Türk basınının en önemli yurtdışı temsilcilerinden biri olan Ayşegül Ekinci, Hollywood’un tanınmış yüzleri başta olmak üzere politika, bilim, spor, iş dünyası, aktüel alanlarda her biri marka olan 2.000’den fazla uluslararası popüler isimle birebir röportaj ve haber yapabilen ender gazetecilerden biri. Profesör Stephen Hawking, Tony Blair, Barack Obama, Gordon Brown, Margareth Thatcher, Julian Assange, Bernie Eccleston, York Düşesi Sarah Ferguson, Angelina Jolie, Rihanna, Daniel Craig, Hugh Jackman, Leonardo Di Caprio, Jude Law, Hugh Grant, Sarah Jessica Parker, Amanda Seyfried, Nicole Kidman, Uma Thurman, Matthew McConaughey, Denzel Washington, Mark Wahlberg, Jamie Foxx, Samuel Jackson, Naomi Campbell, Gurmukh Kaur Khalsa, Jack Nicholson, Helen Mirren, Meryl Streep, Robin Williams, Michael Caine, Sylvester Stallone gibi dünyaca ünlü isimlerle röportajlar yapmış.
İlk kitabı Son Yok ile 2021 Sedat Simavi Edebiyat Ödüllerine aday gösterilmiştir. Dr. John Demartini’nin önsözünü yazdığı Bildiklerini Unut, Sana Söyleyeceğim Çok Şey Var adlı 2. kitabı için sevgili Ayşegül Ekinci ile bir araya geldik. Ölümden, hayattan, yas sürecinden, uyanıştan ve çok kıymetli Sad Guru ile tanışmalarından bahsettik. Alın elinize çayınızı kahvenizi ve kendinize şöyle güzel bir okuma zamanı yaratın. Keyifli okumalar…
Asıl sormak istediğim bu kitabın bir misyonu var mı yoksa bu bir yas sağaltma çalışması mıydı?
Aslında kitabın değil serinin bir misyonu var tabii ki çünkü Sana Söyleyeceğim Çok Şey Var serisi aslında bir insan bilinci uyandırma projesi; çok katmanlı.İlk kitaptan başlayarak kaç kitap olacağını söylemeyeyim, şu anda sürpriz olsun. İnsanları hayata karşı uyandırma, onlara kendi hayatlarının gerçeğini sorgulatma, bir şekilde ayna olma… Ama aynı zamanda beraber bir yolculuğa çıkma… Aslında bu çok misyonu olan bir proje. Proje diyorum çünkü her kitap bence yazar için çocuğu gibi ama benimki biraz proje çünkü ruhu çok farklı, çıkış noktası çok farklı. Çıkış noktası ise ağabeyimin vefatı elbette.
İlk kitap da mı bu sebepten çıktı?
Evet, ağabeyimin vefatından sonra. Aslında bütün seri oradan çıktı. Vefat ve ölüm abimin yokluğuyla ortaya çıktı. İlk kitapta ölümü anlatıyorum. Çünkü ben savaş muhabiriyim; insanların gitmeye cesaret edemediği noktalarda ben gayet güzel, rahat, uzun uzun hatta aylarca kalan birisiyim. Haberciyim yani, düşünebiliyor musun? Mesela Veziristan gibi yerlerde günlerce kalan biriyim.
Ölümle dans etmek mi? Ve böylece bir anlamda kafa tutmak mı?
Ya aslında şu anda geriye dönüp baktığım zaman, belki de ölüme inanmamak da olabilir. Anlatabiliyor muyum? Yoksa savaş bölgesine, Usame Bin Ladin’in kaldığı bölgeye Afganistan-Pakistan sınırına gitmek, Veziristan’da 10 gün kalmak Akuta medresesine girebilmek için… Yani kitabın ve serinin çıkış noktası ağabeyimin vefatı. Çok sevdiğim, çok bağlı olduğum bir de hayatı boyunca bana hiçbir zaman hiçbir şey olmaz diyen birisini çok ani kaybettim. Kaybetmek, o çok başka bir duygu. Bir de benim ağabeyim hayatı boyunca hiç hasta olmamış bir doktordu aynı zamanda.
Hiç ölmeyecek gibi geliyor değil mi bazı insanlar?
Evet, çok epik bir olay aslına bakarsan yani. Üçüncü gözden, yani abim ve benim dışımda üçüncü bir gözden yazar olarak baktığım zaman gerçekten çok epik bir hayat draması.
