DİL, VARLIK’IN EVİDİR
Felsefe

Dil, Varlık’ın evidir

Varoluşçu felsefenin en önemli metinlerinden kabul edilen “Varlık ve Zaman” kitabının yazarı Alman Filozof Martin Heidegger aynı zamanda post yapısalcılık, post modernizm, Frankfurt Okulu ve yapı bozumculuk felsefe akımlarında da oldukça etkin olan bir figürdür.

1933 yılında Nazilerin iktidara gelmesiyle birlikte partiye üye olan Heidegger’in bu hamlesi onun değerine gölge düşürerek isminin Nazi ideoloğu olarak anılmasına yol açsa da onun teorik çalışmalarını yok saymak mümkün değildir. Heidegger’de her varoluşçu filozof gibi düşünme konularını; insan nedir, onun dünyadaki anlamı nasıl kavranır, insanın dünyada önceden verili bir özü var mıdır gibi ontolojinin temel problematikleri olan soruların ekseninde dolaştırır. İnsanın kendini yeryüzünün efendisi kabul eden konumuna değişik bir bakış açısı sunan Heidegger bu konulara bulduğu cevaplarla yeni bir soruşturma tarzının da temelini atmıştır. Onun yaptığı her inceleme ne’liğe ilişkin bir yapı bozum olarak kabul edilebilir. Bu bakımdan onun her sorusunun bir amacı vardır ve bu amaç hep şeylerin ne’liği ortaya çıkarma arzusu taşır.

Heidegger için her araştırmanın, soruşturmanın kendisi de bir araştırma ve soruşturma konusuna dönüştürülebilir. Bu bakımdan hiçbir şeyin kendisi olarak ön yargılarla beraber kabul edilmesi söz konusu olmayacaktır. Fakat soruşturmayı kim yapmaktadır? Soruşturan ve araştıranın kendisi araştırmanın tam da merkezindedir. Bu, soruşturmayı yapanın kendisidir. İşte bu yüzden felsefeyi bir bilim olarak kabul etmeyen Heidegger, onu destrüksiyona tabi tutularak aşılması gereken metafizik bir gelenek olarak tanımlamayı seçer. Heidegger, düşüncede bilimsel faaliyetin aradığı kesinlik olgusunu aramaz ona göre düşünme eyleminde zaaf olarak görülemeyecek bir muğlaklık mevcuttur ki zaten düşünce bu veçhesiyle dönüştürücü ve kurtarıcı bir güce sahiptir. Bilimin her disiplini nesneyi ayrı ayrı incelerken onun “varlığının” yapısıyla ilgilenmez yani bilim denizin içindeki tuz oranını bilir ama yeryüzünde deniz niye var diye bir açıklama yapmaz. İşte Heidegger, bilimin bu anlayışına dünyayı insanın gözünde “çerçeveleme” (gestell) der. Bu durum, yeryüzünü insanın gözünde bir tabloya çeviren şeydir. Ve insan o tabloyu fetih ettiği sürece hâkim güç olarak kendini konumlamaya devam edebilir.

ŞEYLERİN KENDİSİNE GİDELİM

İnsanla bilim arasındaki ontolojik ilişkiyi böyle tanımlayan Heidegger bilimin nihai işini olgular olarak görürken düşünceye varlığın anlamıyla uğraşan şey başka bir konum verir. Var olanların belirişinin öznenin bilincinde değil, varoluşta, tarihte, olayın kendisinde bulunan a apriori koşullarını inceler ve bu incelemenin duygulanımlarla iç içe olduğunu savunur. Heidegger’e göre bizler gündelik yaşamda varlığı anlar ama onu açıklayamayız. Yaptığımız tek şey “dir”, “dır” ekleri ile bir tanımlamadan ibarettir. Dünya yeşildir, der ama yeşil nedir sorusuna cevap veremeyiz. İşte Platon’dan beri tüm büyük filozofların uğraştığı temel şey bizim bazı şeyleri açıklamakla ilgili yaşadığımız şaşkınlığın nereye kadar giderilebileceğidir. Ve tam da burada felsefenin bir alt dalı olan fenomenoloji devreye girer. Fenomenolojinin kurucu babası sayılan ve aynı zamanda Heidegger’in de hocası olan Husserl fenomenolojiyi “haydi, şeylerin kendisine gidelim” çağrısı ile yapmıştır.

