Bir defalık yardım yerine sürdürülebilir paylaşım
Aktüalite

Bir defalık yardım yerine sürdürülebilir paylaşım

Deprem oldu, koşan koştu, koşamayan gönderdi, paylaştı. Peki ya sonra? Yıllarca sürecek toparlanma sürecinde biz ne yapacağız? Nasıl yapacağız?  Nasıl sürdürülebilir olacağız? Kime güveneceğiz? Bize kim güvenecek?

Çok uzun zamandır üzerine kafa yorduğum bağış, yardım, destek ve gönüllülük meselesi 6 Şubat 2023 sabahı yaşanan deprem ile tekrar gündemimize girdi. Bu konuların işleyişinde içime sinmeyen ancak adını koyamadığım noktaları kime soracağımı düşünürken TOÇEV (Tüvana Okuma İstekli Çocuk Eğitim Vakfı) Kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı Ebru Uygun ile yolum kesişti. 28 Şubat günü 360 dereceden Aşk Festivali kapsamında Pera Palace’ta yaptığı konuşmayı dinleyince aradığım cevaplara ulaşabileceğimi anladım. Yanılmamışım.

Birçok insanın hiç müsait değilim diyeceği koşullarda dolu dolu bir saat boyunca gönüllülüğü, sivil toplum kuruluşlarının ve paylaşmanın önemini anlatan Uygun’un kişisel hikâyesi de vakfın yaptıkları kadar insanın içindeki gönüllüye dokunuyor. Röportajı okuduktan sonra “Ben ne yapabilirim?” diye sormaktan kendinizi alamayacaksınız. Dilerim yanıtını da tez vakitte bulursunuz.

TOÇEV’in web sayfasında “çocuğun yüksek yararı” diye bir ifade gördüm. Ben bu röportaj özelinde bunu “insanın yüksek yararı” diye değiştireceğim. Ebru hanım, insanlar insanlara, “insanın yüksek yararı için” nasıl yardım etmeli? Ve bunun adı yardım mıdır yoksa yanlış mı tanımlıyoruz?

“Yardım” çok sevdiğimiz bir kelime değil açıkçası. Vakıf bünyesinde de beni irrite eden bir kelime. Toplum olarak henüz bu konuda farkındalık düzeyimizin çok yüksek olduğuna inanmıyorum. Nedenini şöyle açıklayabilirim. Esasında biz vermeyi çok seven bir halkız, genimizde de var. Selçuklulardan itibaren gelen vakıflar var, o yıllara dayanıyor paylaşma duygumuz. Dinimize bağlı olarak da belli dönemlerde bunu zaten yapıyoruz. Büyüğü de yapıyor, küçüğü de yapıyor, herkes yapıyor esasına, parasal gücünün durumundan bağımsız olarak. Paylaşmayı, yanımızdakine bir şey aktarmayı da biliyoruz. Ancak bunu bir ögesi olarak hayatımızın içine sokmayı başaramıyoruz. Yani biz sadece vicdanımız adına ve görev adına yapıyoruz bunu. Çünkü öyle gördük. Çünkü çevremiz bunu böyle yapıyor. Çünkü dinimiz bunu gerektiriyor. Bir ödev gibi yerine getiriliyor ve konu kapanıyor. Aynı bugünlerde deprem nedeniyle yaptığımız gibi.

Hemen yardıma koşanlar, ne yapacağını bilemeyenler ve bunun için vicdan azabı duyanlar, bir miktar para gönderip rahatlamış hissedenler, hissedemeyenler…. Hepimiz karmaşık duygular içindeyiz.

Son yüzyıldaki en büyük felâketlerden birini yaşadık herhâlde ve çok güzel dediniz, yapamayanlar veya az yaptığını düşünenler, vicdan azabı yaşayanlar ve bir de yarış hâline getirenler… Tabii sosyal medyanın da etkisi çok, eskiden bu kadar görünür değildi, iş çığırından çıktı bence. Hatta geçenlerde ekibimle konuşurken söyledim. 30’uncu yıla giriyoruz ve artık “mesleğim” diyebilirim, profesyonel olarak yapmasam da ama yoruldum ben, sanki bıktım artık. İrrite olmaya başladım. Sanki bir yarış hâline getiriliyor bu konu, kim yaptı, ne yaptı, hangi kurum yaptı, ne kadar yaptı diye. Oysa bu öge bizim hayatımızın normal döngüsünde her an olmalı.