Nasıl ölüyor ağabeyiniz?
Binlerce insanın şifa verdiği hastanede kendisi rahatsızlanıyor. Anevrizma. Ekip arkadaşları hemen müdahale ediyorlar. Yani şöyle söyleyeyim, abim hastanede değil dışarıda rahatsız olsa kimse ne olduğunu bile anlamayacaktı. Ama ekip arkadaşları hemen müdahale ettiği için 10 gün hayata tutunuyor. Kitabın seri çıkış misyonu bir değil 10 katmanlı o yüzden de. Ben kendim tanımımı yaparken kitap için uçsuz bucaksız, açıldıkça açılan diyorum. Çünkü ben bu noktadan insanlara dokunmak istedim.
Şu an olduğunuz kişi için ölüm nedir ve daha önce ölüm sizin için neydi? Savaş muhabirliğine bağlayacağım buradan yani çünkü savaş muhabiri dediğimiz kişi ölümle dans eder. Belki bu içinde bir kibri de barındırır.
Çok güzel bir soru, teşekkür ederim. Ben, o dönemler Afganistan-Pakistan öncesi 2003’te Guantanamo askeri üssüne dünyada giren ilk ve tek kadındım. Gerçekten çok tehlikeli işlerdi. Ben Guantanamo’ya giderken orada tutulan esirler bir ara kaçmıştı, her şey olabilir demekti bu. Yani aslına bakarsan hep ben böyle tehlikeli yaşamışım. Ölümle dans etmişim ama aslında ölümü tanımamışım biliyor musun, onu fark ediyorum. Yani ölümü tanımadığım için demin kibir dedin ve çok güzel bahsettin; hem bir hayata karşı kibir hem de merak aynı zamanda. Tabii bir haberci olarak özellikle kadın haberci olarak bir iz bırakma duygusu… Orada ölümü es geçmişim, pas geçmişim ya da demişim ki, yani hani ağabeyim bana bir şey olmaz diyordu ya belki de ben bana bir şey olmaz duygusuyla yaşamışım.
Şu anki Ayşegül’ün ölüme bakışı nasıl?
Ölüme inanmıyorum öncelikle bunu söyleyeyim. Yani ben yazdığım her şeyi sonuna kadar hissederek yazan bir yazarım. Hissettiğim her şeyi zaten okuyucular bunu çok hissediyor enerji olarak. Son ya da başlangıç yok. Her şey bir döngü. Ölüm yok derken tabii ki fiziksel olarak bu boyuttan ayrılıyoruz ama kaç boyut olduğunu biliyor muyuz? Veyahut da insan aklıyla ne kadar çok şey biliyoruz? İnancım yüksek, çok araştırıyorum, çok okuyorum. Zaten yazdığım kitapları için çok ciddi araştırmalarım var, çok katmanlı. Yani demek istediğim şu, tabii aslında bir sonraki kitaplardan ipucu vermek istemiyorum ama benim röportaj yaptığım önemli isimler var ve bunlar hayata çok aşkla bağlı olan insanlar. Onlar da ölüme bir noktada inanmıyor. Fiziken ayrılıyorsun ama arkada bıraktığın eserler olabiliyor. Dokunduğun insanlar olabiliyor ama onlar da gidiyor. Yani hep bir döngü varsa o zaman gerçekten ölüm var diyebilir miyiz?
“Ben insanları kendi içlerinde bu serüvende bu yolculukta düşündürmek, uyandırmak istiyorum ve aynı zamanda sorgulamalarını istiyorum.”
Yas sürecini soracağım.
En kaotik durum. Doğumda herkes çok seviniyor. Şimdi sen dünyaya geldiğin zaman tabii o anda o bilinçle dünyaya geldiğinin farkında değilsin ama annen seviniyor, baban seviniyor, seni tanımayanlar bile seviniyor, komşular seviniyor ama yas, ölüm olduğu zaman bir gidiş var ya bir bırakış, bir nereye gidildiğini bilmemek ve arkasında kalanlar için boşluk, o boşluk hissi… O gerçekten çok travmatik bir durum. Şimdi tabii bilim insanları yas tutmayla ilgili çok ciddi araştırmalar yapmışlar homosapiensin anlam arayışında. Ölüm her zaman bu arayışın en büyük paradoksundan biri bence hatta en güçlüsü. Çünkü işte diyorum ya doğumla geldiğin zaman boyuta yepyeni bir serüven ama ölüm sanki her şeyin sonu gibi. En etkililerinden bir tanesi, Elizabeth Kübler Ross’un 1969’daki araştırması, ölüm ve ölüm ölmek üzere olan insanlar üzerine değişim eğrisi yöntemini uyguluyor. Ne yapıyor? Klinik olarak ölmek üzere olan hastalara, duygudurumlarını, duygudurumlarındaki değişimleri, neler hissettiklerini, pişmanlıklarını soruyor. Bu eğri ile bundan sonra insanlar travmalar yaşayınca bunu bir yöntem, şablon olarak kullanabiliyor. Orada diyor ki yasın beş evresi var, bana kalırsa benim kendi öz deneyimimle ve birçok röportaj yaptığım önemli isimlerde de bu aşamaları gözlemledim.
