Kurucusu kabul edildiği felsefi antropolojinin yanı sıra fenomenler ve etik konularında yaptığı çalışmalarla tanınan Max Scheler toplum felsefecisi ve bilgi toplum bilimcisidir. Bir toplumu kuran “değerler” kavramının başta dinsel, kişisel, toplumsal, bitimsel, tarihsel yönleri olmak üzere, her birine gereken önemi verecek biçimde ele alınması gerektiğini savunan Scheler hemen hemen felsefesinin tamamında geleneksel filozofların çoğunlukla göz ardı ettiği düşüncenin duygusal temelleri üstüne yoğunlaşmıştır. Filozofun ilksel çalışmaları etik alanında oluşturmak istediği değerler kuramına yönelik görüngü bilimsel çalışmalardır.
İlk çalışmalarında “duygudaşlık” ile “gücenme” duygularının betimlenmesi üzerine yoğunlaşan Max Scheler, daha ziyade form üzerine kurulu Kantçı usçuluğun eleştirisini yapar.
Bu çalışmalarından hemen sonra ise daha geniş, çok daha kapsamlı bir toplum tasarımına odaklanarak modernlik eleştirileri yapmaya yönelir. Yaşadığı dönemde modern bilimin yükselişiyle ortaya çıkan metafizik felsefe sorunları bu çalışmalarının öznesini oluşturmaktadır. Yapıtlarını okuduğunuzda esasen düşüncelerinde çok derin ve hala günümüz için güncel sayılacak iç görülerinin olmasına karşın bu düşünceleri dizgeli bir biçimde sunup sağlam temellendirmeler yapmadığı için bence hak ettiği değere kavuşmamış bir filozoftur. Kant’ın etiğine karşı geliştirdiği etik teorisi insana lazım olan nesnel değerler sıradüzeninin a apriori (doğuştan verili bilgi) duygusal bakımdan kavranmasını amaçlayan bir dizi fikirden oluşur.
Bu fikirleri kısaca özetleyecek olursak Scheler’in etiği özce “kişiselcidir” demek yerinde olur çünkü Scheler “bireyi” “ben”den kesin çizgilerle ayırarak kişisel değerleri her bakımdan üstün kılmaya çalışır.
Bu bağlamda, en üst konuma yerleştirilen söz konusu kişisel değerleri değişik toplumsal etkileşim biçimleri için sunduğu çözümlemelerle ilişkilendirmeye özen gösterir. Felsefeyi özlerin görüsü olarak araştırmayı seven bu düşünürün tanrıya ulaşma çabaları sadece sevgi diyen geleneksel din inancı ile ona us yoluyla ulaşmaya çalışan pozitif bilim geleneğini uzlaştırmaya yöneliktir. Bu uzlaşma içinde duygudaşlığın” temel alınmasını önerir.
“Liberal düşünce sistemi topluma bireyciliği ve bencilce bir değer düzenini pompaladığı için hâkim söylem olması durumunda insan yozlaşacaktır.”
Scheler‘in görüngübilim yönteminin belkemiğini, yaşamında baştan beri hep bulunmalarına karşın bilenden a priori anlamda bağımsız olan özlerin nesnelliği anlayışı oluşturur. Bu anlamda Scheler’e göre, değerler nesnel olmalarına karşın birer öz değildir. Değerlerin nesnelliklerine ancak dolaysız yaşantıda, duygular alanında erişilebilir. Söz gelimi müzikte güzelliği dinlemek salt belli notaları, belli sesleri duymak demek değildir. Scheler bu noktada “değerlemeler” ya da değer bakış açılan ile “değerler” arasında bir ayrıma gider. İlki yani değerlemeler tarihsel olarak göreceli olduğu için değişkenlik gösterebilirken, ikincisi yani değerler bağımsız ve değişmezdirler. Bu düşünme sisteminden yola çıkarak şu önermeyi yapar: aralarında her zaman sıradüzen bulunan dört değer bulunmaktadır. Bunlar haz, canlılık, tin ve son olarak da dindir. Dünyada bu değerlere karşılık gelen, bu değerleri kendisi yaratmamasına karşın keşfetme yetisini kendinde taşıyan çeşitli kişilikler bulunmaktadır. Scheler işte bu insan grubuna “değer keşifçileri” adını verir. Bu insanlar kimi zaman bir kahraman, sanatçı ya da din adamı olabilirler. Scheler “modernlik” kavramının -aslında verili olan- bu sıradüzeni bozduğu için yarayıştan daha ziyade bozguncu bir etken olduğunu söyler ve ekler: “liberal düşünce sistemi topluma bireyciliği ve bencilce bir değer düzenini pompaladığı için hakim söylem olması durumunda insan yozlaşacaktır.”