Ebru Uygun
Ebru Uygun

Sizi 360 Dereceden Aşk Festivali’nde dinledim, 20 yaşında Tunceli’ye gittiğinizde bir beyefendi size bir kez gelmekle yardım ediyor olmayacağınızı anlatmış ve bu konuşma sizin adeta aydınlanma anınız olmuş.

O hikâye, bunun sürekli olması gerektiğini, oralarda da insanların yaşadığını, sadece belli bir toprakta değil, 81 ili kapsayan bir ülkede yaşadığımızı fark ettirmişti. Birlikte yaşadığımız topraklarda bir şeyleri de paylaşmayı, sadece para değil, herhangi bir şeyi gerçekten hayatınızın bir ögesi olarak paylaşabilmeyi ve bunu sürdürülebilir hâle getirebilmeyi fark etme zamanı şimdi. Belki de şimdi bunu daha iyi anlayacağımız bir süreç yaşıyoruz. Ben hep ona dua ediyorum açıkçası. Sivil toplum kuruluşu nedir? Sivil toplum kuruluşu bir ülkede neler yapar, kimlerle çalışır, kimlerle olmalı ve kamuya ait olduğunun farkına nasıl varmalı? Herkesin artık en az bir sivil toplum kuruluşunda (STK) var olmasının önemi… Hangi STK ona uyuyorsa, fark etmez. İnsan hakları olur, çocuk hakları olur, hayvan hakları olur, doğa hakları… Fark etmiyor. Hangisi kişinin ruhuna uygunsa ve onun hayatı boyunca sürdürülebilir olarak yer alabileceği bir yerse, orada olması gerekiyor. Ve aslında burada bulunduğunda başkalarına yardım etmekten önce kendine yardım ettiğinin farkına varmak önemli!

Yardım demek bana eğreti geliyor. Kim kime yardım ediyor? Niye yardım? Yani eğer bu havayı birlikte soluyorsam, bu toplumdan bir şeyler almış ve bir yere gelmişsem bunları topluma geri verebilmeliyim.

Siz de bunu deneyimlediniz mi, aslında önce kendimiz için mi tüm bu çabalar?

Tabii, bugünlerde de insanlar esasen kendi yaralarını da bir şekilde kapamak adına da yardıma koştular. Ben şunu yaptım, şunu yapıyorum diye. Çünkü o zaman nasıl diyeyim size, yüceliyor. Belki çok farklı kişiler tarafından çok başka boyuta getiriliyor ve kişiye daha farklı bir mutluluk ve haz veriyor belki de. O zaman al bu duyguyu, hayatının her evresine sok, hayatın boyunca… Niye bir kerelik bunu yapıyorsun? Çünkü bu bir kerelik bir hadise değil esasında. Yani çok ciddi bir şey yaşıyoruz, yaşadık, yaşayacağız ve bu devam edecek. Biz vakıf olarak hep şunu söyledik: Biz bu işin sürdürebilir boyutunda bulunacağız. Biz esas şimdi başlıyoruz.

“Bizim görev zamanımız asıl şimdi başlıyor ve yıllarca sürecek. Bu öyle bir yılla falan sınırlı değil, daha uzun soluklu bir süreçte biz orada çok görev alacağız. Oradaki öğrencilere gideceğiz. O öğrencileri okutacağız ve bu böyle devam edecek. Birçok STK gibi…”

Yani deprem bölgesine ilk günlerde koşmak güzel ama asıl mesele sonrası mı diyorsunuz?

