Varoluşcu Felsefe denilince akla gelen ilk filozofların başında yer alan Jean Paul Sartre, sadece bir filozof değil aynı zamanda bir edebiyatçıdır da. Romanlar, oyunlar yazmış, edebiyat eleştirileri yapmış ve hayatı boyunca hep eylem içinde olmuştur. Yani o yalnızca varoluşçuluk akımı adına önemli bir yer tutmakla kalmaz, aynı zamanda 20. yüzyılın aydınına dair model oluşturur. Onun politik analizleri sayesinde (söz gelimi Cezayir ve Vietnam Savaşlarına karşı çıkışlarında somutlaşan eylemciliği) uluslararası olayların akışına etki etmiş devrimci bir düşünür olarak anılmasına yol açar.
Varoluşçu düşünce pratiklerinin yanı sıra zamanının hâkim teorilerine meydan okuyan, Marksizmi yeni baştan şekillendirmeye çalışan, Freud’un kişileri anlama tarzını gözden geçiren bu bilge adam felsefi olarak insan varlıklarının doğası ve gündelik hayatıyla ilgili her şeyi detaylıca ele aldığı eserler üretmiştir. Hatta öyle ki onun edebi eserleri politik sorunları ele aldığı kuram kitaplarıdır, diyebiliriz. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği, Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler ve Duvar adlı eserleri onun tüm kuramlarını olay örgülerine yedirerek tasarladığı metinlerdir. Bu çok yönlü doğası sayesinde heybesinde birçok sıfat taşıyan Sartre kimileri için oyun yazarı, romancı, biyografi yazarı, eleştirmen kabul edilse de yakın felsefe tarihi açısından yeri yadsınamayan bir düşünürdür. Ontoloji, antropoloji, siyaset felsefesi, estetik, psikoloji, etik, tarih felsefesi hakkında önemli eserler veren Sartre için 20. Yüzyılın bu kadar çok alanda faal olmayı başaran tek filozofudur demek mümkündür. Batı felsefe geleneğinde filozoflar genellikle siyasi gündeme karşı mesafeli bir tavır almayı tercih ederek, kendilerini mekândan ve zamandan bağımsız, evrensel olarak geçerli hakikatleri bulmaya adamışlardır. İşte Sartre onlardan bu konuda ayrılarak bu geleneğe uymaz. Bu tavrıyla da o yeni bir filozof kimliği, hatta bambaşka bir entelektüel tip yaratarak çığır açar. Onun yarattığı bu tipin politik bir ajandası vardır, bu ajanda onu dünyadaki sorunlara etkin bir biçimde tepki göstermeye, olayların içine girmeye, onlara “angaje” olmaya yöneltir. Ahlaki ve siyasi olarak belirlenmiş bir hedefe ulaşmak için çabalayan bu “angaje entelektüel” tip ise haliyle felsefeyi hayattan ayırmaz. Sartre, kamusal tartışmalara, gösterilere, mahkemelere, grevlere katılır. Amerika’nın Vietnam ve Fransa’nın Cezayir savaşlarına muhalefet eder, toplumda marjinalleştirilen, ezilen, zulüm gören kesimlerin yanında olur, sınıfsal sömürüye, sömürgeciliğe ve ırkçılığa karşı büyük mücadeleler verir. Bu konuda öylesine sahicidir ki 1963’te ona Nobel ödülü verilmesine rağmen bu ödülü almayı reddeder. Tüm bu davranışlarından dolayı da dünya halkları tarafından “Fransa’nın vicdanı” olarak nitelendirilir. Bugün bile Sartre’dan yalnızca savaş sonrası Fransa’nın değil, “çağının vicdanı” olarak söz edilir. Yaşamının ortalarına doğru yaşadığı göz probleminden dolayı politik etkinlikleri yavaşlasa da yine de her zaman Batı’nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulunmaya devam eden bu düşünür insan hakları konusunda her zaman olağanüstü bir duyarlılığa sahip bir insan olagelmiştir. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolü konusunda hem teorik hem de pratik olarak örnek oluşturan bu düşünürün siyasal aktifliği onun edebi ve felsefi yönünü gölgelemez. Sartre yakın tarihin en itibarlı figürlerinden birisidir.

