Türkiye’ye bundan tam 19 yıl önce Aile Dizimi’ni getiren ve belki de bütün spritüel çalışmaların öncüsü olan bir kadın Feride Gürsoy. O bir simyacı, şaman ve hikâye toplayıcısı. Aynı zamanda Zindesin programlarıyla ruhun yanı sıra bedene yönelik çalışmalar da yapıyor. Okuyacağınız bu röportaj en derinde atasal hikâyelerin “ben” dediğimiz kimliğin tam ortasında sarsılmaz bir kaya gibi durduğunu anlatıyor. Sonuçta şaman o kayayı olması gereken yere doğru götürürken, kayanın altında ezilmiş, kendi olamamış çiçeğin dünyaya yeniden bağlanmasına yardım ediyor.
Kişisel hikayemin en büyük mimarlarından biri olan, benim taşlaşmış kayamı ilk yerinden oynatan sevgili Feride Gürsoy’la deniz kenarında karşılıklı oturuyor ve bu söyleşiyi yapıyoruz.
2002 yılıydı. Ben o zaman Bodrum Gümüşlük Karakaya’ya “İçinizdeki hayvanı keşfedin” başlıklı bir haber yapmaya gitmiştim. Gayet magazinsel bir haber olacaktı, hem de İstanbul’dan Bodrum’a bir kaçamak. Feride Gürsoy’un şamanik çalışmasıydı içinizdeki güç hayvanıyla tanışma. Gayet katı bir kentli gazeteci olarak geldiğim Bodrum’da ilk kez görünmeyen dünya ve içimdeki benle tanıştım. Benim kapağım o gün açıldı. Sonra bana “Hadi Aile Dizimi’ne gel” dediler, o yolu takip ettim. Daha Türkiye’de kimse Aile Dizimi’nin a’sını bilmiyordu ama ilk tohumu attık. Ve sonra arkası çorap söküğü gibi geldi. İşte şimdi bu röportaj benim yolumu açan ilk rehberim, üstadımla yapılmış değeri ölçülemez bir söyleşi.
Aile Dizimi’ni Türkiye’ye ilk getiren kişilerden birisin. Swagito Libermeister ile beraber bundan yaklaşık 18 yıl öncesinden. Bütün bu çalışmaların sonunda, bu kadar deneyim ve hikâyenin ışığında hayata nasıl bakıyorsun?
Bu büyük bir soru ama bir yandan da güzel bir soru çünkü beni düşündürüyor. Aile Dizimi insanı ve hayatı anlama konusunda çok iyi bir rehber. Çünkü hep hikayelerle ilgili bir çalışma. O kadar çok insanın hikâyesine tanık oluyorum ki. Ve hepsi de geçmişte yaşanmış hikâyeler. O hikâyelerin enerjilerin bugünün modern dünyasındaki yansımalarına tanık olmak beni günün sonunda hakikaten sevgiye getiriyor. Boşuna denmiyor bu. Yürek bağlantısı kurmak. En zor kaderler, en ağır travmalar, en zor ve çözülmez denilen düğümlerin çözüldüğü ve birlik hissinin geldiği derinden ve yukarıdan bakabilme, hep yürek açıldığında oluyor. O yüreğin açıldığını defalarca görmek büyük bir mucize. O en katı olduğunu düşündüğün hikâyelerde dahi yüreğin açılışı. Katiller, diktatörler, yüreği taşlaşmış insanlar. Onların o yüreklerinin açıldığı zamanki dönüşümlerine tanık olmak gerçekten bir mucizeyi izlemek gibi. Hayata dair umut doldurdu içimi.
“BUNUN ADI KALP HİJYENİ”
En taşlamış yürek bile açıldığında o içindeki özü görebiliyorsun değil mi?
