aradıklarına doğru götürdüğünü söyleyen Gökhan Atış ile herkes kendi hazinelerini bulabilsin diye yaşadıklarını kaleme aldığı yeni romanı Mucizeye Yolculuk I – Yazdığın Yolu Yürü üzerine keyifli ve ufuk açıcı bir sohbet gerçekleştirdik.
Öyle anlıyorum ki yazmak sizin için bir yaratım ya da hatırlayış. Şu anda da yazmakta olduğunuz bir şeyler varsa yazdıklarınızı yaşayacak olma ihtimaliniz sizde bir kaygı uyandırıyor mu? Ne yazacağınızı dikkatle seçme gibi bir kaygı?
Kitabı henüz okumayanların bu soruyu neden sorduğunuzu anlaması açısından kısa bir açıklama yapayım. Roman kahramanımız bazen geleceği sezebiliyor; rüyalar yoluyla ve yazı yazarken… Böyle kendimden roman kahramanı olarak bahsetmek de pek alışabildiğim bir şey değil; komiğime gidiyor. Velhasıl, yazdıklarım ve yaşadıklarım, ruhumdan kalemime ve kalbime akanlardır. Ve ben ruhuma teslim olduğum için olacaklardan korkmuyorum. Ürkütücü olasılıklar ne aklıma ne kalbime uğruyor. İşte bu yüzden bir korku romanı yazarı olamam. Kıyamam, hem kimseyi korkutmaya. Yazmak benim için… en has hâliyle ben olmaktır. Yani beş tas has hoş hoşaf.
“Zihnimin satır aralarına bulaşmış gereksiz izlerini fark edip temizlerim. Bu işlemi, bir heykeltıraşın eseri üstündeki son rötuşlarına benzetiyorum.”
Meditasyon, ritüel, yüksek benlik ya da tanrısal bütünlük kavramları ve bu kavramlarla yaşadığınız deneyimler yazarlık yolculuğunuzu etkiledi mi? Hâlâ ilk günkü gibi bir akışta mı yazıyorsunuz yoksa bir yazma ritüeliniz var mı?
Bu söyledikleriniz benim için kavramlardan öte, gerçek bir yol. Hatta yürüdüğüm en gerçek yol. O yolu yürümek beni sadeleştiriyor, berraklaştırıyor. Bu değişim, hayatımın her alanını olumlu etkiliyor; elbette yazma şeklimi de. Evet, hâlâ ilk günkü gibi güçlü bir akışla yazıyorum. Ama artık o akış, daha çok ruhumdan besleniyor; onun saflığını getiriyor. Daha önce yazılarım da şarkılarım da varlığımın melankolik bir parçasından güçlü izler taşırdı. Bir yazma ritüelim yok. Gelenler bazen yolda yürürken geliyor. İçimden yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum… ve bırakıyorum. Sonra bilgisayar başına oturduğumda, o yazı yeniden gelirse kalıcı oluyor. Yazarken oynamayı sevdiğim bir oyun var: saklambaç gibi… ya da hazine bulmaca gibi… Kitabın başı, sonu, ilki, ikincisi, geçmişi, geleceği, bilinçaltım ve bilinç üstüm ince ipliklerle bağlı. Tekrar eden bir söz — misal, “has hoşaf” — tesadüf değil. Orada şakacı bir göz kırpma, belki bir sır var… Olayların akış örgüsünü daha iyi kavramanıza yarayacak bir ipucu belki… Artık en son; ikinci, üçüncü, beşinci okumada zihnimin satır aralarına bulaşmış gereksiz izlerini fark edip temizlerim. Bu işlemi, bir heykeltıraşın eseri üstündeki son rötuşlarına benzetiyorum. Hiçbir zaman sıkı bir okur olmadım. Kendimi yazar olarak da görmüyorum. Sadece içimden taştı ve yazı oldu diyebilirim.