Bu düşünce şeklinin (Fenomenoloji) en önemli iddialarından biri, “şeyin kendisi”nin görünüşün ardında kalan, bizim hiçbir zaman ulaşamayacağımız bir varlık, bir öz olup olmadığı yönündedir. Husserl’in fenomenolojisi varlığın kendisini kendisi olarak gösterdiğine inanır ve fenomenolojinin asıl sorununu, varlığı çarpıtmadan onun bilince kendini nasıl veriyorsa öyle alımlaması olarak görür. Dolayısıyla, esas meselesi, bilincin ona kendisini veren varlıkla ilişkisini nasıl kurduğudur. Heidegger ise fenomenolojiyi yeniden düşündüğü yıllarda, varlığın kendisini bize zaten verdiğini, fenomenolojinin esas sorununun varlığı görmenin doğru yolunu, yöntemini bulmak olduğunu tümüyle reddeder. Heidegger’e göre bize belirenler var olanlardır, var olanın varlığı, hatta varlığın kendisi ise belirmez. Var olanın nasıl belirdiğini araştırmak için var olanın varlığını kurucu öğelerine çözümlememiz gerekir. Böyle bir çözümleme yaparak örneğin bir masanın ne olduğunu, onu masanın yapan şeyin ne olduğunu anlayabiliriz ama masanın bize masa olarak belirmesinin koşulunu tüm hakikatiyle kavramış olmayız. Bunun için, varlığın kendisini nasıl anladığımızı da açıklayabilmek gerekir. İşte Heidegger için felsefenin asıl sorunu budur.

Heidegger bu düşünce yöntemiyle Husserl fenomenolojisinin özneyi veya bilinci felsefenin temeli olarak gören modern çağa ilişkin Kartezyen varsayımlarından kurtulmak istemektedir. Fenomenolojiyi bir bilinç felsefesi olmaktan çıkarıp daha kökensel, daha ilksel bir biçimde yeniden ele almak gerektiğine inanır. Bunu açıklayabilmek içinde varlığın tarihini açıklamaya çalıştığı zamanlarda varlığın unutuluşunun biz insanların zayıf hafızalarının sorumlu tutulamayacağını, olsa olsa varlığın kendini geri çekmiş olabileceğini söyler. Ona göre Varlık’ ta örtüsünü açma ve örtülme faktörleri eş derecede temellidir. Heidegger, bu şekilde düşünerek varlığın zamanın ufkunda bir anlam taşıdığı sonucuna varır. İşte belki de Heidegger’in düşüncesinin en çığır açıcı taraflarından birisi budur: O, fenomenolojinin a priori ve aşkın özlerini dönüştürür ve ona yepyeni bir anlayış getirerek özleri “zamansallık” olarak yorumlar.

Heidegger bir şeyin varlığını onun zamansal karakterini, yapısını çözümlemek suretiyle anlayabileceğimize kanaat getirir.

VARLIĞIN KENDİSİNİN BİR ZAMANSALLIĞI VAR MI?

İnsanı varlığı anlayan ve var olan olarak (Bu tanıma Dasein, diyecek) tanımlayan Heidegger bu yeni tanım eşliğinde Zamansallık ve var olanların varlığı çözümlemesini yapar.  Bu anlamda “Varlık ve Zaman” kitabı yalnızca Dasein’ın varlığını yorumlamaya yaramaz. Kitap bizi varlığın kendisinin bir zamansallığı olup olmadığı sorusuna yöneltir. Bu soru yarım kalmış bir proje olan Varlık ve Zaman’ın elimizde bulunan kısmında tartışılmamıştır fakat projenin bütünsel planına aittir ve fakat kitap tamamlanamamıştır.