Yedi veya belki daha fazla evreli bir durum bence. Nedir bunlar? Şok, şaşkınlık, inkâr etmek, kabul edememek. Kızgınlık bak beşinci duyguya geldik. Kızıyorsun, gidene kızıyorsun, hayata kızıyorsun, bir de Yaradan’a kızıyorsun yani neden bu oldu diye. Kızgınlıktan sonraki evrede zaten kızgınlığı aşıp, kabul edişe yani altıncı evreye geçebiliyorsan önünde iki seçenek var: Ya kendini tekrar inşa edebiliyorsun ya da o travmayla devam ediyorsun hayatına. Ondan sonraki evreler de hayatını yeniden inşa etmek. Çünkü insan çok sevdiği birisini kaybedince hayata bakışı değişiyor. Ama bence bu olgunlaşma anlamında değil. Ha tamam bir şekilde belki olgunlaşmadır bu, şu anlamda. Yeni bir şey öğreniyorsun.
“Ölümün olduğunu öğreniyorsun. En yakınına gelmiş.”
Zaten siz ölümü kitaplarınızda epik bir dille anlatmışsınız. Daha yumuşak mesela…
Hep söylüyorlar kitapları okuyanlar, bunu nasıl başardınız diye. Aslında bu kitaplar çözümleme kitapları. Ve aynı zamanda ben bu kitaplarla abimin hayatını kutluyorum yaşadığını, yaşamını kutluyorum.
Bu tam bir Logoterapi örneği olmuş. Acınızı bir anlama dönüştürmüşsünüz.
Evet, ben bu kitabı yazarken aynı zamanda kendimi şifalandırdım ve bir haberci olarak hayatın ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatmak istedim kendime. O yüzden de seri yapıyorum. O yüzden işte kitaplar 500 sayfa.
Mesela şimdi hayat diyoruz ya, aslında hayatın ta kendisini cenaze evlerinde görüyoruz, sizin de kitapta yazmış olduğunuz gibi: Bir taraftan oradaki insanlar için hayat akar ama sizin için hayat durmuştur ve siz bu durum karşısında çok garip hissedersiniz. Siz ne öğrendiniz cenaze evinde?
Cenaze evi denen bir şey var hatta kitabımda bir bölüm. Çünkü hayat bir yerde duruyor ama paralel olarak da akıyor. İşte insanlar birbirlerine soruyorlar, sen botoksa filan gidiyorsun ve bunları duyuyorsun. Ya da sürekli nasıl öldü diyen insanlar var. Senin için bir şekilde durdu hayat çünkü daha ilk evre olduğu için cenaze, o şok ve şaşkınlık evresiyle senin büyük bir kısmın gidenle gidiyor. Aslında kalan her şey sonraki evrelere kalıyor. O yüzden cenaze evinde sen oradasın, büyük bir üzüntü çekiyorsun, büyük bir acının içindesin ama aslında aynı zamanda algılayabiliyorsun. Yani konuşmaları duyuyorsun, hareketleri görüyorsun ve çok ilginç bir şekilde herkesin yaptığı ve yapmadığı şeyleri de fark ediyorsun.
İz kalan şey neydi oradan size?