Sizce ruhsal gelişim ile konfor arasında nasıl bir ilişki var? Köklenmek, konfor alanına tutunmak mıdır, yoksa yaşamımızın temel bir gereksinimi mi?
Bu soruyu neden sorduğunuzu yine kitabı okuyanlar daha iyi anlayacaktır. Burada sorduğunuz aslında “konfor alanı” denilen — adına tezat — rahatsız yer ve onun ruhsal gelişimle ilişkisi. Düşünün, ayağınıza bir numara küçük gelen bir ayakkabı giymişsiniz. Diyelim ki çok havalı duruyor; giydiğinizde iç gıdıklayıcı hisler veriyor. Yüzünüzde bir gülümseme: “Aman, parlak kırmızı ayakkabılarımla ne mutluyum…” Ama içinizden, şu toplantı bir bitse de eve koşup zavallı ayaklarımı bu cendereden kurtarsam, diye kıvranıyorsunuz. İşte konfor alanı böyle bir yer. İnsan, ruhunu dinlemeden, egosuna hizmet eden seçimler yaptığında kendini bir cendereye sokar. Orada bazı zevkleri duyumsuyordur; belki zenginlik, popülerlik, statü ya da fazladan emniyet, fazladan sevgi ve keyif vericiler… Ama aynı zamanda ruhunu sıkışmış hisseder. Bu sıkışıklık hissi yeterince arttığında, yani artık o cendereye sığamadığında, içsel ve fiziksel kırılmalar başlar. O noktada değişim ve dönüşüm, en hızlı evresine girer. Demek ki “konfor alanı”nın kendisi değil, onun içindeki acı, insanın ruhsal gelişimine yol veren asıl araçtır.
Köklenmek ve tutunmak aynı şey değildir. Köklenmek, varoluşun en temel gerekliliğidir. Köklenmek yoksa var olmak yoktur; var olmak yoksa deneyim de yoktur. Tutunmak ise, deneyim hâlindeki varlığın egosuna hizmet eden şeyleri bırakmamak için gösterdiği direncidir. Bu yüzden konfor alanlarından çıkmak kolay değildir. İnsan, egosunu tatmin eden şeylerin konforuna zihniyle ve duygularıyla adeta bir ahtapot gibi tutunur.
Çünkü onları bırakırsa — egosunu bırakmış olur. Egosunu bırakan kimse artık kimdir? Bir nevi ölmüş olmaz mı? O bilinmezlik boşluğuna dalmak epik bir cesaret ister. Ama dalanlar biliyor ki, o boşluktan kendini bulmuş biri olarak çıkar insan. Kendini bilmeye daha yakın…
Kızınızın okulda yaşadığı deneyim, sizin sistemle hesaplaşmanız açısından önemli bir dönüm noktası gibi görünüyor. Sizce Türkiye’de kalsaydınız onun yaratıcılığı ve ifade biçimleri yine benzer şekilde gelişebilir miydi? Şu anda nasıl bir yaşam düzeni ve eğitim sistemi benimsediniz? Aslında bir yandan da en çok alternatif eğitim sistemi şeklinde belirttiğiniz eğitimin içeriğini merak ediyorum.
Okul, benim bilinçaltımda çok fazla acı biriktirdiğim bir alandı.
Belki o yüzden gençlik yıllarımda Pink Floyd’un “Another Brick in the Wall” şarkısı, en hissederek söylediğim şarkılardan biriydi. Sonunda ben baba olmuştum ve kızım, benim yaşadıklarımı yaşayacaktı… Ya da artık o şarkının klibindeki gibi, çekici okul duvarına vurup kızımı kurtaracaktım. Öyle yaptım. Çünkü bunu seçebilecek bilinci ve olanakları hazırlamıştım. Galiba bir gün böyle bir şeyi yapmam gerekeceğini hep biliyordum. Maya biraz farklı bir çocuk. Analitik konularda zihni daha yavaş çalışıyor; ama ses ve görüntü örüntülerini çözümleme, derin düşünce, empati, küresel bir zaman anlayışı ve resim alanlarında dahiyane bir enerjisi var. Hani eşim ve ben, biz biz olmasaydık, Maya da kendisi olarak Türkiye’de klasik eğitim sisteminde kalsaydı… Çok yaralanırdı. Yeteneklerinin ve potansiyelinin gelişimi de muhtemelen yıllarca gecikirdi.