NE DİYOR BU ADAM?
Sartre’ın felsefi yolunu çizen en temel sorun, özgürlüğün olgusallıkla ilişkisi sorunudur. Bu düşünsel yolculuğun ise üç uğrağı vardır: Birinci uğrakta sorun bilincin dünyayla ilişkisinin ne olduğu sorunudur. Sartre işe bu durumun yapı sökümünü yapmakla başlar.
Bilinci bilinç yapan şeyi yani dünyanın insan zihninde belirmesini “yönelimsellik” olarak açıklar. Bu uğrak, Sartre’ın düşüncesinin kavramsal zemini hazırlanır.
İkinci ve üçüncü uğraklarda temel sorun özgürlük ile olgusallığın ilişkisidir. En önemli eseri olan Varlık ve Hiçlik’te özgürlüğün bize nasıl belireceğini anlatır. Üçüncü uğrakta, Diyalektik Aklın Eleştrisi eserinde özgürlüğün fenomenoloji ile sentezini yaparak özgürlük ile olgusallık ilişkisini tarihsel ve politik boyutlarıyla ele alınır.
Sartre’ın daima etkisinde olduğu düşünür Husserl’in yönelimselliği “Her bilinç bir şeyin bilincidir.” diye tanımlamasına katılır. Ancak yönelimselliğin içine kapalı bir bilincin dışarı çıkması demek olmadığını belirtir. Ve tam olarak burada kendi özgün görüşlerini serimlemeye başlar. Sartre göre bilinçte bir içkinlik yoktur, bilinç olsa olsa bir aşkınlık hareketi olabilir. Bu görüşü yüzünden transandantal bir egonun varlığına da karşı çıkar. Ona göre yönelimsellik sayesinde şeyler ile bilinç tek bir hamlede verilirler. Buna karşın, bilinç, kendi hâllerini incelediğinde daha önce var olmayan yeni bir nesne, bir ego yaratır. Böylece Sartre aslında hem Husserl’i hem de Descartes’i reddetmiş olur.
Sartre, Varlık ve Hiçlik adlı eserine bilinç ile bilincin dışındaki gerçeklik arasında bir ayrım yaparak başlar. Ego’nun Aşkınlığı’nda yönelimselliğin aşkınlık olduğunu ileri sürer. Onun varlıkbilimsel bu yaklaşımı düşünsel güzergâhının çeşitli uğraklarında gelişir. Sartre’ın izah etmeye çalıştığı en önemli sorun bilince birliğini veren özgürlüğün olgusallıkla ilişkisidir. Kafasındaki bu ayırımı madde ile bilinç arasında bir karşıtlık tesis edecek şekilde, esas itibariyle kendinde-varlık ile kendisi-için-varlık olarak terimleştirir ve bu görüşü birbirlerine hiçbir şekilde indirgenemeyen bu iki varlık kategorisinin kendilerine özgü ayırt edici birtakım özellikleri vardır, şeklinde açıklar.

PEKİ NE DEMEK “KENDİNDE VARLIK”?
