Gerçekleşen her olay, yaptığımız her seçim, her düşünce ve her eylem bir enerji yaratır. Bu da onunla bağlantılı yeni bir olayın, enerjinin, düşüncenin ya da bilginin açığa çıkmasını sağlar. Buna sebep-sonuç prensibi, kelebek etkisi ya da kuantum dolanıklık deriz. Ne var ki bu nedensellik yalnızca bize göre lineer ilerler. Yani bizim için yalnızca şimdi veya geçmiş geleceği etkileyebilir fakat gelecek, geçmişi ya da şimdiyi etkileyemez. Kısaca zaman yalnızca ileriye doğru akar. Ve bir olay öncekinin sonucu, sonrakinin de sebebidir. Ne var ki, kuantum fiziği, zamanla ilgili bu kadar net olmamız gerektiğini bize gösterdi. Ve şimdiki anın ya da geçmişin geleceği etkileyebildiği gibi, geleceğin de şimdiki anı ya da geçmişi etkileyebildiğini gösterdi. Bir başka deyişle; bizim özgür irademizle verdiğimize inandığımız kararlarımız, anladığımız haliyle pek de “özgür” olmayabilir. Seçimlerimizi belirleyen tek şey andaki kararlarımız değil, gelecekteki bizden gelen tesirler olabilir. İlgi alanlarımız, beğenilerimiz, çekildiğimiz kişi ve şeyler de tesadüfi değil, varacağımız yere varabilmemiz için var olan bir bilginin sonucu olabilir. Dolayısıyla yaşam zannettiğimiz gibi rastlantısal değil, aksine her şey belli ve belli bir düzeni takip ediyor olabilir.
KAOSUN BİR DÜZENDE İLERLEDİĞİNİ ANCAK ZAMAN AÇIĞA ÇIKARIR
Özgür irade ve zamanla ilgili bu paradoks, ilginç bir araştırmayla felsefeden bilimin alanına genişlemişti. Çünkü deneyin sonuçları, beyin sinir sistemimizde algımızın ötesindeki bir şeylerin varlığını gösteriyordu. Literatüre Libet deneyi olarak geçen bu meşhur araştırmanın açığa çıkardığı şuydu: biz bir eylemi gerçekleştirmeden, örneğin kolumuzu kaldırmadan, 200 milisaniye önce beynimizde onu yapmaya karar veriyoruz. Bu beklenen bir şeydi. Şaşırtıcı olansa biz henüz buna karar vermeden 350 milisaniye önce, beynimizde elektriksel bir değişim meydana geliyor. Ve zihnimizde hareketin başlangıcı sinyalize oluyor. Ve bu sinyal bizden bağımsız olarak gerçekleşiyor. Yani, biz bilinçli olarak bir karar vermeden önce o karar, beynimizde bilinçsizce aktivite oluyor. Ardından biz o kararı veriyor ve eylemi gerçekleştiriyoruz. Bu, özgür iradeyi reddedenler için çok büyük bir ispattı. Ne var ki, Libet deneyi her ne kadar çığır açıcı olsa da, özgür iradenin var olmadığını kanıtlayamadı. Çünkü sinapslarımızdaki elektriklenmeye rağmen hâlâ o eylemi gerçekleştirme ya da gerçekleştirmeme kararına sahibiz. (Bu bile özgür iradenin varlığını kanıtlayamasa da en azından o sinyalin bizim eylemi gerçekleştirmemizin direkt sebebi olamayacağını gösteriyor). Dolayısıyla burada özgür irademizi ele geçiren bir kuvvetten çok, ona bilgi taşıyan, o ilk enfOrmasyonu yaratan kaynağa odağımızı yöneltmek çok daha büyük bir bilinmezin kapısını aralayabilir. Bu da görünen ve görünmeyen her şeyin enerji olduğu evrenimizde, o sinapsları titreştiren ilk enerjinin ne ve neden olduğudur. Yani gerçekten de gelecekten gelen bir tesir, bizim bir eylemi gerçekleştirmemiz için beynimizde bir sinyal uyarıyor olabilir mi? Veyahut evreni oluşturan, bilgi taşıyan enerjilere, tıpkı bir radyo kanalı gibi, frekansımız doğrultusunda eşleniyor ve onların taşıdığı bilgiyi de bu uyum doğrultusunda algılıyor olabilir miyiz? Ya da mevcut araştırmaların iddia ettiği gibi, yaşadığımız evren bilinçli ve bu bilinç, bilgi taşıyan bu enerjiler vasıtasıyla bizimle iletişim sağlıyor olabilir mi? Bu durumda belki de karar verici olarak gördüğümüz beynimiz, evrendeki bu bilgiyi işleyen ve yaşama yansıtan bir projektör görevi görüyor olabilir mi?