Şimdi Güney Goa’da, bir köyde yaşıyoruz. Burası Hint Okyanusu ile tropikal ormanların buluştuğu bir yer. Çevremizde, hikayesi bizimkine benzeyen, dünyanın dört bir yanından gelmiş insanlar var. Maya, herkesin bireysel farklılıklarına saygı gösteren bir okula gidiyor. Sörf öğreniyor, yeni resim ve sanat yöntemleri deniyor. Geçen gün, uzun süredir görüşmediği birine telefonda “Okuluma aşığım” dediğini duydum. Oturdum ve bir süre gülümsedim. Okula eğlenmeye gidiyor. Orada her yaştan ve her ulustan çocukla ortak bir dilde konuşuyor. Öğretmenler, kimin ne kadar alabildiği konusunda ısrarcı değil; bilgiyi çocukların alabildiği kadar veriyorlar. Sınav yok, zil yok, üniforma yok. Uzun doğa yürüyüşleri, piknikler ve deneysel oyunlar var. Bu eğitimin temelinde gerçek çocuk sevgisi var.
Toplumdan bütünüyle uzaklaşmak istemediğinizi aksine topluma hizmet etmek istediğinizi söylüyorsunuz. Yine de yaşadığınız hayatın kendi değerleri ve öncelikleri var. Türkiye’de yaşarken bu iki alan arasında nasıl bir denge kurabildiniz? Topluma ait olma arzunuzla özgün yaşama hakkınız arasında çizdiğiniz sınır nasıl şekillendi?
Kastettiğim “bütünüyle uzaklaşmak”, her şeyi ardımda bırakarak, bir dağ başına gidip, aydınlanana dek ortalardan kaybolmak. Evet, böyle bir uzaklaşma yok kalbimde; ama toplumun gözü önünde olma isteği de yok.Benim yapmayı arzuladığım hizmet, daha görünmez bir hizmet.Özellikle de ruhsal dönüşüm ve uyanış temalarında gerekli mesajları getiren ve ileten biri olmak isterim. Yazarak, çizerek, şarkı söyleyerek, seremoni alanları kurarak, şifaya kolaylaştırıcı olarak… Ve bunu yapıyorum.Türkiye’deki son senelerimizde, doğa içinde bir yerde yaşadık. Rehberliğimizi arayanlar gelip bizi orada buldu. Yazdığım blog yazılarıyla, SoundCloud’daki şarkı kayıtlarıyla, görünmez hizmetimi, bana en iyi gelen mesafeden yürüttüm. Sosyalleşme ihtiyacımızı bizim gibi çemberin dışında yaşayan dostlarla giderdik. Birlikte zeytin topladık, şarap yaptık, ateş yaktık, şarkı söyledik…Bazen de eşim ve kızımla kalabalık bir şehir merkezine inip yürüdük ama her defasında evimizin sessizliğine koşarak döndük.
Hayatımın kendimi daha iyi anlamaya ve daha çok sevmeye başladığım döneminde, doğal olarak, öz yaşam tarzını onurlandırmaya ve yaşamaya başladım; topluma hem durmam gereken mesafede durdum hem dokunmam gerektiği kadar dokundum. Bu ince çizgi kendi kendine belirdi.
“Bizler, var olmanın rüyasını gören Tanrı parçacıklarıyız.”
Dünyayı anlamlandırma şeklinizin ya da farkındalığınızın sizde suçluluk duygusu yarattığı zamanlar oldu mu? Kitaptaki balina hikâyesinde olduğu gibi aslında. O bölümde yaşadığınız suçluluğun yerini bir kabullenişe bıraktığını görüyoruz ama yine de suçluluk, ağır ve mücadelesi zor bir duygu. Siz bu durumla nasıl baş ettiniz?