Sartre’ın varlık teorisinin çok önemli bir kategorisini oluşturan kendinde-varlık kategorisi, nesneler dünyası ile bu dünyanın çok çeşitli unsurlarını meydana getiren nesneleri tanımlayan bir kategoridir. Nesnenin, bilinçten yoksun varlığın, bilincin olumsuzlama faaliyetinden önce farklılaşmamış ve vasıfsız olumluluk olarak çıplak varoluş diye anlaşılması gerektiğini bildiren Sartre, onun kendi kendisiyle özdeş veya her ne ise o olduğunu, gerçekçi ontolojilerde varlığa genel olarak yüklenen özelliklerden yoksun bulunduğunu söyler. Buna göre, o ne ötesindedir ne de edilgindir; olumsuzlamanın olduğu kadar olumlamanın da ötesindedir, başkalığı bilmediği gibi, zamansallığa da tabi değildir. Daha basitçe söylemek gerekirse “Kendi-için-varlık” terimiyle kast ettiği şey bilinçtir. Kendinde-varlık’tan kasıt ise bilincin dışındaki gerçekliğin zeminidir.
İşte onun yönelimselliği çok önemsemesinin altında yatan şey bu ayırımdır. Ona göre, yönelimin yöneldiği şey bilinçte bir imge, bir temsil değildir. Yönelimsellik bilincin kendi içinde bir ilişki, bilincin aslına ulaşamadığı bir şeyi kendi kendisine temsil etmesi veya sunması değil, mecburen deneyimlemek zorunda olduğumuz bir zorunluluktur. Yönelimselliği Husserl’den yola çıkarak “her bilinç bir şeyin bilincidir” diyerek tarif eder ve bu durumu şöyle açıklar: Yönelimsellik, bilincin dışarı doğru hareketi, yani “aşkınlık” tır. Onun sayesinde biz dünyada, güneşin altında, yolun kıyısında, tozun toprağın içinde yani dışarıdayızdır. Ama burada söz konusu olan önce içine kapalı bir bilincin sonra dışarı çıkması değildir. Yönelimsellik sayesinde şeyler ile bilinç tek bir hamlede verilirler: Bilinç her zaman bir şeyin bilincidir, bir şeyin bilinci olmayan bir bilinç yoktur. Öte yandan, şeyler bilince dışsal oldukları hâlde rölatiflerdir de. Bunun anlamı şudur: Şeyler ancak bilincin onlara yönelimi içinde bilince belirirler. Yani Sartre’a göre bizi dünya ile ilgili somut şeylere ulaştıran şey yönelimselliktir.
Yönelimsellik bilincin dünyaya erişimidir. Varlık ve Hiçlik’te de bilincin dışarıya, dünyaya yönelimsellik sayesinde çıktığı savlanır. Burada da bilinç aşkın bir varlıkla ilişkidir. Başka deyişle, özne şeyler dünyasını tamamen kurma gücüne sahip değildir. Bilinç dünyayı yaratmaz, dünya zaten bilinçten bağımsız olarak var olan aşkın bir varlık olduğu için bilince beliren şeyin yansımasıdır. Ancak bu belirişin bilinçten bağımsız olmadığını da söylemek lazımdır. Bilinç, yönelimsel olmadan dünyayı tecrübe etmemize yeter sebep değildir. Kısacası, bilinçte bilincin kendisi olmayan bir varlık ifşa olur. Veyahut, bilinç yönelimsellik özelliği sayesinde onu kendisine ifşa eder. İşte Sartre tüm eserleri boyunca bu aşkınlık ile olgusallık arasındaki muğlâklıklığa ışık tutmaya çalışır.
Sartre, zihin veya bilinç ile dünya arasındaki ilişkiyi, özgürlük imkanını, idealizm tuzağına düşmeden koruyabilmek amacıyla, yeni baştan düşünürken, realizm ile idealizmin tam ortasından geçen zorlu bir yol tutar. İdealizmin, kaba maddeselliği ve olumsallığı içinde dünya hakkında -dünyanın, formel ya da özsel veya ideal yapısına karşıt olarak, varlığı veya varoluşu hakkında- hiçbir şey söyleyemeyeceği, Sartre için aşikâr bir şeydir. İdealizmin merkezinde, kendi içinde duyumlar (izlenimler ya da ideler) ihtiva eden bir tür hazne olarak, yanıltıcı bir bilinç görüşü bulunmaktadır. Bilinç ise, ‘bizi kendimizden ayıran, hatta onların gerisinde bir ‘ben’ oluşturacak kadar boş zaman dahi bırakmayan, bağlantılı bir patlamalar dizisine benzer. Bu bütünüyle aktif bilinç, tümüyle ihtiyaridir ve böyle bir bilinç hiçbir şey değildir. O sadece, kendisinin dışına, nesnelere doğru hareket ettikçe, var olabilen bir fenomendir. Varlık ve Hiçlik kitabını işte bu yüzden şu şekilde açar: “bir şey olmayan bilinç, elbette ki hiçbir şeydir”
Bilinç konusunun bu zorunlu yapısından dolayı da insanı özgürlüğe mahkûm bir canlı olarak tanımlar.