Ayakkabılar. Yani Eminönü’nde bile o kadar ayakkabı hiç görmemiştim. İnsanın bu duyguları yaşayınca bu duygularla birlikte işte başka bir yere evriliyor. O yüzden ve cenaze evleri genelde çok enteresan. Cenaze evlerini yaşayanlar da. Akrabalar, arkadaşlar… Kızgınlık ya da tam tersi hiç beklemediğin insanlarla daha yakınlaşma anları… Çünkü insanların sana yakınlaşmaları veya tam tersi suni davranışları senin onlarla arandaki diyaloğu ya güçlendiriyor ya azaltıyor ya da koparıyor. O yüzden diyorum ya hayat hep böyle öğretiyor. Hayat böyle hep güzel güzel öğretmiyor yani. Ama bu da kötü bir şey değil bence ya yani hayat bir şekilde böyle sınaya sınaya öğretiyor.
Biraz spiritüel konulara girelim ne dersiniz? Ruhun bir tekâmül yapısı var. Ruhun daha iyi seviyelere doğru gitmesi için bir yolu var mı yoksa yol belli mi ruh biliyor mu? Bu dünyadaki seviyemizi yükseltebiliyor muyuz?
Ben Bildiklerini Unut’da özellikle ruhlar alemiyle ilgili çok konuşmak istedim ve bilgi vermek istedim. Neden? Çünkü dediğim gibi hani ilk kitapta ölüm anlattım ve ölümü insanların anlatmadığı bir ortamda ölümü anlattım. Ben Hintli mistik Sadhguru’yla çalışmaya başladığımda kendisi de ölümle ilgili bir kitap çıkarıyordu ve hatta dedi ki aynı anda çıkartalım. Ben de dedim ki benim kitabımda son yok. Aynı şey değildi yani. Ben kitabımda okuyucuyu bir sonraki kitabı hazırlıyorum, ufak ufak eğitimler veriyorum aslında.
Bu dünya alemi biraz okul gibi. Şimdi burada başka bir seviyeye geçmek için ve bir yüksek bilincin içinde yaşayan varlıklarız. Aslına bakarsan bir illüzyonun içindeyiz. Çünkü üst bilincin içinde bilinçler olduğumuz için aslında hem birbirimize bağlıyız ama hem de aynı zamanda kendi illüzyonumuzu görüyoruz. Bu boyuttaki sınavlarla bu bilinç seviyemizi ve ruhsal olarak farkındalığımızı ve ruhsal seviyemizi geliştirmek bizim elimizde. Nasıl? Kalpten hisseden insanların bir şeyi çok fazla tekrarladığı zaman hani derler ya mesela işte 40 günlük olumlama işte 40 günlük çalışmalar burada bir örnek tabii, tekrar ederek öğrenme yolu.
Ruh dediğimiz bu hani görmediğimiz ama aslında en önemli bizi biz yapan boyut. Birtakım çalışmalarla başka bir seviyeye geçmek mümkün. Ne kadar mümkün? Ruhun tekamülü, ruhun bir üst seviyeye geçmesi mümkün mü? Tabii ki mümkün. Kalp bence ruhun bu hayattaki mührü, kalp bunu hissediyor zaten. Şöyle söyleyeyim; öyle bir şey yaparsın, dünyaya öyle bir iz bırakırsın veyahut da bir insanın hayatına öyle bir dokunursun ki o senin bir değil belki üç seviye atlatır anlatabiliyor muyum? Hani ben bunun bir matematiksel algoritması olduğunu düşünmüyorum. Bu tamamıyla kalp gözünün açıklığı ile ilgili bir şey.
Kapasiteyi nasıl geliştirebiliriz?
Kapasiteyi geliştirmenin birtakım formülleri var.
Maslow’un teorisi var, insanlar en alttaki yaşamsal ihtiyaçlar seviyesinde yaşıyor çünkü ihtiyaçlar o paralelde tabii ki ama onun üstüne yavaş yavaş çıkmaya başlıyorsun. Çıkmaya başladıktan sonra kalp frekansında yaşıyorsun. Kalp ve kalp çakrasında daha üst frekansta yaşamaya veya değişmeye başladıkça aslında bu boyutun sadece madde olmadığını ve bir mana olduğunu da fark ediyorsun. Ama dediğim gibi bu da ince bir çizgi. Tabii denge çok önemli, madde ve mana boyutunu bu dünyada iyi dengelemek gerekiyor. Bunun farkındalığını meditasyonlarla, bilincini harekete geçirecek çalışmalarla yapabiliyoruz. Mesela Sadhguru’nun içsel mühendislik programında çok güzel çalışmalar var. Bütün bunlar aslında düşünsel beden ve ruhsal bedenle iç içe ama aslında “bunlar beni oluşturuyor, ama ben aslında bütün evrenle bir noktadayım” diye fark ettiğimiz an hayata daha farklı bakıyoruz. Hani bunu yapıp bırakmak değil, fark ederek gün içinde devam etmek hayatın içinde.
