Mükerrem Yılmaz ile geçtiğimiz yılın son aylarında A7 Kitap etiketiyle okurla buluşan ilk öykü kitabı Zamansız Kadınlar hakkında konuştuk.
Mükerrem Hanım, atölyeler, radyo programları, dijital mecralar derken sonunda ilk öykü kitabınız yayımlandı. Kurmaca türlerle olan ilişkiniz, yazma serüveniniz ve ilk kitabınızın ortaya çıkış sürecini sizden dinleyelim.
Sadece dijital mecralarda değil, edebiyat dergilerinde de öykülerim, denemelerim yayınlandı. Öte yandan yazma serüvenime gelecek olursam: Yazma yolculuğu, bir keşif ve yüzleşme süreci gibi. İçsel dünyanın karmaşıklığı, insanın varoluşuna dair sorulara odaklanmak, bu süreci anlamlandırma çabam oldu. “Zamansız Kadınlar” ise, Aralık ayında Tüyap’ta okurla buluştu. Açıkçası yayınevimin bu konudaki desteği ve gayreti için teşekkür doluyum. Zamansız Kadınlar; bir taraftan zamana ve toplumsal kalıplara karşı bir direnç, diğer taraftan kadınların kimliklerini bulma mücadelesinin bir yansıması. Aslında bir başkaldırı hali diyebilirim. Kitap, uzun yıllar süren birikimin ve bir içsel ihtiyacın bir sonucu olarak şekillendi. Bu serüven, sadece yazmakla değil, aynı zamanda kendi kimliğimi ve toplumla ilişkilerimi sorgulamakla da ilgiliydi. İlk kitabım, kadınların özelinde insanın zamanla değişen hallerini ve ruhunun evrimini anlatma çabası diyebilirim.

Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da öykülerinize başlarken ilham kaynaklarınız neler oldu? Bu soruyla ilişkili olarak şunu da sormak isterim, öykülerinizin ilk taslaklarını nasıl oluşturuyorsunuz?
İlham geldi yazayım şeklinde şekillenmiyor aslında ya da ilham da beklemiyorum. Genellikle insanın ruhsal hallerinden ve toplumsal yapının bireysel üzerindeki etkilerinden doğuyor. Öykülerim, çoğunlukla bir düşünce, bir cümleyle başlar, ardından bir adım adım ilerlerim. Taslaklarım bazen karmaşık ve düzensiz olabilir, ama bu kaotik yapıyı bir tür yaratıcı alan olarak kabul ederim. Çünkü her karışıklık, öyküyü farklı bir bakış açısıyla yeniden şekillendirmeme olanak tanır. Karakterlerim de genellikle duygusal çatışmalar içinde büyür ve şekillenir. Onların hikâyeleri, çoğu zaman bana değil, bana doğru gelmeye başlar. Her bir karakterin içsel yolculuğu, onlara dokunduğumda seslerini işittiğimde ortaya çıkıyor.
Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor; mekânlar, atmosfer, diyaloglar ve özellikle öykü kişileri söz konusu olduğunda.
Bir öyküyü şekillendirirken, her bir detayın derinliğine inmeme gerektiğine inanıyorum. Karakterlerin yaşadığı mekânlar, aslında kimi zaman onların ruh halinin bir yansıması; mekânlar adeta birer simgeye dönüşüyor. Mekânları, bir karakter gibi işlemeyi seviyorum. Atmosfer, duygunun en yoğun biçimde iletildiği bir alan oluşturur diye düşünmekteyim. Ben de atmosferi, karakterlerin arayışlarına ve çatışmalarına dair bir araç olarak kullanmaya çalışıyorum. Diyaloglar, karakterlerin içsel çatışmalarını dışa vurma biçimi olarak işlev görür; her bir konuşma, o karakterin kimliğini bir adım daha derinleştirir. Bu sürecin sonunda ortaya çıkan metin, bir yanıyla benim içsel dünyamın da bir parça dışavurumu aslında.
Mükerrem Hanım, sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı izlekler ön plana çıkıyor mu? Son dönemde ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları, geçmişteki travmalarla hesaplaşma, aile ve bireysel yabancılaşma mesela. Sizin de bu anlamda zamanın ruhundan etkilendiğinizi söyleyebilir miyiz?