Evet, TOÇEV şimdi başlıyor esasında. Evet, kendi çocuklarını ilk günlerde tabii ki sardı, kucakladı, sarmaladı ama orada daha binlerce, milyonlarca öğrenci var. Bizim görev zamanımız asıl şimdi başlıyor ve yıllarca sürecek. Bu öyle bir yılla falan sınırlı değil, daha uzun soluklu bir süreçte biz orada çok görev alacağız. Oradaki öğrencilere gideceğiz. O öğrencileri okutacağız ve bu böyle devam edecek. Birçok STK gibi. Hani bir yıllık burs falan deniliyor ya. Bir yıllık olamaz aslında bu uzun soluklu bir süreç. Başa dönersek, işte bu nedenle yardım demek bana eğreti geliyor. Kim kime yardım ediyor? Niye yardım? Yani eğer bu havayı birlikte soluyorsam, bu toplumdan bir şeyler almış ve bir yere gelmişsem bunları topluma geri verebilmeliyim. Vakfı kurma yaklaşımım da bu oldu. STK budur esasında. Diyoruz ya şimdi, devlet yoktu, devlet diye. Evet, olabilir, olmuş olabilir. Onu bilmiyoruz. Kimse bilmiyor netliğini. Ama bunları sorgulamaktansa ben STK’yla birlikte bir birey olarak devletin yanında ne yapabileceğime bakmalıyım. Yani biraz daha çözüm odaklı gitmek gerekiyor, bunu öğrenmemiz gerekiyor halk olarak. Oturduğu yerden şikâyet etmek yerine, “ben ne yapabilirim” hâlini haberleştirmeye çalışana da biz teşekkür ederiz.

Mümkün Dergi adına teşekkür ederim. Evet her konuda şikâyet etmek yerine ben yapabilirim deme halini konuşmayı amaçlayan bir dergiyiz.

Teşekkür ederiz bu desteğiniz için.

“Oralarda olmak gerekiyor, oraları tanımak gerekiyor. Ülkeyi tanımak gerekiyor ve ülkem için neler yapmam gerekiyor diye düşünmek gerekiyor. Ve bu bir kerelik olmamalı.”

Tunceli’deki o güne dönelim mi, ne olmuştu sizi uyandıran?

Aslında hikâyenin başı Darülaceze’dir, hikâyenin adını koymam ise Tunceli’deki olayla olmuştur. Bir arkadaşım Darülaceze’de Almanca konuşmak isteyen bir teyze olduğunu söyledi. Beni o bölüme götürdüler. Fakat kurumun çocuk bölümü de var biliyorsunuz, 0-3 yaş sanıyorum. Ben de bahçede oynayan çocukları gördüm. Teyzeyle sohbet ediyoruz ama bir süre sonra sıkıldım. Çocukları zaten çok severdim, orada bir kız çocuğu ilgimi çekti, ağlıyordu. Ağlayan bir çocuğa dayanamam. Her zaman garip bir hassasiyetim vardır. Kendimi onun yanında buldum. Nasıl olduğunu hatırlamıyorum. Ben de çocuğum zaten, daha 12 yaşındayım. Onunla sohbet etmeye başladım. Esasında o kilit noktasıdır Yaprak Hanım; yani bir dakika içinde o çocuğu nasıl güler hâle getirebildiğimi görmek. O çocukların naifliği, beni her zaman çok etkiler. Hele 0-3 yaş çok daha naif, daha melek. Ve o beni o anda başka bir boyuta götürdü ve kopamadım. Yani gidiyordum, geliyordum, arkadaşlarımla gidiyordum, kıyafetler götürüyorduk falan. O süreç tabii çok önemli bir süreçti. Sürdürülebilirlik adına demek istiyorum. Sonraki yıllarda vakfı kurdum (1994) ama amaç çocuk haklarıydı esasen. Yani işçi çocukların oralarda değil okullarda olması içindi. Biraz da aktivist bir karakterim vardı, ifade edemediğim. 1998’de ilk kez Tunceli’ye gittik. O zaman Ege’yi biliyordum, Antalya’yı biliyordum, Karadeniz’e bile gitmemiştim, İç Anadolu’yu bilmiyordum Ankara dışında. İlk defa Tunceli’ye gittiğimde tabii OHAL vardı o bölgede. Elazığ’a uçtuk ve oradan panzerler eşliğinde Tunceli’ye götürdüler bizi. Orada çalışırken bir yandan da halkı tanımaya çalışıyordum çünkü o zamanlar halka o kadar uzağım ki… Bir kahvehaneye oturdum. Domino oynuyorlardı. Çok ilgimi çekmişti o medeniyet. Kütüphane de vardı. Bir adam geldi yanıma. Hayatımın dönüm noktasıdır, hep ona teşekkür ediyorum. Belki sonra beni takip etmiştir bilmiyorum. Dedi ki “Sen ne yapıyorsun burada? Niye geldin ki sen? Çok saçma gelmen. Bir kere geleceksin ama bizim burada ateş ölçerimiz bile yok. Sen neden bahsediyorsun bize?” O an çok önemliydi çünkü aynı akşam İstanbul’a dönecektim ve Papermoon Restoran’a davetliyim. Akşam dönüyordum ve oraya gidiyorum, evliyim ve çocuklarım yeni doğmuş, düşünebiliyor musunuz yaşadığım karmaşayı? O akşam oraya gittiğimde “Ne yapıyorum ben? Neredeyim? Nasıl bir iş bu? Ben ne yapıyorum?” diye kafa yormak çok farklı bir motivasyondu benim için. Yani oralarda olmak gerekiyor, oraları tanımak gerekiyor. Ülkemi tanımak gerekiyor ve ülkem için neler yapmam gerekiyor diye düşünmek gerekiyor. Ve bu bir kerelik olmamalı. İşte dediğim gibi, o olay bir kilit noktasıdır. İkincisi de bunun devamında olan bir olay, çok önemli. İki yıl sonra Diyarbakır’da yaşandı. Güneydoğu Anadolu’ya ilk gidişimdi. Adıyaman’dan başladık, o yüzden Adıyaman’ın çok önemli bir yeri vardır bende. Şimdi de zaten ilk tırımız Adıyaman’a gidiyor, çok ilginç. İşte o zamanda bölgeyi dolaşıyoruz, valilerle görüşüyoruz. Çocukların yaklaşımı çok ilginçti. Çocuk önce ürker, gelemez yanınıza, sonra dokunmaya çalışır size. İkinci, üçüncü gidişinizden sonra sizi sarmaya başlar esas. Yani onunla o doğal yaklaşımı kurgulamak gerekiyor. Bunlar çok ince noktalar. İnsanlar hemen gidip çocuklara sarılıyordu, o zamanlar da ben rahatsız oluyordum. Çünkü çocuğa farklı bir zarar da verebilir bu yaklaşım, bilmediğimiz bir noktada.