“Benim en önemli sloganlarından biri, soru sormak ve fark etmek. O yüzden de bütün okuyucularıma soru sormayı ve fark ettirmeyi sağlıyorum.”
Tekâmül nereye kadar sürüyor?
Kozmik kıyam, her şey bir üflemede gizliydi. Bir görüşe göre aslında her şey oldu ve bitti. Ol ve öl aynı anlamda, aynı anda tamamlandı. Fakat biz zaman içinde hapsolduğumuz için biz şu anda onu yaşıyoruz. Aslında her şey oldu bitti. Hatta bazen insanlar dejavular görüyor. Anlam veremiyor ya da diyorsun ki işte ne kadar hızlı geçti zaman aslında zaman gerçekten geçiyor mu?İçinde hapsolduğum şeyi mi görüyorsun? Interstellar filmindeki gibi. Dünya üstünde 40 yıl aslında normalde sonsuzluk içinde bir an. O yüzden tekâmül dediğimiz olay da nereye kadar? Ruhlar aleminin bence matematiksel hiyerarşik bir durumu var. Her şeyi biz biliyoruz demek bana çok kibirli geliyor. Yani bir üst akıl, bir üst bilinç, Allah var. Yani ben buradayım. Burada olduğum için de her şeyi bilmiyoruz. Bilmediğimiz o kadar çok şey var ki.
Şu da çok hoşuma gitti benim şimdi; Kanada asıllı fizikçi Pofesör Lawrence Strauss, tekâmül olayını bilimsel ve şiirsel sözleriyle ayna tutmuş: “Yıldızlar sizin için öldü ve siz burada olabildiniz.” Bu ne demek? Bunu biraz anlatır mısınız? Yani ne kadar hoş bir şey!
Her şey o kadar iç içe ki, yani gökyüzü, toprak, doğa her şey o kadar bir ki. Belki sen o yıldızın bir parçasısın belki gökyüzüne baktığın zaman aslında o gökyüzü senin aynan. İşte zaten bu felsefeyle hayata baktığın zaman ölüm gerçekten var mı? Her şey sonsuz aslında. Algıların açılıyor. Algı ne kadar açılırsa epifiz bezin o kadar yaratıcı güçle bağlantıda olur.
Bu realitede şeytan olmazsa olmaz bir şey mı?
Bunu şöyle anlatayım: Dünya boyut, denge üzerine kurulmuş. İyi kötü, güzel çirkin hep denge yine o zaman dünyada salt iyilik olsaydı sınav olmazdı. İyinin değerini, iyilik kavramını bilemezdik. Bu dünyada her şey zıddıyla var. İdrak etmek için kötünün de bir misyonu var.
“İnsanlar kendilerini bedenleriyle tanımlıyorlar” demiş doktor Lanza. Şuur nedir?
Bilinç dışı ve bilinç var, varoluşumuzun bilgilerinin toplandığı alan. Bilinçaltı da çok önemli. Yani bilinçli beyin, bilinçle düşündüğümüz ama bilinçaltı olarak kaydettiğimiz bütün bunların toplamı şuur alanımız. Şuur alanımız o kadar büyük bir enerji alanı ki… Bir kanun var: Var olan hiçbir şey yok olmaz, yok olan hiçbir şey var olmaz. O yüzden bu kadar büyük bir enerji alanının zaten kaybolması her birimiz için mümkün değil. Örnek vereyim: Şimdi ben değişik tekniklerle çalışıyorum. Bu tekniklerden bir tanesi de boşta gezen hafıza kaydı. Bu ne demek?
Bazen mesela televizyon seyrederken uyuyakalıyorsun ve orada televizyon blablabla anlatıyor ama bilinçaltı bunları alıyor. İşte bu boşta gezen hafıza kaynağı. Senin aslında o şuursuz olduğun alanda çevrende olup biten başka şeyler de olabilir. Bunların hepsini kaydediyorsun, bunlar Theta healing gibi tekniklerle temizlenebiliyor. O yüzden şuur tabii ki kaybolmuyor. Şuur alanı çok önemli ama şuur alanını da mümkün olduğunca böyle tarla gibi temizlemek gerekiyor. İşte burada mindfulness, meditasyon, pozitif düşünme, olumlu olma devreye giriyor. Bu arada olumlu olmak derken çok önemli bir şeyin altını çizmek istiyorum. Bu şey demek değil, negatif düşünmeyeceksin. Yani negatif de düşünebilirsin. Bir müddet kalıp oradan çıkabilmek önemli ama içine girersen seni içine alır. Olumlu frekansı yükseltecek duygulara odaklanırsak, o alandan o kadar besleniriz.