Suçluluk… Annemle çelişmeye başladığım ilk günden itibaren… Tanrı ve dinler hakkındaki farklı düşüncelerimi ve hislerimi fark ettiğimde… Olmasını dilediğim dünya ile hizmet ettiğim dünya arasındaki farkları görmeye başladığımda, hep suçluluk duydum. İçtiğim senelerde bu duygudan öyle kaçardım. Sonra da içtiğim, kaçtığım ve korkak olduğum için daha çok suçlu hissederdim. Bu, onunla mücadele yolumdu. Başarısızdı.
Otuz ikinci yaşımda Vipassana meditasyonuyla tanıştım. Utancın ve diğer tüm duyguların ağırlıklarından özgürleşme yolunda ilk gerçek adımı o zaman attım.
Vipassana, olanı olduğu gibi görmeyi ve kabul etmeyi öğretir; her şeyin geçici doğasını fark ettirir. Aslında duygular, mücadele edilmesi gereken şeyler değilmiş. Oturup dinlenesi ve kabul edilesi şeylermiş; ne kadar zor ve ağır olurlarsa olsunlar. Bu yüzleşme yapıldığında ve onların gerçek doğası bir kez anlaşıldığında, teslimiyetle izlenip kabul edildiklerinde, onlar gerçek hazinelere dönüşürmüş; gerçek cesaret, gerçek özgürlük, gerçek huzur, gerçek mutluluk, gerçek sevgi, gerçek bilgelik… Bu hazinelere ulaştığımı iddia etmiyorum. Ama yolu bulduğumu biliyorum ve o yolda ilerliyorum. (Bu konunun romanın ikinci cildinde çok önemli bir yeri var. Balinanın da…)

Sizce sevgi öğrenilebilen, sonradan kazanılabilen bir şey mi?
Tüm varlıkların ham maddesi sevgidir. Dolayısıyla sevgi ne kazanılacak ne de öğrenilecek bir şeydir. “Kazanacağım” ya da “öğreneceğim” dediğimiz anda, onun yokluğunu varsaymış oluruz. Sonsuzluk boyu var olan bir şeyi yok sayarak konuşursak başka yanılgılara düşeriz. Biz sevgiyiz; hep sevgiydik, hep sevgi olacağız.Kollektif bilinçteki bu soruyu duyuyorum: Peki o hâlde neden karanlık ve kötülük var? Sevgi olan Tanrı zerreleri bir rüyaya dalarlar; işte o rüya bizim için Dünya yaşamıdır. Bizler, var olmanın rüyasını gören Tanrı parçacıklarıyız. Rüyanın önemli bir bölümü unutkanlık içinde geçer. Sevgiden geldiğini unutan zerreler ne olduklarını ya da ne olmadıklarını anlayabilmek için çılgınca her yöne seker, her türlü deneyimi yaratırlar ve yaşatırlar. Tüm bunların amacı, sevgi olduklarını yeniden hatırlamaktır. Sevgi olduğunu hatırlayanlar -büyük öğretmen Karma’nın sillesini iyice yedikten sonra- kolektif rüyanın içine barış, huzur, sevgi, şifa ve birlik getirmeye başlarlar. Sevgi, hatırlanacak bir şeydir.
Reenkarnasyon hakkında daha çok derinleşme fırsatı buldunuz mu? Sizin ruhunuzun bu varoluşunuzda yaptığı seçimlerden memnun olduğunuzu anlıyorum. Peki sizin bir sonraki yaşamınızda olmak istediğiniz başka biri ya da başka bir şey var mı?
Reenkarnasyon, ruhsal alana giren herkesin bir dönem merak edip üzerine eğildiği bir konudur. Bana da öyle oldu. O alana yaklaşmak, içine bakmak, oradan ilhamlar almak güzeldir — ama tutunmamak gerekir. Yoksa “Büyücü Merlin’im” diye gezer insan.