SARTRE’A GÖRE İNSAN DOĞASI
Sartre’a göre insan doğasıyla ilgili dinsel olmayan pek çok teorinin bile kökleri dinsel düşünce biçimlerinde yatar, çünkü özün varoluştan önce geldiğinde ya da bir amaçla yaratıldığımızda ısrarcıdırlar. Varoluşun özden önce geldiğini öne sürerek Sartre, tanrıtanımazlığıyla daha tutarlı bir konumda olduğuna inanır. Evrensel ve sabit bir insan doğası olmadığını, çünkü böyle bir doğayı tasarlayacak bir Tanrı olmadığını ifade eder. Sartre burada, bir şeyin doğasını amacıyla tanımlayarak insan doğasının çok özgün bir tanımını da yapar. Filozofların insan doğasında teoloji adını verdikleri -insan varoluşunun amacı anlamında düşünebileceğimiz bir şey- kavramı reddeder. Sartre’ın bizim, yaşamlarımıza anlam kazandırmaya mahkûm türden varlıklar olduğumuzu savunur. Basitçe onun insan doğasıyla ilgili teorisinin anlamı şudur: “Bir amacı öngörecek ilahi bir güç yoksa kendimizi biz tanımlamak zorundayız.”
Ancak kendimizi tanımlamak sadece insan olarak ne olduğumuzu söyleyebilmemiz meselesinden ibaret değildir. Aynı zamanda olmayı seçtiğimiz varlığa dönüşecek şekilde şekillenmemiz meselesidir. Bu da bizi dünyadaki diğer varlık türlerinden farklı kılar; bizler kendimizi ne yapmayı seçiyorsak o olabilen bir türüz. Örneğin bir taş sadece bir taştır, elma yalnızca bir elmadır, değişemez. Ama insan söz konusu olunca onda aktif bir kendini var etme gücü bulunmaktadır.
Sartre’ın felsefesi bizi önceden tasarlanmış insan doğası kısıtlamasından kurtardığı için bir özgürlük felsefesidir. Biz birtakım sınırlandırmaları kabul etmek zorunda olsak da kendimizi şekillendirmekte özgürüzdür. Sartre der ki: “İnsan tabiatı diye bir şey yoktur… İnsan kendi kendisinden yarattığı şeyden başka bir şey değildir.” Sartre tabiatı “insanın varlığı özden önce gelir” formülüyle ifade etmektedir. Bunu söylerken demek istediği sabit ve belirlenmiş bir tabiatınızın olmadığı ve herhangi bir belirli amaç için yaratılmadığınızdır. Yani insan kendine karar vermek zorunda olan bir canlıdır. Onun tüm sorumluğu kendindedir. Yani bizler kendinizden ne oluşturmak istediğinize karar vermek zorundayızdır. Bu anlamda Sartre’a göre İnsanı anlatan tüm zorunluluklar, kalıplaşmış davranışlar, roller, tanımlar veya diğer önyargılar kişi bazında toplumsal bir maskeden başka bir şey değildir. İşte bu yapının içindeki dışa vurulamayan temel, “öz”ü oluşturmaktadır. Bireyin yaşantısının ne olduğu ve nasıl adlandırılması gerektiği “gerçek öz”ü oluşturmaktadır. Böylece insan varlığı, kendi değerlerine ve yaşamının anlamına karar veren ve bunları yaparken ortaya irade koyan yani aslında bir üçüncü kişi gibi davranma kudreti olan bir tasarımdır.