Peki abinizle iletişim kurabiliyorsunuz. Ölmeden öncesinde de yaşadığınız birtakım işaretler var, zaten hep işaret bekliyordunuz, mucize bekliyordunuz. Neler yaşadınız?
Yani şöyle söyleyeyim, aslında ilk kitapta ben şöyle anlatıyorum, ilk kitaba da burada bir atıfta bulunmuş olayım. Ağabeyimin bir boyut değiştireceğini hissetmiştim. Çok travmatik olaylarla yaşadım; mesela Cannes Film Festivali’ndeydim ağabeyimin vefatından 6 ay önce. Festivalde birisi beni arkadan itti, ben yüzümün üzerine kapaklandım ve burnum kırıldı. Gözümü hastanede açtım. Ağabeyim beni iPhone üzerindeki takip uygulamasından bulmuş. Sonra ağabeyim geldi ve beni İstanbul’a götürdü. Apar topar burun ameliyatı geçirdim. Huzursuz ve daha önce hiç yaşamadığım bir ruh hali… Ama bunu yaşayanlar var. Dr. Demartini de yaşamış babası vefat etmeden önce.
Ben bunu ağabeyimde çok hissettim ve ağabeyimi son İstanbul’a gelişimde gördüğüm an hüngür hüngür ağlamaya başladım. Enerjetik anlamda onu hiç iyi görmemiştim. Uyuyamıyorum da o aralar. Londra’ya döndüm. Ertesi gün Londra’da 36. saatimdi sanırım. Hastaneden aradılar. Ağabeyin kalp krizi geçirdi diye ama kalp krizi değilmiş, anneme öyle söylenmiş. Anevrizma geçirmiş. 10 gün içinde de ağabeyim vefat etti. O 10 günlük süre içinde ben tabii ağabeyimle çok konuştum çünkü mucizelere inanan bir kişiyim. Hep her zaman mucize odaklı yaşadım. Zaten ilk kitabımın da ana temalarından bir tanesi “mucize bekledim” idi. “Lütfen hayata tutun, sana söyleyecek çok şeyim var” dedim. Duyduğunu hissettim.
Bir örnek vereyim: Ağabeyim bu arada çok zeki bir adam, TÜBİTAK birincisi. Hem tıbbı hem mühendisliği kazanmış biri. Ağabeyim Londra’ya gelmişti ve fotoğraflarımızı çekmişti. Meğerse son fotoğraflarımızmış. Ben bu fotoğrafları bastırmak istedim ama bir türlü basamadım sonra ağabeyim geldi, o yapmaya çalıştı o da yapamadı. Kızım bu işte bir gariplik var demişti. Sonra İstanbul’da ağabeyimin hastane MR’ının çekileceği gün eve geldim, çalışma odama gittim fotoğrafı basmak için. Her yer sayfa sayfa ağabeyimin fotoğraflarıyla doldu. İşte o zaman ben ağabeyimin aramızdan ayrılacağını anlamıştım.
“Ve başka bir işaret daha, evde iki saatte aynı anda beş gibi durdu. İçimden şu sözler döküldü: ‘Belki farkında değilsin ama sen gittin, gittiğinin farkında mısın bir şubat gününü seçtin? Kelimeler olmadan varız artık.” Şu anda gerçekten de böyleyiz.”
Bu deneyimi yaşayan çok insan var. Hayattayken o insanlar birbirine çok yakınsa ve şuur düzeyinde misyonun varsa hissedebiliyorsun. Ben mesela ağabeyimle böyle bir misyonumuz olduğunu da düşündüm. Çünkü Sad Guru mistisizmde değil başka alanlarda da dünyanın gelmiş geçmiş en etkili 50 isminden biri ve bir Türk haberci ile böyle bir çalışmaya emek veriyor. Bu bir misyonla gelişen bir olay bence.
Ağabeyiniz komadayken ne yaşandı aranızda?
Ben doktorun odasına gittim. Doktor Hüseyin Bey, beyin ölümü gerçekleşti dedi. Ağabeyim bana o sırada dedi ki sessel olarak “Ayşegül annem gelecek, annem duymasın”. Ses olarak, gerçekten de annem o sırada içeri girdi ve ona da söylediler.