O alanda daha derinleştim mi bilemem, ama birçok kez ruhsal seremonilerde farklı benliklerimin, farklı yaşanmışlıklarını hissettim. Bunlardan en çok tekrar eden bir tanesi, kabilemle kutsal bir ateşin etrafında şarkılar söyleyip dans ettiğim deneyimlerdi. Ne kabileler… Ne farklı iklimler, ne topraklar… Bu tekrar eden görülerle anladım ki, hayatta en çok özlemini duyduğum şey buymuş. Ruhumun seçimlerimden memnun olduğunu ben de hissediyorum. Çok hediyelendiriyor, çok şımartıyor beni. Sevgisiyle gözlerimi yaşartıyor. Daha bu yaşamda olacak o kadar çok şey var ki, oraya bakmaya başlamadım. Yine de bir tema seziyorum: Bu hayatımın ilerleyen evrelerinde başlayıp sonraki hayatlarıma taşacak bir tema… “Galaktik varlık olmak.” Üstüne bir kitap yazılır.
“Ama asıl ilaç… Hayatının her alanını sadeleştir. Yediğini, içtiğini, okuduğunu, konuştuğunu, eylemlerini, nefesini… Giderek sadeleş.”
Hâlâ her şeyin yolunda gittiği ya da huzurlu olduğunuz zamanlarda o huzurun bozulacağı korkusuyla mücadele ettiğiniz oluyor mu? Böyle zamanlarda kendinize nasıl telkin veriyorsunuz?
Hayır, olmuyor. Ruhumdan gelen bir biliş var: ne olursa olsun, her şey yolunda. Bir şeylerin bozulması, dağılması, hatta parçalanması gerekiyorsa… Kabul.
Çünkü her olayın, her oluşun, her sonucun, bütüncül bir hayra doğru aktığını sezgisel olarak biliyorum. Bu sezgi sarsılmaz bir temele oturmuş. Duyguların sürekli değişimine de bir kabulüm var. Mükemmel değil ama var. Şimdi mutluyum. Bu geçebilir. Belki bir şey olur, üzülürüm; hatta yanarım. Ama onun da geçeceğini biliyorum. Artık ne huzuru ne de başka bir duyguyu tutmamaya niyetliyim. Nasıl olsa hepsi gelir, geçer. Hepsinin ortasında bir ‘ben’ var; izleyen. Bunda hâlâ alacak çok yolum var.
İnsanlıktan, insanlığın farkındalığının artmasından ve gelecekten umutlu olduğunuzu söylüyorsunuz. Sizce bu uyanış hâli hâlâ devam eden bir süreç mi? Umudunuzu hâlâ koruyor musunuz ve umudunu yitirenlere söylemek istedikleriniz var mı?
Bu konu romanın ikinci cildinde özel bir yere sahip. Ruh ve varlığım arasındaki geçirgenliğin arttığı bir evreyi yaşıyorum. Oradan gelen sezgiler, insanlığın ve dünyanın en hayırlı olasılığına doğru, en güçlü çekimde, en süratli şekilde aktığımızı hissettiriyor.İçinden geçtiğimiz dönemin karanlığı, kötülüğü, sahteliği en yoğun hâline varmak üzere. En büyük ışık patlamaları, maddenin en sıkıştığı yerde gerçekleşir. Tıpkı bir süpernova gibi. Hislerim artık umudun ötesinde. Yaşamın direksiyonundayım; gördüğüm ve çekildiğim yöne doğru süratle gidiyorum. İçimdeki sıkışmalar ve patlamalar; dünyadaki sıkışmalar ve patlamalarla eşzamanlı.