Bu soruların cevabı; iç ses ya da yüksek benlik dediğimiz olguyla zihin ya da yaşamda oluşturduğumuz kişilik kalıbımız olan egonun sesini birbirinden ayıran ince çizgi olabilir. Bir başka deyişle; geleceği, geniş planı ve hakikati bilen öz benliğimiz ile farkında olduğumuz fakat, kısıtlı algıyla ve yalnızca ileriye akan lineer zamanı deneyimleyen zihnimizin sesleri burada ayrılıyor olabilir. Anda yaptığımız seçim ve onunla dönüşen “gelecek” de dinlemeyi tercih ettiğimiz sesin titreşiminin bulunduğu olasılık olabilir. O halde neyi yarattığımızı görebilmek için dinlediğimiz sesi de ayırt edebilmemiz gerekir. Öz benliğin mi egonun mu? Kalbin mi zihnin mi? Bilgeliğin mi cehaletin mi? (İşin aslı, üçü de aynı sorudur).
“Gerçekten önceden ayarlanmış da olsa, rastgele birbirine geçmiş bir kaos da olsa, her hâlükârda evren bir düzendir. Bizzat sende de bir düzen varken, birbirinden ayrı ve dağınık olmasına rağmen, birbirini etkileyen her şeyde düzensizlik olabilir mi?”
Marcus Aurelius
YÜKSEK BENLİĞE ULAŞMAK
Öz Varlık/Yüksek Benlik (İlahi Nizam ve Kâinat tanımı): Dünya hayatında beyne gönderdiği tesirlerle insanı hayatta tutan; dünya hayatı boyunca şuur dışındaki bilgileri emri altında bulunduran ve ölüm sonrasında öz bilgilerle büyük kıyasi muhasebeyi yapan; beyne bağlı “insan idraki”nden çok farklı bir idraki olan; insanın karşılaştığı halde idrak etmediği bir olayı da idrak edebilen; kimi insanların bazen derin bir “iç murakabesi” yoluyla sezebildikleri ve “öz benlik”, “iç varlık” gibi adlarla ifade etmeye çalıştıkları; insanın beden dışındaki ve nispeten serbest durumdaki hakiki varlığıdır).
Yüksek benlik, içindeki ‘yüksek’ kelimesinden dolayı terime hiyerarşik ya da ulaşılamaz bir hava katıyor. Halbuki sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim; aslında ortada ego ve yüksek benlik ikililiği/ayrımı yoktur. Birisi hakiki öz varlığımızken egomuz, burada yarattığımı geçici kimliğimizdir. Fakat hâlâ, kısa süreliğine de olsa, bizim oluşturduğumuz ve birebir deneyimlediğimiz bir varlık halidir. Bu sebeple, bu yazı içinde İNK’nın tanımında olduğu gibi yüksek benlik, aynı anlamda öz varlık olarak da geçmektedir.

Öz varlığımız ile egomuz arasında bir ayrılık, kopukluk olmamasına rağmen, egomuz var zanneder. Ve kendini evrenden, özünden ayrı görür. Çünkü unutarak doğarız. Ve varoluşumuza dair tek bilgimiz bu yaşam, bu boyut ve bulunduğumuz zaman çizgisidir. Halbuki asıl gerçekliğimiz çok daha geniştir ve varoluşumuzun özü, sonsuz ruhumuzdur. İlahi Nizam ve Kainât’a göre “ruhumuz, davranışlarının yansımalarını kâinat cevherleri (örn. Dünya gezegeni) üzerinde görür. Ve bu farklı kâinat yaşamlarını göre göre tekâmül ihtiyaçlarını giderir.”. Biz ise bu yaşamlar içinde, maddesel gerçekliği asıl gerçeklik zannederiz. Deneyimlerimiz vasıtasıyla geçici bir kimlik geliştiririz. Doğduğumuzda yaşadığımız bu hafıza kaybı ve geliştirdiğimiz egomuz sayesinde maddeye tutunmamız, ondan etkilenmemiz ve öğrenmemiz mümkün olur. Ruhsal yaşamlarımızın sonsuzluğu içindeki bu deneyimin ruhumuzda kapladığı asıl yeri bilebiliyor olsaydık, belki de onu bu kadar ciddiye almazdık. Bir bilgisayar oyununda olan biten bizim için ne kadar önemliyse, bu hayat da o kadar önemli olurdu.