Varlık ve Zaman varlığın anlamı sorusunu yeniden sormanın gerekliliğini vurgulayarak başlar. Fakat “varlık” sözcüğünü Heidegger nasıl kullanmaktadır? Varlık ve Zaman, Sein (olmak) ile seiende (olan, var olan) arasında bir ayrım yapar. Sein bir fiildir, oysa seiende bir addır. Heidegger varlığın (Sein) bir var olan (das Seiende) olmadığını ısrarla vurgular. Türkçe “varlık” sözcüğünde bir muğlaklık vardır, tek bir varolandan bahsederken bu sözcüğü kullanabiliriz. Heidegger’in dilinde bu kullanım “varolan”a (das Seiende) karşılık gelir. (yettim,, yettim , şunu diyor : felsefe de bir ağacın ne olduğunu sorduğumuzda onu o yapanı , yani özünü ararız. Yani felsefede ağacın varlığı tek bir ağaç değildir. Söz konusu o varlık tüm ağaçların ne’liğini açıklamaya yarayan tümel bir varsayımdır.)

Varlığın anlamları ile ilgili tüm bu ayrımları yapan Heidegger için varlığın anlamını zaman olarak yorumladığını söyleyebiliriz. Heidegger’in kafasındaki Varlığın zaman olarak belirlenimi çerçevesinde düşüncelerini üç döneme ayırmak mümkündür:

  1. Dönem: Heidegger Varlık ve Zaman’da varlığın anlamını, zamanı, Dasein’ın varoluşunu yorumlamak suretiyle elde ederek açıklayabileceğini düşünür.
  2. Dönem: Genellikle kabul gören bir okuma geleneğine göre, 1935’le birlikte Heidegger’in düşüncesinde bir dönüşüm, bir dönüş meydana gelmiştir. Artık Heidegger varlığın anlamından değil, varlığın çeşitli çağlarda kendisini nasıl açığa vurduğundan (varlığın hakikatinden) bahseder. Burada varlık tarihinin yorumlanması, varlığın zamansallığı söz konusu olur. Bu dönemde Heidegger, “Dasein” terimini kullanmak yerine, “Menschentum” terimini kullanmakta, yani bizim kendisi olduğumuz varlığı, bu kez varlığın kendisini bir çağda belli bir biçimde açığa vurmasıyla bir durumda bulunan bir topluluk, bir kolektif arak ele almaktadır.
  3. Dönem: Varlığın olay karakteri. Olayın (ereignis) varlığın yeri olarak düşünülmesi. Bu dönemde Heidegger, “olayın” bağlılaşığı olarak “düşünme”yi kullanır. Fenomenolojinin öznelciliğine karşı ilk dönemde geliştirilmiş olan Dasein terimi hâlâ öznelci, hümanizme karşı geliştirilen Menschentum terimi de hâlâ hümanisttir. Bu dönemde Heidegger’in bu döneminde dilin varlığını yeniden düşündüğünü ve şairlere döndüğü düşünülmektedir.  Kısaca denebilir ki Heidegger Husserlci anlamda aşkın fenomenolojiden üç adımda uzaklaşır: Bu uzaklaşmanın ilk adımı Varlık ve Zaman’dır. Burada Heidegger bir bilinç felsefesinden varoluşsal bir fenomenolojiye geçer. Bu varoluşsal fenomenoloji veya Dasein analitiği aşkın ve a priori ögelerin bulunduğu bir temel ontoloji olarak nitelenir. 

İNSANDAN ÖNCE OLUŞMUŞ BİR VAR OLUŞ

Heidegger’ın varoluşçu düşüncesine göre, insan bu dünyaya öylece fırlatılmış yani bırakılmıştır.  Bu bırakılmışlık fikri birkaç yönden varoluşçu felsefenin temel argümanlarını sürdürür ve derinleştirir. Var oluşa bırakılmışlığı ile insan kendi varlık’ını oluşturma özgürlüğüne zorunlu kalmıştır.  Ama başlangıçtaki, bırakılışın kendisi bir özgürlük yokluğudur. Bu durumu takip eden diğer özgürlük yokluğu ise varlığın ölümünün kaçınılmazlığıdır.