Umudunu yitirenlere söylenebilecek çok şey var. O kadar çok ki zaten bir kitap yazdım. Yine de birkaç cümleye sıkıştırırsam:
“Dostum, öncelikle ve aciliyetle bu karanlıktan içi acıyan tek varlığın sen olmadığını, birlikte olduğumuzu anla. Yalnız değilsin. Biz bir kabileyiz… Bir büyük aile… Bunu anlaman sana içsel bir destek verecek. Ama asıl ilaç… Hayatının her alanını sadeleştir. Yediğini, içtiğini, okuduğunu, konuştuğunu, eylemlerini, nefesini… Giderek sadeleş. Sadeleşirken berraklaşacaksın. O zaman varlığının merkezinde, sonsuzluk boyu yanan bir ruhsal ateş olduğunu göreceksin. Ona yanaşacaksın; seni ısıtacak, şifalandıracak, sana güç verecek. Onun ışığıyla dünyaya bakacaksın ve o zaman her şeyin yolunda gittiğini sen de göreceksin. Biz de o ateşin başında şarkı söylüyor olacağız. Birlikte kutlayacağız.” Nasıl, yıldız patladı mı? Patlamadıysa, biraz daha içsel sıkışma gerekiyor olabilir.
Okurla nasıl bir bağ kurmayı hedeflediniz? Bu kitabı okuyan birinin en çok neyi fark etmesini ve kapağı hangi duyguyla kapatmasını istersiniz?
Yazmaya başladığımda, okuyanlara ayna olabilmeye niyet etmiştim. Dolayısıyla kitabı okuyan birinin,- ışığıyla ve karanlığıyla – kendi derinliklerine bakmış; üstü örtülü hislerini uyandırmış, yaranın ve şifanın köklerine dair sezgiler edinmiş olmasını dilerim. Bir kişi bile bu kitabı okuyup, “Evet, benim de öz benliğime ve mucizelere uzanan bir yolum var,” diye hissederse, ruhsal görevimi yerine getirebilmiş olmanın eşsiz memnuniyetini duyarım. Dilerim kapağı kapatan okurun yüzünde bu farkındalıkların tatlı gülümsemesi kalır.
Sizin eklemek istediğiniz bir şey ya da okurlara iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?
Sorularınız, ancak kitabı hissederek okuyan birinin kalpten soracağı, incelikli sorulardı. Sayenizde hem kitabı okumuş olanlarla hem de okuma potansiyeli olan kişilerle göz göze geldiğimi hissediyorum. Beni anladıklarını, ya da hissettiklerini düşünüyorum. Bizi buluşturduğunuz için size, sevgili editörünüz Yaprak Çetinkaya’ya ve tüm Mümkün Dergi ailesine gönül dolusu şükranlarımı sunarım.Okuyucuların kitapla ilgili bilmek isteyebilecekleri bazı bilgileri de bu fırsatta izninizle aktarmak isterim.
İkinci cilt ne zaman yayımlanacak?
Bu, ilk cildin, ilk basımının ne kadar sürede tükeneceğine bağlı. Yayım şirketinin kampanyası şöyleydi: “İlk kitabınızı siz yayımlayın, ikincisini ücret talep etmeden biz yayımlayalım”
Toplu fonlama kampanyası ile, çok kısa sürede 111 kişi ortak bir irade göstererek birinci cildi yayımlamayı başarmıştı. Şimdi de kitabı duyurmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Onlara da bu fırsatta bir kere daha gönül dolusu sevgi, selam ve şükran…
Kitabı nerede bulabilirler?
Mucizeye Yolculuk I – Yazdığın Yolu Yürü, Fiziksel raflara henüz alınmadı ama online mağazalarda satılıyor. Mucizeye Yolculuk II – Güçlü Kanat – Yayımlama hazırlıkları sürüyor.
Son olarak, kitabı okumuş ve okuyacak olan herkese kalp bağlantısıyla ve gözlerine bakarak seslenmek isterim:“Selam! Teşekkür ederim.”
Kitabın okurları için sürprizler sakladığım bir web sayfamız var. İzninizle onu da buradan duyurmak isterim: www.mucizeyeyolculuk.com
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