Biz öz benliğimizden her ne kadar habersiz yaşıyor olursak olalım, aslında onun bilgeliği ve sesi bize her an ulaşır. Onun tesirine ait bilgi zihnimizde uyanır. Belki de o ilk bilginin enerjisi, burada sinyalize olur. Fakat biz kendimizi egomuzla ne kadar çok özdeşleştiriyorsak, gerçekliğimizi ne kadar az sorguluyorsak, onu duymamız da o kadar zorlaşır. Dünyasal hırslar, tatminler, bedensel arzular ve ayrılık yaratan zihinsel labirentler gerçekliğimiz olur. Kalpten, hakikat bilgisinden, birlikten, sevgiden ve özümüzden uzaklaşırız. Egosal zaaflardan arınmadığımız ya da bilgiyle yükselmediğimiz müddetçe ise yüksek benliğimizi duymamaya devam ederiz. Her şeyi zihinle çözebileceğimize inanırız. İçsel bilgeliğimizden ve onun ilhamlarından faydalanamayız. Düşüncelerimizin git geli, olan ile olması gereken arasındaki çatışma ve kök inançlarımızın yarattığı yanılsamalar, aklımızın daha çok karışmasına ve düalite (ayrılık) yaratmamıza yol açar. Öz varlığımızdaysa böyle hatalara yer yoktur. Zihin parazitlerini susturabildiğimizde onu duyabiliriz. Ve içsel hislerimizin yönergesiyle yaşamda ilerlemek çok daha kolay olur. Bilinmezlik bizi korkutmaz. Aksine akışa ve hayata güvenerek çok daha rahat yol alırız. Sanki her şey önümüzde çözülür ve yaşamı bir kitap gibi anlayış ve kabulle okumaya başlarız. Öz varlığımızla iletişimimizi kuvvetlendirmek içinse onun niteliklerini daha yakından tanımamız gerekir. Bunun için, çağlar boyunca farklı geleneklerde benzer anlatım, farklı isimlerle karşımıza çıkan bu kavramın ışığında ilerleyebiliriz. Kavramlar farklıdır fakat temel fikirleri ortaktır: İnsan sadece beden ve ego değil; onun özünde ilahi bir yön, bir çağrı ve bir hakikat vardır. Bu özü takip etmek hem bireysel hem ruhsal anlamda olgunlaşmanın yoludur.
Daimon / Yüksek Benlik (Öz Varlık)
Daimon (Yunanca: δαίμων), Antik Yunan felsefesinde ve mitolojisinde insanla Tanrı arasında yer alan, kişisel bir rehber, içsel bir ses ya da ilahi bir güç olarak görülen varlıktır. “Tanrı” anlamına gelen “theos”tan farklı olarak daimon, daha çok ruhani bir aracı ya da ilham kaynağıdır.
- Sokrates’in daimonu onun vicdanı ya da iç sesi gibidir. Sokrates’e göre bu ses ona ne yapması gerektiğini söylemez ne yapmaması gerektiğini söyler. Yani bir tür ahlaki rehberdir.
- Platon’a göre ise her insan doğduğunda bir daimonla birlikte doğar. Bu varlık, kişinin kaderini etkiler, yolculuğunda ona eşlik eder. Kişisel Ruh ya da Koruyucu Ruhtur. Romalılar bu fikri alıp “genius” kavramına dönüştürmüştür.
- Jung ve Hillman gibi düşünürler, daimon’u kişiliğin derinliklerinden gelen yaratıcı, yön verici güç olarak tanımlar.
Hermetik Tradisyon (Hermetizm)
- “Daimon” kavramı doğrudan yer alır. Hermetik metinlerde, daimon insanın ruhani evrimine rehberlik eden bir varlıktır.
- İlahi zihinle (Nous) temas kurmak için daimon’un rehberliği gerekir.
- İnsan, Tanrı’nın izdüşümüdür ve amacı kendini bilmektir. Bu daimon, bu bilginin anahtarıdır.
“Tanrı’yı bilmek, kendi daimonunu bilmektir.”