Nedir Bu Değerler Felsefesi?
Max Scheler‘in değerler felsefesi “yücelik” ve bu kavramın tam tersi olan “alçaklık” içeren sıradüzenli kategorilerin yapılandırılması sonucunda oluşturur. Canlılık içeren tüm varlık türleri, bilinç düzeyleri, değer biçimleri gibi sıradüzen ayrımlarının ayrıntılı açıklamasına Max Scheler’in düşüncelerinin hemen her yerinde karşılaşırız. (Yazının ilerleyen bölümlerinde bende bu konuya kısaca değineceğim.) Scheler’in titizlikle yaptığı bu ayrımlar insanı kavramakla ilgili metafizik bakımdan kilit önemi bulunan tin ile itki arasındaki ayrım üstüne yoğunlaşmış fikirleridir. Bu bağlamda kendi düşüncesinin etik bakımdan “şahsiliğine” sürekli vurguda bulunan Scheler, yöntem olarak ilkece Husserl’in görüngübilim anlayışını benimsemiş olmakla birlikte önemli kimi noktalarda ondan ayrılır.
Etik çerçevesi daha sıra düzenli bir yaşam için öz bilgi, özdenetim ve alçakgönüllülük üstüne kurulu bir etik kültür edinmeyi zorunlu bulduğunu dile getiren filozof, felsefe biliminin de doğasına yönelik olarak tasarladığını söylediği İnsandaki Bengisel Üzerine isimli kitabında bir yöntem ortaya koyar. Scheler, felsefenin baş koşulu olarak “yapılanma bilgisi” diye adlandırdığı tinsel özler ile değerler tarafından yapılanmış olmayı etraflıca açıklar. Scheler için gerçek felsefe her zaman “özler ile değerlerin” bir uzantısı olacak biçimde kendini yapılandırmış tinsel kişilerin, yani gerçek filozofların uğraş alanıdır. Onun bu yargısı aynı zamanda Eski Yunan düşüncesi ile skolastik felsefedeki bilme ediminin bütünüyle bilinen nesneyle girilen paylaşım ilişkisi olduğu yollu tasarımı, o nesneyi değiştirmeksizin o nesneye katılma anlayışını anıştırması bakımından oldukça değerli bir bakış açısıdır. Çünkü onun da dikkatleri üzerine çektiği gibi bilinen nesne bu anlamda her zaman bilenin zihnindedir ve tam da bu yüzden bir uğraş olarak felsefe dünyanın bu simgeselliğinden arındırılması çabası olmalıdır. Max Scheler, şeylere doğal, ben ya da grup merkezli “canlı” yaklaşımımızın canlılığın önemi uyarınca biçimlenen bir bölümleme üzerine bina olduğunu belirtir.