Ebru Uygun - Okul
Ebru Uygun

Dönüp unutmak, bir kez gidip bırakmak, ayrılık, hepsi etkiliyordur mutlaka…

Tabii ki. Sürekli gitmenizin yanı sıra ona güveni yakalatmak veya orada niçin var olduğunuzu da anlatmak gerekiyor. O zaman çok değerli bir vali, OHAL Valisi Cemil bey, “Siz ne yapıyorsunuz? Geldiniz. Gittiniz. Ben sizi takip ettim. Sonra bir daha geldiniz. Sürekli gidip geliyorsunuz. İlk defa İstanbul’dan gelenlerle böyle bir şey yaşanıyor” dedi. Ben de “Evet, işte gittik, geldik. Bir okul onardık. Sonra çocuk parkı yapmaya başladık. Sonra psikolojik destek getirmeye başladık” falan diye anlattım. Siz girdiğiniz andan itibaren artık sizi sarmaya başlıyor çocuklar. Tanıyor artık ve güveniyorlar. Çocukta o güven duygusunu yakaladıktan sonra, zaten çocukla arandaki o bağ başka bir boyuta gidiyor. Kendi çocuğunla da öyledir. Yani o güven duygusu çok önemlidir. Yıllar sonra Van’a gittik bu sefer de, tiyatro götürüyoruz çocuklara. Orada tabii ki anlatıyorsunuz, hani belli bir zaman dilimi kalıyorsunuz ve bir paylaşım veriyorsunuz. Daha büyük çocuklardı onlar. Sonra bir çocuk koşarak indi evinden yanımıza, “Ebru abla!” diye bağırıyor, 13-14 yaşlarında. Bir şey mi oldu diye döndüm. Dağ çiçeği koparmış, geldi, “Belki bir daha gelmeyeceksin ama öyle bir şey yaptın ki hayatımda ben bunu unutmayacağım. Ve bununla çok güzel şey yapacağıma inanıyorum” dedi. Tabii kendi kelimeleri ile. Yani sizin daha oralarda o bağı kurmanız gerektiğini, sürdürebilmeniz gerektiğini ve gerçekten bunu başardığınızda insanların hayatında nasıl değişim yarattığınızı ve kendi hayatınızda nasıl değişim yarattığınızı fark ediyorsunuz. O yüzden bir STK ile iş birliği yapmak veyahut bireysel bu işi yapmak, sürdürülebilir boyutta olması gerekiyor. Sürdürülebilir boyutta olduğu takdirde de aslında başkasına değil kendinize yardım oluyor. Gelişiyorsunuz, büyüyorsunuz, olgunlaşıyorsunuz, hayata çok farklı bakmaya başlıyorsunuz ve hayatta duruşunuz da çok farklı olmaya başlıyor. Hani o her şeyi affedebilme duygusu… Bunun eğitimi esasında bana göre vermeyi başarmaktan geçiyor. Gerçek vermeyi, gönülden vermeyi başardığımız anda o affetme duygusu oluyor. Hani şimdi bunun için mindfulness çalışmaları yapılıyor ya. Hep söylüyorum, bunların hepsini zaten bir şekilde ister istemez hayat size bu yolda öğretmeye çalışıyor. Yardım değil de paylaşmak bana göre doğru ifade. Paylaşmak, vermeyi ve almayı başarmak.