Corpus Hermeticum
Sufizm (Tasavvuf)
- Nefs (alt benlik) ile ruh (yüksek benlik) karşıtlığı vardır.
- “Hakiki benlik” Allah’a yakın olan özdür. “Kalp gözü” (basiret) açıldığında kişi bu özü duyar.
- Veli ya da mürşit, dışsal bir rehber gibi görünse de, aslında insanın kendi içinde uyanması gereken bir daimon figürüdür.
“Kendini bilen Rabbini bilir.”
Hadis
Gnostisizm
- İnsanların içinde “ilahi kıvılcım” olduğuna inanılır; bu kıvılcım, tanrısal gerçekliğe açılan bir kapıdır.
- Ancak bu kıvılcım, dünya illüzyonları (Maya, Matrix vs.) tarafından bastırılmıştır.
- Gnosis (gerçek bilgi) bu içsel varlığın farkına varmaktır — bu da daimon’un çağrısına kulak vermekle olur.
Neoplatonizm (Plotinus)
- Plotinus’a göre her insanın bir kişisel daimonu vardır ve ruhun görevi bu daimon’a yaklaşmak, onunla bir olmaktır. Bu, ilahi kökene geri dönüş sürecidir.
- Ruh yukarı çıkarken madde ve tutkuları (egoyu) terk eder, yüksek benliğe yönelir.
Öz varlıklarımız, farklı benlik ya da karakterlere sahip değildir. Hepsi de yaşamın dokusunda olan kaynak enerjinin illüzyona girmemiş, saflığını koruyan parçalarıdır. Özümüz ve yaşam deneyimlerimiz, bizi hep bu hakikate taşır ve buna uyandırır. Bu, yanılsamalardan arındığımız ve özümü hatırladığımız tekâmül yolculuğumuzdur.
“Sen çıkarsan aradan, kalır seni yaradan”
Yunus Emre
EGO
Ego illa kibirli ve benmerkezci olmak demek değildir. Onun sonsuz sayıda ifade biçimi vardır ve kibir bunlardan yalnızca bir tanesidir. Örneğin, çekingen ve kendinden emin olmayan ya da sürekli endişelenen biri olmak da egonun tezahürleridir. Benmerkezci, kendine odaklı ve kendini dünyanın merkezine koyan tavırlar, egonun pek çok olası yönünden yalnızca üçüdür- bu üçü de içe dönük (çekingenliğe yol açan) ya da dışa dönük (kibre yol açan) şekilde yönlenerek birbirine zıt görünen kişilik özellikleri yaratabilir. Yani büyük bir ego, büyük bir korkuyu yansıtır fakat mutlaka büyük bir kibri göstermez.
Egonun yaratımlarının tamamı da geçici ve izafidir. Zamanla ve kişiye göre değişir. Şartlanmış olduğumuz, deneyimle öğrendiğimiz ve unutmakla mükellef olduğumuz zihinsel illüzyonlarımızdır. Hepsi de sadece bu yaşama aittir ve bedenimizle beraber yok olur. Ego bu yüzden ölümden korkar. Maddeye tutunur. Onu var eden şey daha güçlü, daha zengin, daha haklı, daha şanslı vs. olmaktır. Karşılaştırmalarla yaşar, üstünlükten beslenir fakat her zaman yetersiz hissetmeye programlıdır. Çünkü ego gerçek ve kalıcı bir varlık değildir. Bu dünyada var olmak için sahip olduğumuz geçici bir kimliktir ve dünyanın sistemlerine ayak uydurmamız onunla mümkün olur. Yaşama ego vasıtasıyla bağlanır, faydalı ya da faydasız işlerin peşinden gider, birbirimizle ilişkiler kurarız. Gerçekliğine ve tek seferliğine inanarak tutunduğumuz bu hayatta deneyimler yaşar, onlardan etkilenir, öğrenir ve tekâmül ederiz. Yaşam kalitemizi belirleyen şey egomuzun nitelikleriyle doğrudan ilişkilidir. Bu sebeple, egosuzluktan ziyade sağlıklı ve dengeli bir ego, bizim en yüksek faydamızadır. Bu da özümüzle iletişim kurabildiğimiz ne zaman kalp ne zaman zihni dinleyeceğimizi bildiğimiz, geçici olan şeylere bağlı ama bağımlı olmadığımız bir bilinçle mümkün olur.