Açılıyor o yürek. Geçenlerde yaptığım bir dizim çalışmasında epey bir nesil geriye gittik. Bir asker atayla karşılaştık. “Ben bu toprakları korumalıyım” diyen bir kadın ortaya çıktı. “Ben çocuğumdan gerekirse vazgeçerim, yeter ki bu toprakları koruyayım” diyordu. Ama işte o çocuktan vazgeçme olayı birkaç nesil boyunca hep unutulan insanlar olarak bugüne taşınmış. Zorlandım, “Biz bu yüreği nasıl yumuşatacağız?” diye düşündüm. O kadar sağlam bir inanç vardı ki. “Ben bu toprakları korumak için bu çocuktan vazgeçmeliyim” inancı öyle katılaşmıştı ki. “Halkımı korumak, topraklarımı korumak benim için her şeyden daha önemli” diyordu, belki o zaman için doğruydu da. Bu çocuğu vermek, bu çocuğu dışlamak değil aslında, bu çocuğu sevgiyle de verebilirsin ama o zaman o acıyla yüzleşecek gücü olması lazım o annenin. Eğer o annenin arkası boş ise o acı o kadar ağır geliyor ki kalbini taşlaştırıyor ve o zaman kaya gibi sağlam durarak bunu yapmaya başlıyor. Kaya gibi olunca da sevgi akışı duruyor. Köklenmeyi hissetmeyen nesiller geliyor. Yersizim, yurtsuzum, gidecek yerim yok diyen nesiller. Çalışmada ölülerde de daha çok arafta kalmış ruhları görüyorum. Geri dönemiyorlar, kalp bağlantısı olmayınca ruhlar arafta kalıyor. Ancak sevgi bizi o birliğe ve bütüne kavuşmaya götürüyor. Eğer annenin ya da babanın kalbi kapalı kalmışsa o ruh geçişinde nereye gideceğini bilmiyor. Çünkü sevgi bize rehberlik eden ışık. Dolayısıyla kalp açıldığı zaman sistemde sevginin akışını, yüzdeki ferahlamayı görmek o kadar değerli bir şey ki. Bunlara tanık olarak yaşlanıyor olmanın bana çok büyük katkısı var. Seçtiğim meslekten çok mutluyum. Hatta buna kalp hijyeni diyorum. Öfke, nefret, bunları hepimiz hissediyoruz yapılan haksızlıklara, konu komşuya, ama bunları dönüştürmek çok değerli. Bunu dönüştürmeyi öğrenelim ki kalbimiz tüy gibi hafiflesin.
“TARAF TUTTUĞUMUZ AN BİR BAŞKASINI DIŞLAMIŞ OLUYORUZ”
Bunca zaman bu hikâyelere, travmalara tanık olmak sana kader denilen şey hakkında ne öğretti? Aile kaderlerine, insan kaderine?
Travma ile ilgili bir akış var. Duyguyu yaşamayı göze alırsak o akışa hizmet ediyoruz. O duygu dönüşüyor ve dönüştüğü zaman da geride iz bırakamadan yaşama hizmet ediyor. Tersi durumda o enerji yok olmuyor. Onu bastırıyoruz. O da akışa ket vurmaya başlıyor. Yaşam enerjisi daha cılız bir yerden akmaya başlıyor. Tesisat borusu temizlemek gibi aslında o duygunun akacağı kanalları temizlemek demek Aile Dizimi. Çok büyük bir travma yaşayan biri, diyelim ki savaşta, sevdiklerini, evini, yurdunu kaybetmiş insanlar, o nesilden bunu bekleyemeyiz. Çünkü bunlar çok büyük acılar. Bunlar sadece aileyi değil, kolektif alanı da etkiliyor. Fakat eskiden ritüeller yapıyorlardı, savaşta ölen düşmanların da kendi ölülerinin de ruhları huzura kavuşsun diye, o travma bir sonraki nesilde devam etmesin diye. Biz tabii ki bunlardan koptuk. Öldü bitti. Gözükmeyenle bağlantımız kalmadı, sadece gördüğümüze inandığımız bir çağda yaşıyoruz. Aile Dizimi de görünmeyeni görünür kılan bir çalışma. Orada bir enerji ve bir duygu var. Sanki biz burada, duyguyu bir enerji olarak düşünürsek, enerjinin de kaliteleri var, su duyguları var, hava duyguları, ateş duyguları, toprak duyguları var. Örneğin utanç daha toprak bir duygu, öfke daha bir ateş, aslında biz de bu enerjilerde ustalaşmaya gelen varlıklarız. Biz buraya enerji ustalığına geldik. Hayatımızda bu duygularla karşılaşıp, onlardan kaçıp saklanmak, baskılamak ya da zorla tutmak yerine onlarla akmayı öğrendiğimizde onları kontrol etmeyi