Aslında başkasına değil, kendinize yardım oluyor. Gelişiyorsunuz, büyüyorsunuz, olgunlaşıyorsunuz, hayata çok farklı bakmaya başlıyorsunuz ve hayatta duruşunuz da çok farklı olmaya başlıyor. Hani o her şeyi affedebilme duygusu…

Paylaştıklarımızın sadece madde olması da gerekmiyor. Mesela zaman, geri alınamayan tek şey, paradan daha kıymetli belki de değil mi?

Tabii. Bir de bunu, yapmak için yapmamak. Biz toplum olarak başkalarının hayatını çok fazla yaşıyoruz. Hele sosyal medya ile beraber bunu daha da fazla yapıyoruz. Veyahut bize biçilen rolü yaşıyoruz. Yani yardım dediğimiz paylaşma duygusunu bile esasında çok içselleşmeden, başkası yapıyor diye yapıyoruz. O tırlar niye doldu o kadar? Çünkü yan komşu dolduruyordu, ben de o zaman tır doldurayım diye gitti. Ne oldu o tırlar? O kıyafetlere ne oldu? Sonra o kıyafetler yakıldı. Herkes aynı şeyi, aynı şeyi yaptı. Kıyafet, kıyafet, kıyafet… Ama bu insanların suya da ihtiyacı var. Bu insanların hijyenik pede de ihtiyacı var. Daha birçok farklı ihtiyaçları var. Bu ihtiyaç listesi çıkmadan, evveliyatında bu kadar hızlı saldırmak, başkası yapıyor diye yapmak oluyor. İşte bunu yıkabilmeliyiz. Kendimiz için, yani kendi kimliğimizce hangisi doğruysa onu yapalım. Mesela hayvanlar için uğraşanlar. Çok güzel, ben takdir ediyorum, ne kadar iyi. Biliyor duruşunu ve o yöne gidiyor. Herkes kendi yönünü bilse, başkası yapıyor diye değil, kendisine ne hissettirdiğine bakarak yapsa, bunu başarsak…

STK FARKINDALIĞI ORTAYA ÇIKTI

Herkesin çeşitli kişilik özellikleri var. Alana koşup insan temasına girmek herkese uygun olmayabilir. Sivil toplum kuruluşlarının çatısı altında olmak kişiliğimize uygun olan paylaşımı etkili ve kolay hale getirir diyebilir miyiz?

Kesinlikle, kesinlikle. Öyle olmalı. Yani STK’larla iş birliğinde olunmalı. Hele bu dönemde… Çünkü STK’da çalışmak esasında insanın kendini yakalaması için gerekli. O yüzden genç yaşta olması çok önemli. 13-14 yaşlarında başladığım için çok daha farklı bir bilinç oluştu tabii ki bende. Biliyorsunuz özellikle Amerika’da, bence en güzel örnekleri var bunun. Herkes kendi mahallesiyle alakalı bir sivil toplum örgütünde çalışıyor. Orada kendini buluyor, kendini yakalıyor. Hangi STK kişinin gönlüne yatıyorsa onunla çalışması, onunla aktif olması, onun yönlendirmesiyle iş birliğine gitmesi bence en sağlıklısı herkes için. Diğer yandan, biz eğitimle ilgileniyoruz, örneğin uzvunu kaybetmiş çocuğun sağlığı ile ilgili bir çalışma yapamayız ama onun travmatik hâlini çözebiliyorsak o noktada destek oluruz. Yani STK’lar arası iş birliği de olmalı.

Çok güzel bir şey söylediniz aslında. Çocuklarımızı da erken yaşta STK’lara yönlendirmekten bahsettiniz.