Dönemin ruhu, yazdığım her öyküye dokunan bir katman oluşturuyor. Toplumun travmaları, bireysel kırılmalar ve değişen aile yapıları, yazdıklarımda sürekli bir arka plan olarak yer alıyor. İnsanlar, zamanın ruhu içinde sıkışıp kalmış, geçmişin yaralarından yeni bir kimlik inşa etmeye çalışan varlıklar olarak betimleniyor. Geçmişin ve bugünün izleri arasındaki gerilim hem karakterlerde hem de hikâyenin yapısında sürekli bir yer buluyor. Ancak bu izleri aktarırken, kişisel bir bakış açısı benim için önemli; yalnızca toplumsal değil, aynı zamanda bireysel bir perspektif sunmaya gayret ediyorum.

Öykülerinizin merkez izleği kadınlık halleri. Günümüzün temel yakıcı dertlerini öykü türü aracılığıyla görünür kılmaya çalışırken ne gibi hassasiyetler gözetiyorsunuz?
Kadınlık, yazılarımda derin ve çok katmanlı bir tema olarak karşımıza çıkıyor. Kadınların yaşadığı toplumsal baskılar, içsel çatışmalar ve güçlenme çabaları, birçoğumuzun göz ardı ettiği veya görmezden geldiği derinlikleri ortaya koyuyor. Öykülerimde, kadının güçsüz bir figür olarak değil, kendi içsel gücünü ve direncini bulan, hatta travmalarının ötesinde kendini yeniden yaratan bir birey olarak yer almasına özen gösteriyorum. Kadınlık sadece toplumsal cinsiyetle sınırlı bir tema olmaktan çıkıp, insan ruhunun evrimsel bir süreci haline geliyor.
Uzun zaman çalıştıktan sonra nasıl bir hisle son noktayı koydunuz öykülerinize? Yazarken yeni şeyler keşfettiniz mi; duygu, düşünce dünyanıza öykülerinizin ne gibi katkıları oldu?
Yazma süreci, bir keşif yolculuğudur. Her bir öykü, bana yeni bir dünya ve farklı bir bakış açısı sunar. Yazarken, bazen bir karakterin içinde kaybolurum, bazen de öykü beni sürükler. Öyküyü tamamladığımda, bir eksiklik hissiyle birlikte bir tamlık duygusu da ortaya çıkar. Her bir öykü, bitmiş gibi görünse de aslında tamamlanmamış, sürekli bir evrim süreci içinde hissedilir. Yazdıkça, ben de büyürüm, yeni bir şeyler keşfederim. Bu, hem bir rahatlama hem de bir devam etme duygusu yaratır.
Mükerrem Hanım, nitelikli kurmaca okurları metni okurken aslında sadece anlatıcı ilgilendirir. Yazar ilgilendirmez, yazarın yaşam öyküsü özellikle. Değerlendirmeler anlatıcı üzerinden yapılır. Kurmaca metinlerde çözülmesi en zor konulardan olan anlatıcı meselesi hakkında öykülerinizde ne gibi problemlerle uğraştınız?
Anlatıcı, öykünün ruhunu taşıyan bir varlık gibi… Anlatıcıyla kurduğum ilişki, her öyküde yeniden şekillenir. Kimi zaman bir gözlemci, kimi zaman bir katılımcı, kimi zaman da kaybolan bir ses olur. Anlatıcının bakış açısını doğru yerleştirmek, öyküye derinlik katmak ve karakterlerin içsel çatışmalarını doğru şekilde yansıtmak büyük bir meydan okumadır. Ancak, bu soruyu çözerken öykü de kendi yolunu bulur. Anlatıcıyı bulmak, metnin kendi doğruluğunu bulmasına da yardımcı olur.

Hikâyeler iç evrenimizin, kozmik yapımızın yansımaları olarak dünyayı daha katlanılabilir hale getiriyor. Hikâyeler ötekilere yazılıyor, öznel alana hitap ediyor, okurları etkilemeleri gerekiyor. Günlük hayatta katlanamayacağımız gerçekler hikâyede, romanda katlanılır hale geliyor. Odaklandığınız izleklerden hareketle özellikle öykü türünü seçmenizin nedeni nedir?