İnsan, kendinden önce oluşmuş olan bu varoluşun ortasına birdenbire öylece, orada-bir-varlık-olarak (Dasein) atılır. Bu durum bir tercih ya da seçimin sonucu değildir. Ve insan, bu bırakılmışlık içinde tercihler ve seçimleriyle kendi yaşamını ileriye doğru kurmak zorunda kalır. Burada zorunlu bir özgürlük deneyimi söz konusudur. İnsan kendi varlığını gerçekleştirmek üzere sürekli seçimler ve tercihler yapmak durumundadır ve özgürlüğünü mecburen ta ki ölene kadar gerçekleştirmek zorundadır. Tam da bu sebepten dolayı ölüm fikri Heidegger’in felsefesinde önemli bir yer tutar. İnsanın bu dünyaya bırakılmışlığında bildiği tek kesin bilgi onun varlığının ölüme yazgılı olduğudur   ve var oluşunu buna göre gerçekleştirmelidir.

VARLIK VE ZAMAN’I ANLAMAK NEDEN BU KADAR ZOR?

Ününü anlaşılması zor olan yanından alan “Varlık ve Zaman” kitabını anlamak, (aslında Martin Heidegger’i anlamak) için onun felsefe tarihindeki konumunu belirlemek için ondan önceki felsefî gelişmeleri de anlamak gereklidir. Çünkü özellikle Descartes’la başlayan felsefe ve sonraki gelişmeler varlık bağlantısı içinde yorumlanmalıdır. Descartes’ı modern felsefenin kurucusu ve babası yapan nedir? Descartes felsefesinde ne vardı ki felsefenin akışı ve bakış açısı değişti? Niçin modern felsefeyi Descartes’la başlatıyoruz da Bacon, Galileo, Kopernik ya da Kepler’le başlatmıyoruz?  Bu soruya hepimizin yanıtı tek kelimeyle “cogito” teorisidir. Çünkü Descartes sonrası tüm filozoflar felsefenin temeline cogito’nun değişik formlarını koyar şekilde felsefe yapmaya başlarlar. (Spinoza Leibniz, Locke, Hume, Berkeley, Kant,Hegel, Husserl) Heidegger’in hadi bunu bir sorgulayalım dediği bu geleneği ilk defa cesurca tartışan ve reddeden son Batı metafizikçisi Nietzsche’dir.

Descartesci anlamda Cogito teorisini ve özellikle de Kant’ı takip edenler felsefelerini hep “neyi bilebiliriz?” ve “bilimlerin temelleri nelerdir?” gibi soruları sorarak, temelde epistemolojiyle ya da bilgi kuramıyla ilgilenmişlerdir.  Heidegger ise epistemolojiye karşı durur. Ona göre  bilgi kuramı sürekli bıçağını biler, fakat bir türlü işe başlayamaz. Bilgi, özellikle bilimin sistematik bilgisi bir taraftan bilen, diğer taraftan hakkında bilinmek istenen obje ya da objeler alanı arasında bir bağlantıyı içerir fakat bu arada bir şeyi unutur: Zaman. İşte Heidegger Cogito’nun tüm formlarında zamanın göz ardı edildiğini vaaz eder. Çünkü “zaman” cogito’nun içine ya da cogito’nun dışına konulmuştur ve  hiçbir biçimde, zaman ve cogito birlikte kavranılmaya uğraşılmamıştır.  

Heidegger, düşünceye zamanı monte etmekle işe başlar. Çünkü cogito teorisinde zamanın olmayışı Dasein’ın kendisini gizlemesi, üstünü örtmesi ve kendisini yanlış yorumlamasından başka bir şey değildir. Ve eğer bu böyleyse o halde “Varlık’ın anlamı” yeniden sorgulanmalıdır. (hooppalaJ ) Heidegger’e göre, ilk defa Kant, cogito’yu zamanla birlikte ele almıştır fakat Kant’ta  kartezyen geleneğe olan aşırı sadakati sonucu zamanı, “Varlık’ın anlamı” olduğunu görememiştir.  

“Anlama epistemolojik değil, ontolojik bir biçimde açıklanabilir.”