ve onları dönüştürmeyi de başarıyoruz. Aslında simyacı oluyoruz, enerji ustaları oluyoruz. Bu herhalde çok yaşam gerektiren bir şey olabilir, tekâmülen. Polariteleri kapsayabilmek… Taraf tuttuğumuz an bir başka tarafı dışlamış oluyoruz. Yargıladığımız tarafta neyi dışlarsak hayat bizi ona da hoşgörü göstermemiz gereken bir yere zorluyor. Mesela eşim yan evdeki komşularımıza çok kızıyordu. Bodrum’da komşular gündüz denize gidiyorlar, evde pervaneleri açık unutuyorlardı. Eşim de kızdı. Sonra geçenlerde ben İstanbul’a uçtum, o Bodrum’a geldi. Sonra onlar kızımla birlikte İsveç’e gittiler. Eve bir geldim bütün pervanaler açık. Unutmuşlar. Yargıladığımızı kendimize yaptıran bir tarafımız var. Çünkü o yargıladığımız da biziz. İnsanız tabii ki olacak ama ben bunu dönüştürmek için ne yapabilirim demeliyiz. Belki iyi dileklerimi sunarak başlayabilirim. Görmediği bir şey varsa görsün, aşamadığı bir durum varsa aşsın. Öfkeye kapılmak, karşı tarafı suçlamak yerine nasıl yardım edebilirim sorusunu sormak gerekiyor.
Aile Dizimi’nde o alanda olmak o kadar çok şey kattı ki. Örneğin geçen sene çok haksızlığa uğradığım bir durum yaşadım. Çok çabalıyorum, hiç görünmüyorum, hep haksızlığa uğruyorum diye bir durum içindeyken sabaha karşı kayalara gittim, evin arkası kayalık. Kayalarda oturdum, ağladım ağladım, gerçekten yürekten sordum, neden ben bunu yaşıyorum? Gerçekten yürekten bir cevap geldi: Çünkü haklı olmaktan vazgeçmiyorsun, haklı olmaya bağımlısın, bu bağımlılığın sürdüğü sürece haksızlıkla karşılaşacaksın. Bu kalıp, haklı-haksız olma durumu bizi o ikilikte, polaritede tutuyor. Cevabın devamı şöyleydi: Haklı-haksız olmayı bırak, çözüme odaklan. Geçmişi unutmak değil bu, örneğin bu ülkenin yaşadığı en büyük sorunlardan biri, geçmişiyle yüzleşmemesi, geçmişin sorumluluğunu almaması.
“DOĞA ALIŞKANLIĞI TAKİP EDER”
Aile Dizimi’nde bir alan oluşuyor, buna ‘bilen alan’ ya da ‘morfik alan’ deniyor. Bu nasıl bir alan?
Bilen Alan, Morfogenetik Alan. Rupert Sheldrake’in kitapları Türkçe’ye de çevrildi. Aslında bir biyolog, mantığı şu, aslında morfik rezonans diye bir şey var. Kristallere bakıyorsun, kristaller oluşmaya başlayınca hep aynı kalıpta oluşuyor. Diyelim ki şeker kristali. İlk oluşumunda bir kaos var ama bir şekilde sistem oturduktan sonra dünyadaki bütün şeker kristalleri aynı şekilde oluşuyor. Dolayısıyla doğanın içinde bir morfik rezonans var ve doğa alışkanlığı takip ediyor. Biz de insanlar olarak sürekli alışkanlık üretiyoruz ve sonra da o alışkanlıkların esiri oluyoruz. Aile Dizimi’nde de atalarımızdan gelen bir morfik rezonans var. O ailenin enerjetik örüntüsü var. Sen o ailenin sisteminde doğunca, o örüntüden gitmeye meyilli oluyorsun. Senden önce doğmuşların izinden gidiyorsun. Bu ama bilinçaltı. Kendini bir çölün ortasında hayal et. 360 derecede etrafında gözle görülen hiçbir şey yok. Hiç iz yok. Nereye yürüyeceksin? Yine aynı çölde hayal et, yine hiçbir şey görmüyorsun, fakat yerde ayak izleri var. O ayak izlerinden gitmek daha güvenli hissettiriyor. Belki o ayak izlerini bırakan kişi uçurumdan düştü, bilmiyoruz. Ama bizden önce biri yürümüş, dolayısıyla öyle akmaya meyilliyiz. Ama bunu otomatik olarak yapmayıp işin içine bilinci de soktuğumuz zaman o durumda işimize yaramayan örüntüleri de dönüştürebiliyoruz. Bizim de yapmaya çalıştığımız şey, atalarımızın izine düştüğümüzde ‘hangileri bize güç veriyor, hangileri bizi kendi potansiyelimizi gerçekleştirmekten, yüreğimize kavuşmaktan alıkoyuyor’, görünür hale getirip onları dönüştürmek.