Yüksek benlik ve ego ilişkisini farklı bilgisayarlara bağlı ana işletim sistemi gibi düşünebiliriz. Alt bilgisayarlar (egolarımız) birbirlerinden farklı özelliklere, bilgilere ve süreçlere sahiptir. Sürekli değişir, güncellenir ve birbirleriyle iletişim halindedir. Fakat hepsinin bilgiyi alıp aktardıkları, varlıklarının bağlı olduğu tek bir ana bilgisayar vardır. Amacımız, her an bu ana işletim sistemine bilgi gönderirken aynı zamanda ondan gelen bilgiyi de alabilmektir. Bunun içinse enerjimizi yalnızca alt bilgisayarda tutmayıp, ana işletim sistemine de iletebilmemiz gerekir. Yaşamda bunu yapabilmemizin yolu, egoyu aradan çıkarmaktır. Bu sayede öz varlığımızın bilgeliğine ve sınırsız bilgi hafızasına ulaşırız. Gerçeklik; basitçe, ego ortadan kalktığında açığa çıkandır. Onun gücünü yok edecek ve susturacak en etkili ve kalıcı yolsa, egonun gerçekliğini sorgulamaktır. Çünkü ego gerçek değildir. Onu geliştiren kök inançlarımızı, zihinsel kalıplarımızı ve yarattığımız deneyimleri ne kadar sorgularsak üzerimizdeki etkisi de o kadar azalır. Özellikle gölge çalışması bu konuda bize hayli yardımcı olur. Gölge çalışması kısaca, kök inançlarımızı ve yerleşik kalıplarımızı görmemizi ve sorgulamamızı sağlayan zihinsel bir yolculuktur. Çocukluktan bu yana, geçmişe dayalı tecrübelerimizi sorgulayarak; deneyimlerimize, diğerlerine ve kendimize dair yerleşik ve şuuraltında kalmış yanılgılarımızı fark ettiğimiz, kendimize dışarıdan bakabildiğimiz köklü bir dönüşüm çalışmasıdır. Benzer biçimde, meditasyon da zihnimizle baş başa kalarak onun aradan çekilmesini sağlar. Düşüncelerin peşine takılıp gitmeden odağımızı nefes gibi tek bir yerde topladığımızda, zihin sesimizin gelip geçiciliğini de fark ederiz. Bu, uzun vadede onu üzerimizdeki etkisini zayıflatır ve sakinleştirir. Zihin sakinleştiğinde, öz varlığımızı duyumsamaya başlarız. Onun ilhamlarına ve iyileştirici enerjisine açık oluruz. Bunların yanında, günlük hayatın akışı içinde öz varlığımızın ve egonun seslerini ayırt edebilmemiz de mümkündür. Bunun için onların tınılarını, nüanslarını ve ses tonlarını ayırt etmemiz yeterlidir.
Yüksek Benlik ve Egonun Tınıları
Yüksek benlik ve egonun sesini birbirinden ayırmak zordur. Hele ki zihni, zekayı ve düşünceyi yüceltip hisleri, duyumsamayı ve duyguları bastırmayı öğreten modern dünyamızda. Fakat iyi haber şu ki, bu pratikle geliştirebileceğimiz bir duyudur. Onların tınılarını farklılaştıran belirgin notalar vardır ve bu sayede zamanla onları daha kolay ayırırız. Örneğin, öz varlığımız bizi her zaman en yüksek faydamız olana yönlendirir. Ve bu şey bizim için o an kesinlikle keyifli, faydalı ya da rahat görünmek zorunda değildir. Örneğin, ucu bize dokunmayan bir haksızlık karşısında sesimizi çıkarma dürtüsünün zihnimizde uyandığı bir anı düşünelim. Vicdani olarak bu yanlışla ilgili bir şey yapabileceğimizi ve yapmamız gerektiğini biliriz. Fakat dışlanma, çekingenlik, kabul görme ihtiyacı ya da farklı bir kaygıyla susmak, egosal korkumuzun bir eseridir. Bize ya da başkasına bir zarar vermeyecekse bu ses çıkarma eylemi, bizim daha adaletli ve vicdanlı davranmamızı ayrıca içsel olarak güçlenmemizi sağlayacaktır. Ne var ki, ego rahatının bozulmasını istemez. Bu yüzden, iç sesin hemen ardına rahatını, alışık olduğu hali koruyacak bir düşünceyi peşine takar. Bize, “boşver, sus şimdi karışma sen” der. Veyahut bu haksızlıktan egosal bir fayda sağlar ve içten içe susarak bu haksızlığa destek olmak ister. Çünkü egonun asıl görevi; yarattığı inanç kalıplarıyla bizim korku, kaygı ve zayıflıklarımızı bilinçli farkındalığımızdan gizleyerek bize kendimizi iyi hissettirmektir.