Kant sonrası felsefeler, cogito’nun değişik formlarını ele alıp açıklamaya devam ettiler. 19. yüzyıl felsefe akımlarından Alman romantiklerinin temsilcileri Fichte, Schelling ve Hegel cogito merkezli kuramlarını iyice kavramlaştırıp, soyutla*** “Varlık’ın anlamını” mutlak tinde aradılar. Zamanı da mutlak tinin açılımında ortaya çıkan tarih kavramıyla açıkladılar ama çözüm bu da değildi.  Heidegger, Varlık ve Zaman’da, Dasein varlığı anlayan, varlığın anlamı sorusunu soran bir var olan olarak diğer var olanlardan ayırır ve “Anlamak nedir?” sorusunu epistemolojik bir tarzda bilincin bir yetisi olarak tarif etmez.  İnsanda, anlamak yani anlama bilme kapasitesi olan bir öznenin zihninde meydana gelen bir hâl, bir olay, bir sentez değildir, Dasein’ın temel hali olan “dünyada olma”nın (In-der-Welt-Sein), “orada olma”nın kurucu bir ögesidir. Başka deyişle, anlama epistemolojik değil, ontolojik bir biçimde açıklanabilir. Anlama dünyadaki varoluşumuzda, orada olmada meydana gelir. Anlamanın ne olduğunu, eski ontolojik varsayımları bir yana bırakarak yani, varlığımızı ontolojik olarak yepyeni bir tarzda ele alarak açıklayabiliriz. Bunun için de bir Dasein analitiği yapmak, yani Dasein’ın varlığını çözümlemek gereklidir. (Tekrar hatırlatmak istiyorum Daisen Almanca’da gündelik dilde herhangi bir varolanın orada var olduğunu anlatmak için kullanılabilecek bir sözcüktür.)

Daisen varlığının temel hali “dünyada olma”dır. Varlık ve Zaman’ın “açıl susam açıl” denince açılan kapısıdır sanki bu. Heidegger, onun bütünsel yapısını üç veçheden seyredebileceğimizi söyler. Birinci veçheden baktığımızda dünya”nın fenomenolojik bir tarzda betimlenmesiyle karşılaşırız. İkinci veçheden baktığımızda Dasein’ın kim olduğu sorusunu tartışırız. Üçüncü veçheden baktığımızda ise Dasein’ın “orada”sını kuran egzistansiyalleri (anlama, duygulanım, konuşma) açımları kavrarız. Tüm bunların sonunda ise Dasein’ına varlığının birliğini veren şeyin “ilgi” (cura) olduğunu anlarız. Dasein’ın dünyaya içre olanlarla ve başka Dasein’larla ilişkisinin, onlara yönelişinin ontolojik temeli, ilgidir. Böylece, modern felsefenin yaptığı ve bugün de devam eden bir hatayı ifşa eder, kendimizi “bilen özne” olarak tasarlama hatamızdır bu.

DASEİN, BİR VAROLANDIR

Her Dasein, kendini dünyaya atılmış halde bulur, yani doğar ve kendimizi bazı imkânların içinde buluruz. Anne babamızı biz seçmeyiz, nerede doğduğumuza, ailemizin ekonomik koşullarının nasıl olacağına, hangi millette, dinsel, etnik grupta doğacağımıza da biz karar veremeyiz. Bizler kim olduğumuzu bile bilmezken bu verili düzenin içine atılmışızdır ve içine atıldığımız imkânları anlamak geleceğe ilişkin yeni imkânlar tasarlamanın koşuludur.  Dasein fenomenolojik çözümlemeye kendisini ilkin ve çoğunlukla gündelik hayatında gösterir, o hâlde “gündelikliği” içinde incelenmelidir. Heidegger Varlık ve Zaman’da “insan” terimini kullanmaktan kaçınır, bunun sebebi yaptığı Dasein analitiğinin bir felsefi antropoloji olmadığını düşünmesi ve hümanist metafiziğin kavramlarını kullanmak istememesidir. O  “Dasein nedir?” yerine “Dasein kimdir?” diye sormak yeğler. Dasein bir varolandır, der.  Ne kuramsal tavırla yaklaşıp baktığımız, seyrettiğimiz bir varolanın varlığı ne de kullandığımız bir aletin varlığı, onun varlığını anlamada bizim için model oluşturabilir çünkü o, bizim kendisi olduğumuz varolandır.