Bu anlamda algı, Max Scheler‘e göre her zaman verili olanın bütünlüğünden ya da toplamından seçilip ayıklanarak belli türden bir “olanaklılık” kazanmaktadır. Söz gelimi nesnelerin algıladığımız yönleri amaçlarımıza bu biçimde uygun olmalarından ötürü nesnenin simgeleri olma işlevini yerine getirirler. Oysaki felsefi bakış ancak özsel doğaya ilişkin bütün kavramların görüntüsünün dışına çıkıldığında “görülebilir olanı görmemize” olanak tanımaktadır. Bu noktada gerek kültürde gerekse dilde verili olarak bulduğumuz doğaya yönelik dünya görüşünün kendi çevremizi denetleyebilmemizin temelini oluşturduğu gerçeğine dikkat çeken Scheler, bu bakış açısından edinilmiş bilginin en az felsefe bilgisi kadar yetkin olduğunu dile getirir. Ancak burada bilginin nesnelerinin insan ilgileri karşısında her zaman için göreliliği söz konusudur. Sözgelimi bilimsel nesneler, bilimsel etkinlik doğası gereği insanın olağan duyu alanının sınırlarını aşarak insan ilgisinin kapsam alanını genişlettiğinden dolayı, ancak kendilerine bu türden bir ilgi doğrultusunda yaşamayı seçmiş bilim adamlarının yaşam ilgilerine göredir. Söz konusu bilimsel düşünme olduğunda olağan bakış açısı da ister istemez başka türlü işler.
Bilgi çeşitlerini felsefe bilgisi, bilimsel bilgi ve görece daha önemsiz öteki bilgi çeşitleri olarak ayıran Scheler’in üstünde özellikle durduğu bu yüzden de kimi çevrelerce Katolik Nietzsche olarak anılmasına yol açan “kurtuluş bilgisi” diye adlandırdığı bir bilgi türünden daha bahseder.

Kurtuluş Bilgisi
Scheler’in ömrünün son zamanlarında iyice yoğunlaştığı ve adına kurtuluş bilgisi dediği düşünce pratiği onun diğer görüşlerine oranla daha metafizik ögeler taşır. Scheler’in kastında olduğu kurtuluş bilgisinin en pratik açıklamasını şu şekilde yapabiliriz: İnsanda tin özler ve değerler alanlarına karşılık gelirken taşıdığımız beden ise evrenin maddeselliğini simgeleye, çeşitli gerilimler ve çatışkıların çözülüşünü ifade eden yapıdadır. Bireydeki yönelime konu olan duygu nesneleri değerleri ya nesneler içinde ya da nesneler üzerine duyulan nitelikler şeklindedir.
İşte bu yüzden de yaşamın içindeki çeşitli durumlar ussal yolla anlaşılmaya açık değillerdir. Bu anlamda değerler “duygusal a apriori (ilksel) bir alan meydana getirmektedirler. İyilerin ve amaçların görüngüleri, haz duyulanımları da dahil olmak üzere, bütün değerler daha baştan bu “apriori’ alanın varlığını varsaymaktadırlar. İşte tüm bu değerlerin -olumlu ya da olumsuz biçimlerde- bize verili olduklarını ileri süren Scheler, değerler sıradüzenini şu şekilde bir sıraya koyar: En temelde hazsal ve duyusal değerler vardır, onun bir üstünde dirimsellik değerleri vardır, onların üstünde salt doğrulukla ilintili pragmatik çıkarlara konu olmayan güzellik, adalet, yüreklilik gibi tinsel değerler, (Platoncu idealar) ve en yukarda da tanrısallık değerlerinin bulunduğunu savunur.
Değerler kavramını bu türden bir simetri ile düşünen Max Scheler’in değerler öğretisinin felsefeye en büyük katkısı “duygudaşlık” meselesi olmuştur diyebilirim. Pek çok felsefe tarihçisinin Scheler ’in en değerli yapıtı olarak ele aldığı “Duygudaşlığın Özü ve Biçimi” özünde çoğu filozofça göz ardı edilmiş değişik duygudaşlık türlerini ortaya sermek açısından rüştünü ispat etmiş bir eserdir. Söz konusu yapıtında başta “özdeşleyim” (kabaca empati diyebiliriz) anlayışı olmak üzere çeşitli metafizik duygudaşlık kuramlarını eleştirel bir gözle inceleyen Scheler, sevgi ile nefret duygularının kapsamlı bir çözümlemesini sunduktan sonra, sevginin gerek tinselliğin gerekse kişiselliğin baş koşulu olduğu saptamasında bulunur.
“Yalnızca “gerçek sevginin” özler ile değerler dünyasının kapılarının aralanmasına olanak tanıdığını belirten Max Scheler, insanın doğası gereği sevme yetisi olan iyicil bir yapıda bir varlık olduğunu bildirmektedir.”