Sadhguru ile nasıl tanıştınız?
Sadhguru’yu ben zaten biliyordum. Çünkü çok gittim Hindistan’a, Dr. Oswall ile sık sık röportaj yapmak için. Ama Sadhguru ile tanışma fırsatım olmamıştı. Ama ne zaman ağabeyimi kaybettim işte o zaman hayatıma girdi. Londra’ya döndüm. Londra’daki evde o boşluk duygusu… Çünkü en son ağabeyim gelmişti ve beni bırakmıştı. Bir gece kitap yazmaya başlamıştım zaten, bir şeyler araştırırken bilgisayarda bir anda Sadhguru’nun videosu karşıma çıktı. Brahma Murta Yaratıcının saatinde. Ve hatta o saatlerde o şiirleri yazdım. Ertesi sabah yine Sadhguru karşıma çıktı, dedim artık bunda bir şey var, benim Sadhguru’yla iletişime geçmem lazım. Ve hemen iletişime geçtim. Benim özgeçmişim 10 sayfa olduğu için şimdiye kadar yaptığım röportajları görüp de bana bugüne kadar evet cevabı vermeyen olmamıştı. Tabii evet cevabı geldi ama önce yüz yüze tanışmamızın gerektiğini söyledi. Ve şart koştu; İçsel Mühendislik Eğitimime katılman gerekir diye.
Bu İçsel Mühendislik (Inner Engineering) eğitimi kaç gün sürüyor?
Yedi gün video izliyorsun önce, sonrasında eğitmene göre iki ya da üç gün sürüyor. Eğitmenle çalışıyorsun, çok derin bir eğitim bu. Ben Sadhguru’nun kendisinden inisiye oldum. Bu eğitimin olduğu yerlerde alıyorsun bu eğitimi, İngiltere, Fransa, Hindistan gibi.
“Bu hayata doğduğun an taksit taksit ölürsün.”
Sadhguru hayatınıza ne kattı?
Benim Sadhguru’yla çalışmaya başlamamın sebebi de zaten bir misyondu. Birincisi bence haberci olarak bu coğrafyada sadece röportaj yapabilmek çok önemliydi. Çünkü bu isimler özellikle hani dünya çapındaki isimler böyle bağımsız röportajlar vermiyor. Normalde benim gibi bu coğrafyadan çıkıp gelen herkesle röportaj yapılmıyor.
“Benim yas sürecimde yani o ilk şok ve şaşkınlık geçirdiğimi kendimi kaybolmuş hissederken beni uyandırdı.”
Bana, “Zaten doğduğun andan itibaren taksit taksit ölüyorsun” dedi. Bu beni acayip uyandırdı. Dedim ki ben ne yapıyorum ya? Yani onunla çalışmaya başlayarak ben yasımı şifalandırmaya başladım. Hem de projenin arteri gibi oldu, orada da proje çıktı aslında. Sadhguru’nun şöyle bir özelliği var, öyle diğer bazı kişisel gelişimciler gibi sert bir üsluptan değil de daha yumuşak, daha neşeli bir yerden iletişim kuruyor. Çok da zeki bir adam. S Sadhguru çok gerçek, ayakları yere basan bir insan. Aktivist, motor kullanarak dünyayı dolaşıyor iklim değişikliği için örneğin. Dünya böyle bir spiritüel lider görmedi bence şimdiye kadar. O çok farklı. İnsanlara doğru bilgiler veren ve insanlara hayatın kıymetini hatırlatan bir mistik. Bu arada teknikleri çok muhteşem. İçsel mühendislik programında günde iki kere yapılan çalışmalar var.
Peki İçsel Mühendisliğin içindeki Shambhavi Mudra nedir?
Sadhguru tarafından inisiye edildiğim çalışma Shambhavi Mudra, seni yüksek bir enerji frekansına çıkarıyor. Shambhavi Mudra’nın içinde yoga asanaları var, meditasyon var, nefes teknikleri var, mantralar var. Dört boyutla çalışan bir sistem. İçsel mühendislik aslında Shambhavi Mudra ve buna inisiye ediliyorsun. Bu programın atomu. Sadhguru’nun sisteminde bir duruş var: Yüz hafifçe kalkık, gözleri kapalı ve kaşların arasına hafifçe bir odaklanma çok faydalı bir çalışma, yaşam kalitesi artıyor mesela. Sabah ve akşam aç karna yapılıyor.