Onu diğer varolanlardan ayıran şey, varlık sorusunu sorabilmesidir. Zaten bu soruyu sorabiliyor olması, onun varlığı anladığını gösterir. Ancak burada “anlamak”, Dasein’ın varoluşunda varlıkla kurulan bir ilişkiden başka bir şey değildir. Anlama Dasein’ın varlığına ait olduğu için bu ilişki de onun varlığına aittir. Heidegger’e göre bir şeyi anladığımızın göstergesi, onu açıklayabiliyor olmamız değildir. Anlama açıklamanın bir önkoşuludur ancak Dasein henüz açıklayamadığını da anlıyor olabilir. Heidegger bunları anlatırken her yorumun bir anlamayı açımladığını da sık sık vurgular. Anlama, Dasein’ın kendi imkânlarını anlaşılması hedeflenen her neyse ona fırlatmasıyla meydana gelir. Dağarcığımızdaki imkanlar, geçmişten beri görüp anladıklarımız, dünyaya ilişkin deneyimlerimiz, zaten bizde varolan kanılar, bilgiler vs., anlaşılacak olanla ilişkiye girerler, onun ne olduğuna ilişkin bir tahmin oluşmasını sağlarlar fakat burada anlaşılacak olanın kendini göstermesiyle bu dağarcığın sorgulandığı ve daha önce anlamayı belirleyen imkânların geri çekilip yerine yenilerinin geçtiği bir harekete de girilebilir. Örneğin bir insanla yeni tanıştığımızda ona birtakım imkânlar yansıtmaktan, onu şöyle veya böyle sanmaktan, kendimiz gibi düşünmekten başka bir şey yapmıyor olabiliriz. Böyle olsa bile, onun davranışları ve sözleri bizi, onu anlama biçimimizi yenilemeye, ona yeni imkânları n kurduğu tahminlerle yaklaşmaya sürükler.

“Eğer anlamak için hangi imkânları kullandığımız konusunda eleştirel bir açıklığa sahip değilsek anladığımız şeyi açıklayamayız. Açıklamak, anlamanın işleyişinin sarih hâle getirilmesidir.”

Heidegger’e göre duygulanım ile anlama iç içe geçer; bunlar aslında aynı şeylerdir. Sevinç, hüzün, sıkıntı, endişe gibi duygulanımların içinde bize dünyanın kendisi ve bu dünyada nasıl olduğumuz, dünyadaki hâlimiz bize verilir. Çoğunlukla bu hali açıklıkla ifade edemeyebiliriz. Örneğin ekonomik bir kriz yaşayan, ülkeye gittiğinizde sokaklarda umutsuzluğu hissedersiniz. Bu duygulanım diğer insanlardan ayrı bir kişi olarak sizde değil, şimdi sizin de kısmen ait olduğunuz oradaki dünyada olmaktadır. Duygulanımın insanların ilişkilerine, eşyaların oluşturduğu anlam bütünlüğüne, mekâna nasıl sindiğini ise bize edebiyat anlatır.

Her duygulanımın bir anlaması, her anlamanın da bir duygulanımı vardır. Duygulanımın ilginç yanı, kendimizi onun içinde bulma halimizdir. Başlangıcını veya sonunu biz tayin edemeyiz. Hatta çoğu zaman bir duygunun nereden çıktığını ve ne zaman biteceğini bilemeyiz. Ancak bir kez bir duygulanım yaşıyorsak, yani bir hâldeysek dünya bize kendisini o duygulanımın tonunda açar; kendini belli bir tarzda anlaşılmaya sunar. Örneğin sevinçli ve mutlu isek dünyada karşılaştığımız her varlığa olabildiğince olumlu yaklaşma eğilimindeyizdir. Bununla birlikte, Varlık ve Zaman’da Heidegger’in özel bir önem verdiği hatta temel bir duygulanım olarak gördüğü hal endişedir. Heidegger endişeyi bir şeyden korkma duygusundan tamamen ayırır. Varlık ve Zaman’da Dasein’ın sebepsiz yere endişe yaşamasını onun sonlu yani fani bir varlık olduğunu bilmesine bağlar. İnsan endişe hâlinde dünya anlamını kaybeder çünkü endişe, Dasein’ı kendi ölümlülüğünü hatırlatan duygudur. Dasein bu ölüm düşüncesinden ancak onu unutarak bu dünyaya tutunabilendir. Dasein gündelikliğinde dünyadaki meşgalesine kapılmış, kendisini kaybetmiştir.