Doğru olanın bu olduğunu hissetmemize rağmen haksızlık karşısında susmamız gibi bunu öfke patlamasıyla, yıkıcı biçimde yapmak da özümüzün değil egomuzun eseridir. Anlık patlayan ve zarar veren yıkıcı duygular, hazlar ya da zaaflar öz değil ego kaynaklı dürtülerdir. Öz varlığımız bunları gidermez ya da öfkemizi, arzumuzu yok etmez. Fakat onu duyabildiğimizde bize yavaşlamamızı, affetmemizi ya da durmamızı söyler. Bunu yaptığımızda yerine koyabileceğimiz davranışları gösterir. Ego anlık ve tepkiselken yüksek benlik (ya da öz) sabırlı, mantıklı ve gerçekçidir. Bizi sevgi, vicdan, anlayış ve birliğe yönlendirirken ilahi yasalardan beslenir. Bütünü görebildiği için düalite yanılgısında olmaz. Egoysa korkudan, rekabetten, maddesel ve geçici olandan beslenir. Bu yüzden kalıcı olana değil geçici olana tutunur; bütünü değil çoğu zaman yalnızca kendini düşünür.

Ego ve yüksek benliğin sesini ayırmanın bir başka yolu da deneme-yanılma yöntemidir. Bunu önemsiz kararlarımızda uygulayarak, günlük hayatımıza kolaylıkla pratik edebiliriz. Örneğin, iki seçenek arasında kaldığımızda içsel olarak sorup doğru hissettirene, zihinsel hiçbir gerekçe katmadan, neden onu seçmeli de diğerini seçmemeli gibi düşüncelere kapılmadan, sadece içsel onayımızın pusulasıyla hareket ederiz. Burada düşünsel bir ikna, gerekçe, aramamamız kilit rol oynar. Çünkü iç görümüz bizimle duyumlarımız yoluyla iletişim kurar. Bizi duygusal ya da zihinsel olarak ikna etmeye çalışmaz. Yalnızca his olarak vardır ve duyumuzu kullandığımız ölçüde o onay hissini daha kolay algılarız. Çünkü o da tıpkı kullanmadığımız beyin bölgelerimiz, kaslarımız ya da uzuvlarımızın zamanla gücünü ve hislerini kaybettiği gibi, zamanla hissizleşir ve kullanıldıkça gelişir. İç sesi duymak ya da içsel onayı algılamak bu sebeple pratikle kolaylaşır.
Kararsız kaldığımız anlarda o an karar vermek zorunda değilsek konu üzerine düşüncelere boğulmadan, karar verme işini sonraya bırakmak da doğru seçeneğin kendiliğinden görünmesini mümkün kılar. Bunu yapan da yine öz varlığımızdır ve zihnimiz daha kararı vermeden cevap ağzımızdan çıkar. Çünkü ruh yolu bilir ve bizim gibi kısıtlı zaman algısına ya da sınırlı bilgiye sahip değildir. Zaman ve mekânla kısıtlı olmayan bu asıl bilincimiz, olacakları önceden bilir. Ardından verdiğimiz kararın sonucuna bakarız. Ve öz varlığımıza her kulak verişimizde onun bizi o karara neden yönlendirmiş olduğunu da sonradan mutlaka anlarız. Bunların bizim en yüksek faydamıza olduğunu ya da bizi bir şeylerden koruduğunu fark ederiz (örn. gideceğimiz bir yere gitmekten vazgeçmek ya da geç gitmek). Bunları gördükçe ona daha çok güvenir ve teslim oluruz. Teslimiyet, yaygın kanı gibi, kendi irademizden vazgeçmek ve gücümüzü bizden daha yüksek bir güce devretmek değildir. Aksine, bizi yaşamdan ayrı hissettiren illüzyonlardan kurtulmaktır. Hayatla daha güçlü bir bağ kurmak ve hissettiğimiz rehberliğine güvenerek izin vermektir. Çünkü ego kendisini yaşamdan ayrı zannetse de öz, evrenin ta kendisidir. Bu yüzden bizi en yüksek potansiyelimize yönlendirir. Bu potansiyeller; evrenle ve birbirimizle uyumlu, bize uzun vadede gerçek fayda sağlayacak ya da bizi güçlendirecek şeylerdir. Egoyu dinlediğimizde yaptıklarımızsa çoğu zaman özümüzle ve birbirimizle uyumsuz, bize ızdırap yaratan şeyler olur. Ve düalite gereği her ikisi de yaşamımızda hüküm sürer. Bize derslerimizi, sınavlarımızı, deneyimlerimizi ve ödüllerimizi sunar. Öz ya da yüksek benlik, sevgiyle karar vermekse ego ya da geçici benlik, çoğu zaman korkuyla karar vermektir. Yüksek benliğin sesini duyup ona göre davranmak yaşamla, Kaynak Enerji bilinciyle hareket etmektir. Geçici olandan kalıcı olana, sınırlı bilgiden sonsuz bilgeliğe açılan kapıdır. Bu sebeple, ruhsal olarak geliştikçe egodan çok öz varlığımızın sesini duyarız. Tekamülümüzün en belirgin göstergelerinden biri de budur.