Bu görüşü biraz daha basitçe anlam gerekirse Sartre’ın bu tezine göre, herhangi bir alet, nesne yapacak olsak, önce bu nesnenin nasıl olacağını tasarlarız. Örneğin, bir vazoyu ele alalım. Vazo kafasında bir vazo fikrine sahip olan, vazonun ne için kullanılacağını ve nasıl üretileceğini bilen bir insan tarafından imal edilir. Buna göre, vazo meydana getirilmezden önce, belirli bir amacı olup, bir sürecin ürünü olan bir şey olarak tasarlanmıştır. Özüyle, vazonun meydana getiriliş sürecini ve onun yapılma amacını anlarsak eğer, vazonun özünün, onun varoluşundan önce geldiğini de biliriz. Sartre’a göre, insan söz konusu olduğunda durum böyle değildir. Bizler teolojik bakış açısıyla insanın da bir yaratıcının yani Tanrı’nın eseri olduğunu düşünürüz. Tanrı’yı da vazoyu imal eden sanatçı benzeri belki biraz da doğaüstü bir sanatkâr olarak görürüz. Tanrı’nın insanı yarattığı zaman, neyi yaratmış olduğunu bildiğine inanırız. Sartre ise Tanrı’nın varoluşunu inkâr eden tanrıtanımaz bir düşünür olarak, insanın Tanrı tarafından önceden belirlenmiş bir özü olduğuna itibar etmez. İnsan, yalnızca vardır, kendinden önceki bir modele, bir taslağa, bir öze göre ve belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır. İnsan öncelikle var olur ve kendisini daha sonra tanımlar. Kendini nasıl yaparsa da öyle olur. Fakat o bir taş ya da sopa gibi, basit ve bilinçsiz bir varlık değildir. O, bir taş parçasının her ne ise o olduğunu söyler; taşın varlığı, kendi içine kapanık, kendisinden başka bir şey olamayan varlıktır.

Söz konusu taş parçasının şöyle ya da böyle olmak imkânı yoktur; o, ne ise daima odur yani kendinde bir varlıktır. Buna karşın, insan, kendinde varlık olmak dışında, kendisi için varlığa sahiptir. Yani, insan bilinçli öznedir. İnsanın varlığı bilincinde, kendine dönmekte, kendini bilmektedir. Bundan dolayı, insana önceden verilmiş ve değişmeyen bir öz yüklemek söz konusu olamaz. Bilinçli bir varlık olan insan ne değilse odur ne ise o değildir. Yani, bilinçli bir varlık olan insanda, sonsuzca değişme/dönüşme kapasitesi vardır. Onu hiçbir zaman şimdi olduğu şeyle tanımlayayız. Çünkü onun bilincinin insana kattığı devinim onu tanımladığınız anda, o başka bir şey, başka bir birey olma yoluna sokan şeydir. Bilinci insanı her zaman başka bir şeye, başka bir öteye götürür. Bilinçli bir özne, sürekli olarak bir gelecek önünde duran varlıktır. Bilinç ve özgürlük ise bir geleceğe doğru yöneliştir. İnsan başka herhangi bir şey gibi vardır, yalın bir biçimde oradadır. Bununla birlikte, insan diğer şeylerden ya da gerçekliklerden farklı olarak başka bir oluş haline sahiptir. Bu nedenle, insan şeylerin dünyası ve başka insanlarla farklı ilişkiler içinde olur. Buna göre, bilinç her zaman bir şeyin bilincidir ki, bu, bilincin kendisini aşan bir nesnenin varoluşunu tasdik etmek suretiyle var olduğu anlamına gelir.