İçimizdeki dört boyut nedir?
Mental ve astral boyut zaten iç içe. Birini diğerinden ayırt edemezsin. Bunu anladığın zaman enerji sistemlerini daha iyi idare edebiliyorsun. Dört boyutu anladığın zaman yani beden, zihin, duygular ve hayat enerjisi hayatını yönetebiliyor ve isteklerini gerçekleştirebiliyorsun. Hepsi bunların iç içe geçmiş katmanlar.
Isha Kriya nedir peki?
İşha Kriya, Sad Guru tarafından yaratılmış günde sadece birkaç dakika ayırarak isteyen herkesin yapabileceği ve kendini değiştirme. Aslında kişi bu boyutta yaşadıklarıyla arasına bir boşluk bırakabildiği zaman deneyimlediğini sandığı dramadan da özgürleşiyor. İsha Kriya sana fizik ve zihin beden arasında bir mesafe kurmana yardımcı olacak bir araç sunuyor.
Avuç içlerin yukarı bakacak şekilde ellerini uyluklarının üzerinde tut.
Yüzün hafifçe yukarı kalkık, gözlerin kapalı, kaşlarının arasına hafif bir odaklama yap.
Nefes alırken: “ben beden değilim”
Nefes verirken: “ben akıl bile değilim”
Nefes alma ve verme süresi yedişer dakika olabilir.
Bir de zihin düzenlemesini sormak istiyorum.
İnsanlar günlük yaşamlarında zihinde yaşıyorlar ve zihnimizden günde 70 bin düşünce geçiyor, çoğu negatif. Sen ne zaman zihnini bu kaostan kurtarıyor ve düzenliyorsan o zaman gerçekten daha az zihinde kalıyorsun.
Hangi teknikler bunlar?
Shambhavi Mudra, meditasyon, mindfulness, nefes teknikleri… Ben hep söylüyorum mümkün olduğunca hayatın içine dahil olmanız, mümkün olduğunca kendinizi, limitlerinizi aşacak işler yapmanız, mümkün olduğunca kendinizi keşfetmeniz, mümkün olduğunca… Her şeyin başı gözlemlemek ve farkında olmak. Hayata dahil olmak, kendini aşacak işler yapmak. Ertelemek, klişe olamamak.
Neden bildiklerini unut diyorsunuz?
Şimdi her kitabımın bir enerjisi var. İlk kitapta Son Yok dedim çünkü bence gerçekten son yok. Ölümün sonu olmadığını söylemek, okuyanlara bir umut da vermek istedim. Bildiklerini Unut yani ikinci kitap yasın ilk evresini anlatıyor şok ve şaşkınlığı… Çünkü bildiklerini unutmadan yeniden başlayamıyorsun, bildiklerini unutmadan hayatını inşa edemiyorsun ve bildiklerini unutmadan aslında kendini yaratamıyorsun. Ve aynı zamanda bilinçaltı her şeyi sürekli aynı yaptığında çabuk çöküyor, çabuk yaşlanıyor. O yüzden şaşırtmak lazım bilinçaltını da. Bildiklerini Unut aslında üçüncü kitaba da bir hazırlık.
Bu kitap dört ülkenin enerjisi ile birleşti: Hindistan, Türkiye, Brezilya ve İngiltere.
Kitaplarınızda özellikle üzerinde durduğunuz önemli öğeler var aslında.
Birincisi aile bağlarının ne kadar önemli olduğu çünkü aile bağları bizim bu boyuttaki en büyük sınavlarımız. İkincisi, Türkiye yani kendi kökenlerim, doğduğum yer. Çünkü doğduğun coğrafya çok önemli. Üçüncüsü Türkiye’deki özellikle İstanbul’daki enerjik mekanları ortaya çıkarmak. Mesela ilk kitabımda Yahya Efendi, ikinci kitabımda Eyüp Sultan, şimdi bunu üçüncü kitapta okuyucular daha çok kavramış olacaklar. Dördüncüsü ata enerjilerini hep ön plana çıkarmak. Mesela dede ve anneanne, çünkü ata enerjileri çok önemli. Onlara bir teşekkür etmek. Okuyucularımın da bunları yapmalarını istiyorum. Bu kitap dört ülkenin enerjisi ile birleşti: Hindistan, Türkiye, Brezilya ve İngiltere.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.