Scheler’in özellikle kişinin duygusuyla yöneldiği nesnelerden daha yüksek olan o nesne üstüne kurulu değerlerin yaratımı sürecini sevgi olarak tanımlaması varoluşçu ve görüngübilimci felsefe çevrelerinde bugün dahi ilgi uyandıran bir konumdadır. İnsanda mevcut olan ve detaylı bir incelemeye incelenmeye muhtaç olan hınç kavramının değer yargılarını belirleyen en temel konu olabileceğine yoğunlaşan Scheler insandaki asıl meselenin “başka bir beni” sevmek değil, benden başkayı sevmek olduğunu ve insanı asıl değerler ahlakını buradaki karmaşanın enfekte ettiğini söyler.
Burada sempati kavramı devreye girmektedir ve Scheler sempatiyi anlayabilmemiz için şu üç duygu arasında iyi ayırdım yapabilmemizi işaret eder:
- Bir ortaklık duygusu olarak merhamet (bir nevi kendinden çıkıp başka bir bene bakabilme yetisi)
- Hiçbir duygusal ilişki kurmadan duygunun bilişsel olarak yeniden üretilmesi (sanatçıların başka bir hikâye anlatırken izledikleri yol)
- Bir duygunun bireyselliği tamamen ortadan kaldırabilecek kadar genişleyip kolektif bir alanda cereyan etmesi. (Ben buna bir çeşit varoluşsal içgüdü olarak iyinin, faydalının her bireyde eşit derecede cereyan etmesi demeyi seçiyorum)
“Scheler ‘e göre insandaki metafizik “beni” kuran temel öge duygusal paylaşım yatkınlığıdır.”
Çok büyük bir bağlayıcı, düzenleyici güç olarak gördüğü sempati konusuna tüm bu yaklaşımı onun sempati kavramının gerçek kurucu ögesini duygusal bir idrak olarak görmesidir. Yani başka bir “ben” mevzuya bahis olduğunda benim kendimden çıkabilmeye yatkınlığımın derecesidir. Bu yönelim başkalarıyla aramdaki mesafenin kaybolması değil aşkın bir duruş yoluyla onun aşılmasıdır. Aramda bir mesafe olmalıdır ama bu duygudaşlığımıza, insani ortaklığımıza zeval getirecek kıvamda olmamalıdır “ortak bir dünya” fikrini ancak bu ussal edimle mümkün bulduğunu belirten filozof bu konuda insana ve onun iyicil yapısına güvenmeyi hiçbir zaman bırakmaz. Bakış açılarını okumaktan her zaman büyük keyif aldığım bu önemli filozofun insanına biçtiği iyicil değer açısından haklı çıkmasını temenni ederek, daha ilgili okur için “ Max Scheler’ e göre insan nedir?” sorusunun ayrıntılı açıklamasını yazının altına ekliyorum. Önümüzdeki ay görüşmek üzere.

Scheler’ e göre: İnsan Nedir Sorusunun Aşamaları
Scheler, insanın kosmosdaki yerini tespit edebilmek için öncelikle biyopsişik dünyanın yapısının tanımını yapmak gerektiğini söyler ve bunun için işe önce “canlı varlık” tanımını yapmakla başlar. “Canlı varlık” kavramını, yalnızca gözlenebilir ve nesnel fenomenleri olan bir yapı olarak değil, aynı zamanda kendisinin farkına varan, kendisi için varlığı olan, bir iç varlığı olan bir yapı olarak tanımlayan Scheler’e göre anorganik yapılar canlı varlıklar değillerdir; çünkü bir iç yapıları yoktur. Canlı varlığın, kategorik değil ama basamaklı bir yapı olduğunu söyleyerek aşamalarını şöyle tanımlar: Duyusal itilim aşaması, içgüdü aşaması, bellek aşaması ve pratik zekâ aşaması. Bu aşamaları, ilgili yetilerin aktive olduğu aşamalar olarak da düşünebiliriz.