BAŞKALARI CEHENNEMDİR
Dış dünya yalnızca bilince, ayrı fakat karşılıklı ilişkiler içinde bulunan şeylerden meydana gelen anlaşılır bir sistem olarak görünür. Bilinç olmadan, dünya yalnızca vardır; o, kendinde varlıktır ve bu haliyle de anlamdan yoksundur. Dünyaya anlamını veren şey bilinçtir. Buna göre, bilinç her şeyden önce, dünyadaki şeyleri tanımlar ve onlara anlam yükler. İkinci olarak, bilinç kendisini aşar, yani kendisiyle nesneler arasına bir mesafe koyar ve bu şekilde nesneler karşısında bir bağımsızlık elde eder. Bilinçli ben, dünyadaki şeyler karşısında bu tür bir bağımsızlığa sahip olduğu için, şeylere farklı ya da alternatif anlamlar yüklemek, bilincin gücü içindedir. Buna göre, insan öncelikle vardır, insanın varoluşu, onun ne olacağından önce gelir. İnsanın ne olacağı, bilincin belli bir mesafeden gördüğü dünya karşısında nasıl bir tavır alacağına bağlı olacaktır. İnsan, bu uzaklıktan, şeyler ve kişiler karşısındaki bu bağımsızlık hali içinde, bu şeylere ve kişilere nasıl bağlanacağıyla ilgili olarak bir tercihte bulunur ki işte bu da etik değerler konusunu ortaya çıkarır. İnsan bir dizi seçim ve karar aracılığıyla, varoluşunu belli bir öze dönüştürme zorunluluğu içindedir. Ve bu durum yani özgürlüğümüz bizlerde onun deyimiyle bir çeşit bulantıya yol açar.
Kendi için varlık, hissettiği özgür eylem gücüyle mevcut durumundan bir bulantı duymaya başladığında gerçek bir uyanış, başka bir değişle farkına varış gerçekleşir. Çünkü insan, öğrendiği değerlerin karşısında kendi başına ve apaçık olarak, başını döndüren bir gerçeklik olgusuyla karşılaşır. Kendi varoluşunun, apriori bir özden yoksun oluşunun, yalnızlığının, başkası karşısında utanmışlığının, dünyada amaçsızca bulunuşunun saçmalığının karşısında net bir biçimde bildiği sonu olan ölüm gerçeğinin verdiği sarsılma Sartre’ın “bulantı” kavramında kendini bulur. Çünkü aslında insana doğmak, yaşamak, ölmek ve eylemek hep saçma gelir. İşte insan böyle bir anda “ötekinin” varlığını hissederek kurtulur. Bu hissediş onun varoluşunu özsel olarak yaşamasını önleyip, onu başkalarıyla birlikte olmaya, toplum içinde yaşadığı gerçeğine götürür. Böyle olunca da insan başkalarının sorumluluğunu duymaya başlar.
Her yerde sık sık duyduğumuz “Başkaları cehennemdir” deyişinin çıkış noktası da budur. Çünkü Sartre’a göre başkası benim özgürlüğümü sınırlandıran mekanizmadır. Bu cümlenin ilk kez kullanıldığı Çıkış Yok’ta izah edilmek istenilen mesele, insanın başkasıyla ilişkide kendini aldatmanın güçleştiği bir sınıra gelmesidir. Başkası kendi kendimi aldattığımı bana ifşa etmek suretiyle, kendimden kaçış imkânımı elinden alır; beni kendimle yüzleştirir ve ben de bu sayede sorumluluk almak zorunda kalırım. Bu zorunluluk ile özgürlük ancak sorumluluk yüklenmekle mümkün hale gelir. Ancak tüm eylemlerinin sorumluluğunu üzerine alabilmiş olan insan özgürdür ve sadece böyle biri gerçek varoluşa sahip olabilir. Bu nedenle tek mutlak değer özgürlük olsa bile, sorumluluğa bağlanan bu özgürlük, katı bir ahlaki yükümlülükleri gerektirir. Onun gözünde doğru eylem, sorumluluğu özgürce yüklenilmiş olan eylemdir. Bununla birlikte, genel geçer ve mutlak bir doğruluğun da olmadığı unutulmamalıdır. Her çağ kendi doğrusunu yaratırken, ahlaklılık da her çağda kendi doğrusunu kuran insanın özgür eyleminde ortaya çıkar. İnsan, geçmişinin ve geleceğinin anlamı için sorumluluk aldığında, geleceğini bilinçli olarak seçtiğinde gerçek bir değere sahip olur ve bu sayede sahiciliğe ulaşır.