SEÇİMLERİMİ BAŞKALARININ NE DİYECEĞİ NE DÜŞÜNECEĞİNE GÖRE Mİ YAPIYORUM?

Heidegger insanın gündelik hayatında anonim varoluşa kapıldığını, kendisi olmadığını saptar. Dünyada ne yapacağım, kim olacağım? Hangi imkânların benim kendi imkânlarım olduğuna, hangi imkânların aslında benim imkânlarım olmadığına nasıl karar vereceğim? Heidegger, işte bu soruları Dasein dünya da kendini “elalem”in anonimliğinde kaybetmiş olduğu için sorduğunu iddia eder.  Günümüzün iletişim teknolojileri ise bu anonim varoluşu daha yüksek bir boyuta taşır. Kanaatlerimiz hâkim söylem tarafından üretilir, yönlendirilir ve bu anonim varoluşta dasein sadece tüketici konumuna indirgenir. Artık o kendini neyi tüketebildiği ya da neyi tüketemediğine göre anlar ve değerlendirir. Eğitimi, toplumsal statüsü, bankadaki parası, akrabaları, başarıları veya başarısızlıkları toplum tarafından belirlenir. Ama tüm bunlar onu kendisi yapmaz, hatta bunlar Dasein’e kendimi kaybettirmenin yollarıdır. O halde Dasein nasıl kendisi olur?  Kendisine has imkânlar hakkında sahih bir kavrayışa nasıl sahip olur? Heidegger’in Varlık ve Zaman’da buna verdiği yanıtta, Dasein’ın varlığının diğer bir kurucu ögesi, “ölüme doğru olmak” (Zum-Tode-Sein) önemli bir rol oynar. Ölüm imkânıyla ilişki kurmak son derece özgürleştirici olabilir, önermesini sunar.  Çünkü Dasein bu ilişkiyi kurar kurmaz aslında neyin onun için neyin önemli neyin ise önemsiz olduğunu anlamasını sağlar.  Neden vazgeçmesi ve neyin peşinden gitmesi gerektiğini fark etmesinin yegâne yolu budur, der.

Heidegger’e göre Dasein’ı diğer varolanlardan ayıran şeyin, onun varlığının kurucu ögesi olan anlama yetisi olduğunu, düşündüğünü belirtmiştim. Yani Dasein “benim”dir, yani hep bir “ben” veya “sen”dir.  Ancak gündelikliğinde Dasein kendinden kaçar, kendisi olma imkânı ise ona yalnızca endişe halindeyken açılır. Dasein’ın bir şeyi gerçek anlamda anlaması demek, öncelikle onun dünyadaki imkânlarını anlaması demektir. Heidegger’e göre Dasein kendi olanaklarını anlamak koşuluyla varlıkla ilişki kurabilir. Varlıkla ilişki kurmanın yolu ise anlamadadır. Varlığın anlamını bulmak için kendi dünyasında yaşayan Dasein’ın imkânlarını nasıl fark ettiğini ve kullandığını tespit etmek yetmeyecektir. Anlamanın bireyi ve içinde yaşadığı tekil toplumu aşan bir tarihselliği olduğunu da göz önüne alması gerekir. Bugün neyi nasıl anladığımızı, niye öyle anladığımızı temelden bilebilmek için insanlığın tarihini, varlığı anlamaların birbirine sıkı sıkıya örüldüğü ve birbiri sayesinde geliştiği varlık tarihine girmemiz gerekmektedir. Varlık ve Zaman’ın bir kısmı olarak tasarlanan destrüksiyon tasarısı işte bu zorunluluktan kaynaklanır.