Kesinlikle. Yani çocukta var esasında Yaprak Hanım. O kadar tatlı ki çocuklar, hemen kitabını veriyor, oyuncağını veriyor. Yani hani onları biraz daha dürtsek çok güzel şeyler çıkar çocuklardan.

Eda Çetin
Eda Çetin

Deprem felaketinin ardından STK’lar ön plana geldi değil mi? Unutup unutup hatırlıyoruz yıllar içinde.

Eda Çetin (İcra Kurulu Üyesi): Her şerde bir hayır vardır sürecini de yaşadığımız bir dönemdeyiz maalesef ki. Uzun zamandır aslında sivil topluma olan güvensizlik böyle bir afet süreciyle tekrardan tersine döndü. Sivil toplumun gücünü fark etti insanlar. Yani devletin ulaşamadığı yerde sivil toplum örgütlerinin ne kadar büyük hizmet ettiklerini gördü herkes, herkes bunu deneyimledi. O yüzden bence biraz bu tarafa da böyle bir faydası oldu, böyle bir üzücü olayın.

Ebru Uygun: Çok güzel söyledin. STK farkındalığı ortaya çıktı. Kimin neyi ne kadar yaptığı, kimin yapmak için yaptığı, kimin gerçekten yaptığı fark edildi. Bu çok daha faydalı oldu. Yani bizi aramayan insanlar aramaya başladı, “Ebru, ben ne yapayım?” diye. Ben de “Sakin ol. Bekle. Sana da görev düşecek, merak etme” demeye başladım insanlara. Keşke böyle bir yoldan olmasaydı bu gelişmeler.

Yapmak için yapmak değil, bekleyip, görüp, zamanı geldiğinde, gerçekten eyleme geçmek. Hem senin için hem başkası için gerçek faydayı yakalamak.

Çok güzel bir yere değindiniz, sakin olup beklemek… Aceleyle bir şey yapmak yerine sakin olup daha faydalı bir şeyler yapmak da mümkün değil mi?

O bölgelerde bu iş kademe kademedir. Orada bir afet var ve birinci kademe kurtarma ekibidir. O konuda eğitim almış ve o işi bilen insanlar orada olmalıdır ve oldular da. O dönem bizim yapacağımız sakin olup, bekleyip ve ondan sonra yapabileceğimiz ne varsa orada yer almaktır. Yemek yapmaya gidenler, malzeme götürenler, konteyner için destek bulan kurumlar… Bizler daha çok sağlık desteği verdik, yani hijyenik ürünler ve gıdalarla destek sağlamaya çalıştık. “Ne yapmam gerekiyor Ebru?” diyenlere, “Bir durun. Gerçekten çok ciddi bir görev var. Uzun soluklu” diyorum. Sürdürülebilir olması için sakin olmak gerek. Yapmak için yapmak değil, bekleyip, görüp, zamanı geldiğinde, gerçekten eyleme geçmek. Hem senin için hem başkası için gerçek faydayı yakalamak. İşte şimdi biz gerçek faydayı yakalamaya çalışıyoruz, kurum olarak. TOÇEV olarak kendi çocuklarımızın yanı sıra diğer çocuklara ulaşıyoruz, psiko-sosyal eğitimler vermeye çalışıyoruz, travmalarla ilgili çalışmalarla gidiyoruz oraya veya oyun alanları yaratıyoruz çocuklarımıza. Farklı derneklerle iş birliği yaparak, daha farklı aktiviteler kurguluyoruz, özellikle yaz ayında ne yapabilirler diye. Çünkü yaz aylarında da o çocuklar orada olacak. Yaşadıkları travmayı -çocuk daha kolay unutabiliyor travmayı- unutabilecekleri daha farklı alanlar yaratmak için uğraşıyoruz. Hani yaşanan bir sorunda derler ya “Bir derin nefes al, bir bekle.  Bekledikten sonra doğru karar verirsin.” İşte bu aynı şey.

“Bir proje gibi değerlendirip, yapacağınız fayda her neyse, o noktada gittiğiniz zaman, mutlaka onu bir giriş, gelişme, sonuç gibi planlayarak, aşırı heyecana kapılmadan adım adım ilerlemelisiniz.”

GÖNÜLLÜLÜK DEDİĞİN CİDDİ İŞ, BİR STRATEJİSİ OLMALI

Gönüllülük deyince biraz manevi bir kavramdan bahsediyoruz gibi oluyor ama aslında kendi içinde bir sistemi, bir disiplini olması gereken bir yaklaşım değil mi? Ciddi bir iş, ne dersiniz?