Sevgi bütün ayrılıkların sona ermesidir. Düalitenin, ayrılığın olmadığı yerde sevgi vardır ya da sevginin olmadığı yerde düalite ve ayrılık.
Peki, evren ya da yaşam, bizi neden belirli bir yöne götürmek istesin? Eylemlerimizde korkuyla değil sevgiyle adım atmamızı istesin? Bir seçimi ötekinden üstün kılsın ya da ödüllendirsin? Yaşam ya da evren, canlı ve bilinçli olabilir mi?
Gelin dönelim yazının başına. Kanıtlandığına göre aslında yalnızca ileriye doğru akan bir zaman yoktur. Yani biz olmuş bitmiş bir gerçekliği seyrediyor, ona yalnızca şahitlik ediyor olabiliriz. Olan her şey zaten olmuş olduysa, şimdiye dair bir “olması gereken” de olmalıdır. Bizi o bitmiş hale yaklaştıracak, başlangıç ve bitişin bir olduğu yere götürecek döngüsel bir akış olmalıdır. Ve bu sebeple, bu son hale dair bazı nitelikler de mevcut olmalıdır. Eğer bilinçli bir evrende yaşıyorsak, bu bilinç haliyle en gelişmiş, ya da tekâmül etmiş, bilinç seviyesi olmalıdır. Her yeni bilgiyle genişleyen ve gelişen bu evren, sevgi farkındalığına ulaşmış ve geçmişe yolladığı tesirlerle de bizi bu gerçekliğe yakınlaştırıyor olabilir. Veyahut başından beri özü sevgi olan bu evren, sonsuz parçaya ayrılmış tek bir bilinçse, kendini anlamak için yine kendine varan sonsuz yolları deneyimliyor olabilir. O bilincin sesi olan öz varlıklarımızla yürüdüğümüz bu yollar da bizi bu nihai bilgeliğe götüren rotalardır. Yolumuzda seçtiğimiz kavşaklar ve attığımız adımlarsa, nihai hedefi değil, yalnızca yolun niteliğini belirleyen seçimlerimizdir.

(Âdem’in Yaratılışı): Michalangelo’nun “Âdem’in Yaratılışı” eserinde, bazı araştırmacılar Tanrı’nın etrafını saran şeklin bir insan beynine benzediğini öne sürer. Özellikle de beyin yarıklarının, beyin sapının, ön lobun, hipofiz bezinin ve optik kiazmanın anatomik yapısının beyin yapısıyla birebir örtüştüğü fark edilmiştir. “Âdem’in Yaratılışı” tablosunda Tanrı’nın parmağı sonuna kadar uzanmışken, Âdem’in parmağı hafifçe bükülü hâlde kalmıştır. Bunun anlamı; Tanrı’nın her an bizimle, epifiz bezimizde; bize yönelmiş ve bizimle olduğu, ancak O’na ulaşma kararının insana ait olduğudur.
Düalitenin başladığı ve bittiği Bilinçli Evren (Tanrı, Allah, Brahman, Kaynak Enerji, Öz, Kozmik Bilinç ya da adına ne demek isterseniz), yazı dizisinin sonraki bölümünde…
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.