Varlık tarihinin yıkıldığı ve başka bir biçimde ifade edilirse yeni bir varlık kavrayışının ortaya çıktığı bu süreçte Heidegger, bir yandan varlığın anlamının yeniden kavramasına, öte yandan da insanın yeniden kavranmasına yönelmiş olmaktadır. Fundamental ontoloji olarak da adlandırılan bu yöntem, Dasein’ın, insan varlığı’nın ele alınmasıyla başlar. Dasein, belli sistematik sınıflamalarla kavranmaya çalışılan insandır. İnsan bu biçimde ele alındığında, sanki olmuş bitmiş ve sınırları belli bir varlık olarak görülmekte, onun ne’liği ortaya konulmaya çalışılmış olmaktadır.

“İnsan bir şey değil, bir imkândır. O, olduğu şeylerin hepsi olmakla beraber, geleceğe yönelik bir imkân varlığıdır. Bu bakımdan belli bir şey olmaktan ziyade, olmak imkânı olarak, bütün olmaların kaynağı olarak görülmelidir.”

Heidegger’in yöneldiği bu araştırma ve soruşturmanın belirgin bir yöntemi vardır. Bu yöntem, fenomenolojiden alınmıştır. Fenomenolojik yöntemin kullanılmasıyla bütün bir varlık tarihinin eleştirilmesi ve tahrip edilmesi, varlığın belli bir biçimde anlamı bakımından kavranmasına olanak tanırken onu ise içinden çıkılamaz karmaşıklıkta bir şeyler teklif eden bir düşünüre çevirirJ  Oysa Heidegger’in önerdiği inceleme biçimi geleneksel metafiziklerin temel sorusu olan ‘Varlık nedir?’ yerine, ‘Varlığın anlamı nedir? sorusunu sormakla elde edilebilecek basitliktedir. Ve esas amaç, bütün bu etkinliğin merkezinde bulunan insanın kavranmasıdır. Başka bir ifadeyle, insanın kendi kendisini doğru bir biçimde kavramasının imkânını araştırmaktır. Benim onu kavrayabildiğim kadarıyla Heidegger, belli kuramlar veya anlayışlar bakımından dünyadaki sorunlara bir yanıt üretmek adına değil insana kendi yapısını kavratmak adına felsefe yapan bir filozoftur. Çünkü son tahlilde en önemli yönleriyle varlık kipimizin belirli öğeleri var ve bunları açıklarken de geçmiş, şimdi ve gelecek zamana karşılık gelen referanslar aracılığı ile düşünebilme yetimizi kullanabiliyoruz. O halde varlık gerçekten de zamandır çünkü biz ona tabiiyiz.

Yaşarken hepimiz, bilinmesi olanaksız bir geleceğin, sonuçları hakkında emin olamayacağımız şu anının seçimlerinin baskısı altındayız, hissettiğimiz bu ontolojik  baskıdan dolayı da  suçluluk, endişe ve kaygı hissediyoruz. Hayatlarımızın, metafizik bir nedeni ya da temeli ve bir anlamı olması arzusundayız ancak, bunların nesnel olarak var olduklarından emin olamıyoruz. Eğer yoksalar, hayatlarımızın nihai olarak hiçbir anlamı olmayabilir ki bu seçenek saçmalığı ise yaşamı anlamsız bir hale sürekler. Aksi halde ise sahip olduğu anlam yalnızca bizim verdiğimiz bir anlam kadar olabilir. Gelecek ay görüşmek üzere, sevgiler.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

eftalya-koseoglu
MSM konservatuarı Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Mezunu. Reklam sektöründe yaratıcı yazarlık ve prodüktörlük yaptı. New York Film Academy’de Senaryo Yazarlığı ve Yönetmenlik Eğitimi aldı. Halen akademi dışı felsefe eğitimi almaya devam ediyor.
Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.