Eda Çetin: Kesinlikle öyle. Bir stratejisi olmalı. Gönüllülük, hani gönül kelimesiyle özdeşleşik olarak belki böyle tatlı tatlı geliyor olabilir ama eğer bir şeye faydalı olup sonucunu da görmek istiyorsanız, sizi de rahatlatması, mutlu etmesini diliyorsanız o yolda ilerlemeniz gerekiyor. Bu kişisel gelişimde de öyle değil mi? Hani canımız istediği zaman mata oturup meditasyon yapıp, istemediği zaman yapmamak değil. Onu bir disiplin içinde yaptığınız zaman, bir süre sonra farkında olmadan faydasını görüyorsunuz hayatınızda. Bu da öyle bir şey. Siz bir proje gibi değerlendirip, yapacağınız fayda her neyse, o noktada gittiğiniz zaman, mutlaka onu bir giriş, gelişme, sonuç gibi planlayarak, aşırı heyecana kapılmadan adım adım ilerlemelisiniz. Tabii ki zaman zaman heyecan da gerekir ama son olayda yapılan en büyük hata oydu. Herkesin gönüllülük heyecanı ile oraya koşma isteği, bir avantajken dezavantaja dönüşebiliyor. Mesleği aşçılık olan genç arkadaşların ilk günden orada yemek yapacağım diye plansızca gidip o acı manzaraları görüp travmatize olduklarını, koşarak geri döndüklerini biliyorum. Dolayısıyla o tatlı heyecanı kaybetmeden çok daha bilinçli, planlı olunmalı.

Gönüllülük insanın içine, doğasına girmeli. Hayat felsefesi olmalı. Gönüllülük insanı büyüten, liderlik kavramını geliştiren, yöneticilik kavramını geliştiren, seni iş hayatına hazırlayan, özel hayata hazırlayan çok önemli bir okul esasında.

Ebru Uygun: Gönüllülük benim kırmızı çizgim, yumuşak karnım. Gönüllülük insanın içine, doğasına girmeli. Hayat felsefesi olmalı. Gönüllülük insanı büyüten, liderlik kavramını geliştiren, yöneticilik kavramını geliştiren, seni iş hayatına hazırlayan, özel hayata hazırlayan çok önemli bir okul esasında. Ve Eda’nın dediği gibi, yani sakinlik orada başlıyor. Yani sakin olup, gerçekten ne yapabileceğine bakmak. Ben mesela bir vakıf başkanı olarak yıllardır bu işlerin içinde olduğum halde hasta çocukların yanında çok zorlanıyorum. Kendi travmalarım olduğu için de olabilir. Herkes nasıl ve ne yapabileceğini bilmeli, görmeli ve ona göre hareket etmeli. Ne o insanlara ne kendine zarar vermeli. Yani bölgelere gidemeyebilirim ama bir vakfın muhasebesini tutmak da esasında bir gönüllülüktür.

Yani herkes kendi fıtratına göre bir şey yapabilir.

Aynen, çok güzel söylediniz. Sizin kaleminiz kuvvetlidir, bizim bütün yazışmalarımızı yaparsınız. Bu da gönüllüktür mesela. Bazı gönüllüler geliyor, bilgisayar programlarımızı hallediyor. Bu da bir gönüllük. Mesela Bernaylafem İletişim Danışmanlığı şimdi halkla ilişkiler çalışmalarımız için tüm imkanlarını sunacaklar, bu da bir gönüllüktür. Gönüllülük bu şekilde algılanabilirse paylaşma duygusunu da içimizde tamamen sindirmiş ve yaşamış oluruz. Zaten paylaşma duygusu var bizde. Yani birine el verme duygusu var. Biz sadece bunun yolunu bilmiyoruz. O da STK’lardan geçiyor.

“Zamanla herkes belli bir terbiyeye, nasıl olması gerektiğine dair bir farkındalığa ulaşıyor.”

Siz bunca yıllık deneyimde iyi niyetle yapıldığı hale olumsuz etki yaratan faaliyetlere şahit oldunuz mu?