Öykü, yoğunluğuyla insan ruhunun en derin hallerini yansıtabileceğiniz bir tür. Bir öykü, kısa ama bir o kadar da derin olabilir; özü ile tüm evreni içinde barındırabilir. İnsanın içsel gerilimlerini, varoluşsal sorularını en çarpıcı biçimde aktarma imkânı sunar. Öykülerde, zaman ve mekân kavramları bükülür, anlık bir duygu tüm yaşamı kapsayabilir. Öykü hem yansıttığı duygunun yoğunluğu hem de içerdiği anlamın derinliğiyle bana, insanın bilinçaltına inmeyi ve evrensel temaları en sade biçimde ifade etmeyi mümkün kılıyor.
Dünya ve Türkiye özelinde salgın, iklim krizi, savaşlar, ırkçılık, şiddet, göçler ve temel eşitsizlikler üzerinden düşündüğümüzde bu zorlu günleri yazı aracılığıyla daha az hasarla atlatabilmemiz mümkün mü sizce?
Dünya, zor bir dönemden geçiyor ve yazı, bu zorluklarla baş etmenin bir yolu olabilir. Yazı, hem bireysel hem de kolektif anlamda bir terapi işlevi görebilir. Zorlukların, travmaların ve krizlerin içinde yazmak, insanın hem kendisini hem de dünyayı daha iyi anlamasını sağlar. Yazmak hem acıyı ifade etmek hem de o acıyı aşmak için bir araçtır. Fakat, yazının yalnızca bir kaçış değil, aynı zamanda bir yüzleşme olduğu gerçeğini de unutmamak gerekir. Bu yazı yolculuğu, toplumsal sorunlara dair daha derin farkındalıklar yaratabilir.
Öykü türünde başucu yazarlarınız kimler, başucu kitaplarınız hangileri?
Öykü yazarı şeklinde bir sınırlandırmaya gitmeden cevap vermek isterim. Başucu yazarlarım, edebiyatın derinlikli dünyasında kaybolmamı sağlayan, beni hem zihinsel hem de duygusal olarak dönüştüren isimlerdir. Joyce’un zamanın sınırsızlığını ve içsel dünyayı çözümleyen yaklaşımı, Woolf’un kadınlık ve zihinsel kırılmalar üzerine derin düşünceleri, Dostoyevski’nin insanın karanlık yanlarını sorgulayan tarzı ve Calvino’nun gerçeklik ile hayal arasındaki ince sınırları keşfetme biçimi, yazıma büyük bir ilham vermiştir.
Türk Edebiyatına gelince, “Üç S” diyerek kendime rehber edindiğim üç kadına değinmek isterim. Sevgi Soysal, Selçuk Baran, Sevim Burak. Sevgi Soysal ise benim için bir dönüm noktasıdır. Üniversitede lisans öğrencisiyken “Üç S” ile tanışmıştım. İlk Sevgi Soysal kitapları okudum. Kadınların toplumda karşılaştığı zorlukları cesur bir şekilde ele alan ve bu konularda toplumsal yapıyı sorgulayan eserleri, kadınlık deneyiminin daha derinliklerine inmeme yardımcı oldu. Selçuk Baran’ın toplumun alt sınıflarına dair derinlikli gözlemleri, küçük ayrıntıları fark edip insanın içsel dünyasını yansıtma biçimi bana örnek oluyor. Sevim Burak ise, dilin sınırlarını zorlayan, bazen alışılmadık bir üslupla yazdığı eserlerinde insanın yalnızlığını ve varoluşsal sancılarını çok etkili bir biçimde işler. Bu yazarlar bana dilin ve anlatım biçiminin ne kadar özgürleştirici olabileceğini fark ettirdi. Sait Faik Abasıyanık’ın sıradan insanları derinlemesine ele alan öyküleri bakış açımı geliştirdi. Peride Celal’in toplumsal cinsiyet meselelerini cesurca işlediği eserleri, Latife Tekin’in çağdaş Türk kadınlarının sesini duyurduğu romanları, kadın olmanın yazınına dair çok şey öğretti. Bu yazarların her biri, yazmanın ve insan ruhunun sınırlarını keşfetmek adına bana ilham veren başucumdaki kişilerdir.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.