1.Duygusal itilim aşaması:
Duyumlama, canlının organ veya hareketlerinin durumlarının canlıdaki bir merkeze bildirilmesi ve ardından merkezden gelen geribildirim yoluyla canlının davranışlarında bir değişim meydana gelmesidir. Gelişmiş hayvanlarda salgı bezlerinden çıkan salgıların beyinde yarattıkları uyarımlar en basit duyumlara örnek olarak verilebilir. Duyumlama ilkesinin olmadığı bitki gibi canlılarda bellek oluşumu gerçekleşemez; bellek oluşumu olmadığında da öğrenme meydana gelemez. Öğrenme olmadığı için de bu varlıkların eğitilebilmeleri mümkün olamaz. Duyumlamanın olmaması, yani bir merkezin ve bir geri bildirim mekanizmasının olmaması aynı zamanda “yaşamın kendine geri dönememesine, “ilkel bir refleksin bile olamamasına sebep olur. Bu durumda da bilinçten bahsedemeyiz; çünkü bilinç, ancak duyumlamanın en basit bir refleksiyonuyla var olabilmesinin karşılığıdır.
2.İçgüdü Aşaması:
Türün yaşamı için anlam taşıyan, sürekli tekrarlanan davranışlardır. İçgüdüsel davranışlarda bireyden söz edilemez; çünkü bunlar türe hizmet eden, otomatikleşmiş davranışlardır. İçgüdü, öğrenmeye bağlı değildir çünkü doğuştan kalıtımsaldır ve değişmezdir. Scheler, insanda az da olsa içgüdünün kaldığını söyler; insanda içgüdüsel davranışlar yerine itkisel davranışlarla karşılaşılabileceğini söyler. Scheler, itkisel davranışları, türün devamlı için anlamı olmayan, anlamsız, içgüdüsel davranışlara karşıt davranışlar olarak tanımlar ve örnek olarak da uyuşturucu bağımlılığı davranışını örnek verir.
3.Çağrışımsal bellek aşaması:
Çağrışımsal bellek, en net olarak memelilerde ve hayvanlarda gözlenir. Çağrışım ve yeniden ortaya koyma ilkesi, taklit ve kopya etme davranışları ile ilişkilidir; taklit etme ve kopya etme davranışlarının birbirine bağlanmasıyla da “gelenek” ortaya çıkar. Ama insan gelişimindeki her hakiki gelişme, esas olarak geleneğin yıkılmasına dayalıdır. İçgüdü ile karşılaştırıldığında, çağrışımsal ilkenin etkinliği, bireyin özgürleşmesine, türe bağımlılığından kurtulmasına, yeni durumlara uyum sağlayabilmesine hizmet eder. Aynı şey itkiler, duygular ve heyecanlar için de geçerlidir. Ama böyle olunca bu sefer itki, gereksinimden bağımsız olarak, kendi başına bir haz kaynağı haline gelebilir; ölçüsüzlük ve hazcılık baş gösterebilir. İtki yaşamının haz kaynağı olarak kullanılması da insanı çöküşe götüren bir etmendir.
4.Pratik Zekâ Aşaması:
Bu ilke, seçme yeteneği ve seçme eylemi ile ilgilidir. Scheler, zeki davranışı şöyle tanımlar: “Eğer bir canlı itkisel bir sorunu çözmek için, ne türe ne de bireye özgü olan, yeni bir durum karşısında, daha önceki denemelerinin sayısızdan bağımsız olarak, birdenbire, anlamlı bir davranışta bulunursa zekice davranmış olur.” Eğer canlı, bir davranışı, bir gereksinimi gidermek için ya da itkinin yönlendirmesiyle yaparsa buna “organizmaya bağlı” zekâ deriz. Aynı zekâ, insanda, insan varlığına özgü olan tinsel hedeflerin hizmetinde da olabilir ve ancak bununla zekâ, kurnazlığın ve hilenin ötesine geçebilir. Organizmaya bağlı olmayan, yani “ruhsal alanda” zekâyı, çevrede birbiriyle bağlı nesne ve değer ilişkilerinin birdenbire kavranması olarak tanımlayabiliriz. “yeni, daha önce hiç deneyimi edinilmemiş durumun, önceden bilinmesidir”. Bu taklit edici değil, yaratıcı düşünmedir.