Şu anda deprem bölgesi için bir şey diyemem. Çok erken bunları söylemek için. Böyle yargılamak da çok doğru değil çünkü herkes iyi niyetli gitti. Bu süreç çok farklı bir süreç. Ama Güneydoğu Anadolu’ya 2000’lerin başında ilk gidildiğinde suistimaller olmuş. Bunların etkilerini biz de yaşadık belli bir süre. TOÇEV olarak biz kendi çocuklarımız için olan her paketi çocuğun adına yapıyoruz. Çünkü çocuk bir bireydir, saygı duyulma, düşüncelerinin dinlenilmesi hakkına sahiptir. Biz de o çocuğa saygı duyarak önce kendine saygı duyması gerektiğini anlaması adına her paketi isme özel yapıyorduk. Ve bunu çocuklara aktarmak, anlatmak bir süreçti. Çünkü o güne kadar hediyeler hep kamyondan dağıtılıyordu ve herkes tabii ki saldırıyordu. Bu beni çok üzen bir noktaydı. Bazı örneklerini dinledim. Herkes adına çok üzücü süreçler. Zamanla herkesin belli bir terbiyeye, nasıl olması gerektiğine dair bir farkındalığa ulaştığına inanıyorum. Burada kimseyi yargılamıyorum, sadece o dönem yapılan yanlışlar olduğunu anlatmak istiyorum. Algıyı değiştirmek gerekiyor. Yardım yerine paylaşma kelimesini içselleştirmek gerekiyor. Gönüllülüğün de Eda’nın anlattığı gibi, uzun bir yolculuk olduğunu fark etmek ve bunu yavaş yavaş, kademe kademe yapmak gerekiyor.

Eda Çetin: Bu bir maratondur ve acele ederseniz nefesiniz kesilir.

Ebru Uygun: Aynen öyle. Şu anda birçok kişinin nefesi kesildi ve yavaş yavaş çekilmeye başladılar maalesef. Daha da azalacaklar. Orada görev STK’lara düşüyor. Türkiye’de çok değerli STK’lar var ve zaten görev başındalar. Bizim görevimiz de bunun sürdürebilir hâlini anlatabilmek, aktarabilmek. Bunun devam etmesi gerektiğini de göstermemiz gerekiyor. İşte bu bir görev. Sizlerin destekleriyle anlatacağız. Bu süreci bu şekilde toparlayacağız, daha iyiye götüreceğiz.

TOÇEV - Tüvana Okuma İstekli Çocuk Eğitim Vakfı

TOÇEV’İN HİKAYESİ VE BUGÜNÜ

TOÇEV, 1994 yılında Vakıf Başkanı Ebru Uygun ve 5 arkadaşının, 5 çocuğun eğitim hayatını değiştirmek için yola çıkış hikâyesi ile kurulmuş. İstanbul’da eğitimlerine destek olunan çocuklarla başlayan sürecin Türkiye’ye açılımı, 1998 yılındaki Tunceli seyahatiyle başlamış. Okumak her çocuğun hakkıdır diyen TOÇEV bugün ülke genelinde 7 milyonu aşkın çocuk ile yoluna devam ediyor.

TOÇEV’in ayrıca Afet Destek Paketi bulunuyor. Belirlenen aileler için oluşturulan paket ile çocukların ve ailelerinin yaşam standartları düzelene kadar elzem ihtiyaçların karşılanmasını amaçlanıyor. Özellikle depremden sonraki sürecin rahat atlatılabilmesi için gerekli olan gıda-temel ihtiyaç ve gerekirse ev taşınması gibi sorunlara çözüm oluşturmak ve havuzda toparlanan para ile çocukların eğitme başlayacak döneme geldiklerinde acil eğitim materyallerine tekrar kavuşturulması hedefleniyor. Ruh sağlığı uzmanları ile oluşturacak hem aileler hem çocuklara yönelik psikolojik ilk yardım süreci de acil destek paketinin öncelikleri arasında yer alıyor.

Detaylı bilgi için tıklayın: https://fonzip.com/tocev/tocev-afet-destek-paketi


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

yaprak-cetinkaya
Gazetecilik eğitimini Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde aldı. 27 yıldır farklı görevlerde daima mesleğine aşık bir hal ile çalışıyor. Gazeteciliği en çok wellbeing, kişisel gelişim, psikoloji, ezoterizm, mitoloji gibi daha az konuşulan konular üzerinden yapmayı seviyor. Mümkün Dergi, Yuka Dükkân ve Yuka Ajans’ın kurucu ortaklarından…