YALNIZCA DOĞMUŞ OLMAK DEĞİL AYNI ZAMANDA DA OLMUŞ OLMAK ZORUNLULUĞU
Sartre, sadece varoluşunuzun değiştiremeyeceğiniz birtakım olgularına “gerçeklik” adını verir. O çevrede değil de bu çevrede, o anne babadan değil de bu anne babadan dünyaya gelmişsinizdir. Yani, bu gerçekleri üzerinde hiçbir kontrolünüzün bulunmadığı birtakım şeyler olarak özgürlüğümüz üstüne yüklenen zorunluluklar olarak yorumlar. Oysa bu gerçeklerin siz onlara bir anlam atfedene kadar bir anlamı yoktur. Yani Sartre göre hakiki özgürlük, gerçekliğinize “karşılık veriş” şeklinizle öne çıkar. Misal varlığın içine doğmuşsanız, büyüdükçe bu hayat tarzını devam ettirmenin yollarını da arayabilirsiniz, bu hayattan elinizi eteğinizi çekip rahip de olabilirsiniz, yoksulların hakları için de savaşabilirsiniz. Cinsiyet konusunda da aynı şey geçerlidir. Cinsiyet biyolojik bir gerçektir, oysa gerçekliğin bu kadarı o ya da bu cinsiyetten olmanın ne anlama geldiği hakkında hiçbir şey söylememektedir. Dolayısıyla verili gerçekler hayatınızı nasıl yaşayacağınız konusunda size çok az şey söyleyebilmektedir. Hayatınızdan ne elde edeceğinizi belirlemekte hâlâ önemli ölçüde özgürsünüzdür. Var olmak için tek yapmanız gereken iradenizi hangi gerçek doğrultusunda kullanmaya karar vermeniz ve anlamlı olanın ne olduğunu tespit etmenizdir.
Bana göre özgürlüğü en radikal bir biçimde ele alan filozof olan Sartre tanrıtanımaz doğasından dolayı insanı mazeret kabul etmez bir şekilde, yalnız bırakılmış durumda bulduğundan olsa gerek bu yalnızlığın, anlamsızlığın tek çıkışının özgür seçimler yapmak yoluyla aşılabileceğini söyler. Yani yalnızca doğmuş olmak değil aynı zamanda da olmuş olmak zorunluluğumuzu kavratmaya çalışır. Özgürlüğü yaşam ve var olma edimi olarak tanımlamasının sebebi de birazda budur. Çünkü gerçekten de ilk bakışta bir ereği ya da bir anlamı olmayan hayatlarımıza anlam katacak eylem özgür seçimler yapmak yoluyla değerler dünyası inşa etmekten geçiyor gibi duruyor. Her ne kadar Sartre’ın özgürlük anlayışını kimi çevreler inkarcılık olarak nitelendirseler de aslında onu iyi kavrayan herkes Sartre’da özgürlüğün bireysel sorumluluk demek olduğunu bilir. Çünkü Sartre hesapsız ve keyfi özgürlüğün değil, hülasa aşırı sorumluluğun filozofudur.
Gelecek ay görüşmek üzere.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.