5.Tin Aşaması:
Scheler’e göre insanın özü, zekâ ve seçme yeteneğini aşkın olan bir varlıktır. Bu öz, diğer varlık tabakalarına eklenen bir varlık tabakası da değildir ve doğal yaşamın evrimine de dayandırılamaz. Eski Yunanlılar ona “akıl” der. Fakat Scheler, akıl kavramını yetersiz bularak, insanın özü için, akıl kavramının yanı sıra, “ideleri düşünme”yi, temel fenomenlere ve öz içeriğine dair görüyü, ayrıca iyilik, pişmanlık, özgür karar verme gibi istemleri ve duyusal edimleri de kapsayan tin(Geist) kavramını kullanır. Tin, saf edimselliktir ve tin, yalnızca tinsel edimlerde bulunmakla varlık kazanır. Scheler, tinin göründüğü edim merkezini de “kişi” olarak tanımlar. Kişi, yalnızca edimlerinde ve edimleriyle vardır. Tine sahip olan bir insan, yani “kişi”, her şeyi ve kendini, kendi fizyolojik ve psişik durumlarını da bilgisinin nesnesi yapabilir, nesneleştirebilir. Fakat iki şey; tin ediminin kendisi ve diğer bir kişi nesneleştirilemez. Bir kişi, başka bir kişi hakkında ancak, özgür edimlerini, sonradan ve onunla birlikte gerçekleştirerek veya kendini, o kişinin istemesi ve sevgisiyle özdeşleştirerek bilgi sahibi olabilir.
6.İdeleştirme Aşaması:
Tine özgü bir edim, ideleştirme edimidir. İdeleştirme, teknik zekâdan sonuç çıkarmaya yönelik, düşünmeden farklı bir edimdir. Kolumda bir ağrı olduğunda bu ağrının nedenini ve nasıl geçebileceğini düşünmek pozitif bilimin işidir; oysa kolumdaki ağrıya mesafe alarak, “kendinde acı”nın ne olduğunu, acının özünün ne olduğunu düşündüğümde başka bir şey düşünmüş olurum. “Şeylerin temeli nasıl olmalıdır ki genel olarak ağrı diye bir şey olanaklı olabilsin?” sorusu bir ideleştirme edimidir. Scheler, öz ve varolmayı birbirinden ayırma yeteneğinin, insan tininin tüm öteki özelliklerinin de temelini oluşturan, esas ayırıcı özelliği olduğunu söylemektedir. Özü kavrayabilmek, “gerçeklik özniteliğinin kaldırılması” ile mümkün olabilmektedir. Bu, özü kavrama tekniğidir. İnsan bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu tekniği kullanır. Bu teknikte, özün logos’u, somut duyu dünyasından kendini ayırır. İnsan, bütünüyle somut gerçeklik içinde yaşayan hayvandan farklı olarak, kendisine sunulan verili somut gerçekliğe “hayır” diyebilen bir varlıktır. Scheler, Buda’nın da bunun bilincinde olduğunu ve gerçeklikten sıyrılmak için bir teknik geliştirmiş olduğunu belirtir. Gerçeklik unsurunun kendisini ortadan kaldırmak, gerçeklik izlenimini, duygu yüküyle birlikte yok etmektir ve bu, “her türlü dünyevi endişeyi” yenmeye eşdeğer bir durumdur çünkü gerçeklik, her yaşayan varlık için bir baskı unsurudur ve nesnesi olmayan “saf” endişe ise onunla ilişkilidir. Sonuç olarak, insan yaşamın tüm varlık basamaklarını kendinde toplar ve “tüm doğa insanda varlığının en yoğun birliğini bulur”. Scheler’e göre varlığın amacı da verili olanın gittikçe ideleşmesi, tinleşmesi, tinin güç kazanması, yani canlanmasıdır ve bu durum tüm olup bitenin amacı ve de sonudur.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.