AÇIK KALP AMELİYATININ HİKÂYESİ
Bugüne kadarki çalışmalarından seni en çok etkileyen dönüşüm hikayelerinden bir iki hikâyeyi bizimle paylaşır mısın?
Örneğin kendimle ilgili bir hikâye ile başlayayım. Hani deniyor ya Mindfulness’ta, şimdi ve burada ol diye. Aile Dizimi yapınca şunu anladım; eğer biz atalarımızdan biriyle özdeşleşmişsek, ben sana ‘şimdi ve burada ol’ dediğimde, sen şimdi ve burada değilsin. Sen geçmişte yaşamış birinin enerjisindesin. Dolayısıyla meditasyon yapmak olmuyor. Buna bir örnek vereyim, bir dizimde geriye gittiğimde anladığımız kadarıyla kadın, azınlık dediğimiz, sürülen, ezilen, muhtemelen Zerdüşt bir halk kökeninden geliyor. Çocuklarından birini bırakırken, o acıyı hissetmemek ve kendi suçluluğu ile de yüzleşmemek için kalbini de bırakmış. Kalbiyle bağlantısı kesilmiş. Orada büyük bir suçluluk duygusu ve acı var. Ondan sonra gelen çocuk ne yapıyor, kendi kalbini değil, o bırakılmış suçluluk duygusunu ve acıyı sahipleniyor. O kalbi alıyor. Dolayısıyla herkes bir önceki neslin kalbini alıyor ve herkesin kalbi dışarda kalıyor. Dolayısıyla o kalpler gerçek sahiplerini bulmadan sistem rahatlayamıyor. Dolayısıyla sen anneannenin acı dolu yükünü taşıyorsan, meditasyona oturduğun zaman o kadar büyük bir acı ve yükle yüzleşiyorsun ki, senin hayatında bu acıya neden olacak hikaye yok. Dolayısıyla bir türlü bu acıyı hazmedemiyorsun, dolayısıyla suçluluk duygusu çocukluğunda senin yaşadıklarınla anlamlanmıyor, çok derin bir şey. Dolayısıyla meditasyonda oturmamak istiyorsun çünkü onu nasıl kapsayacağını bilemiyorsun. Bu hikâye ortaya çıktığında, sen bu taşıdığının esas sahibini bulup, onun hikayesini gördüğün zaman o hikayeyle kendi hikâsyenin kapsayabileceği anlamlı bir gerçeklik kurabiliyorsun. Dolayısıyla senin ailenin hikâyesi yeniden yazılıyor ve sen kendi yerine geçiyorsun. Ondan sonra meditasyon çok işe yarıyor. Bu tarz başkaları için taşıdığımız yüklerle çalışmak bize kendi kaderimizde yerimizi almakla ilgili çok büyük kapılar açıyor. Bir de çok uçuk hikayelerle de karşılaşıyoruz.
Hiç unutmayacağım hikayelerden biri; aile sisteminde anne tarafında, anne atalarında hep açık kalp ameliyatı yaşanmış bir sistem geldi. Danışanım kendisi de böyle bir şey yaşadıktan sonra, “Ben çok sağlıklıyım, çok sağlıklı yaşıyorum, nasıl oldu da başıma böyle bir şey geldi?” sorusuyla dizime geldi. Dizimde geriye gitmeye başladık, atalara bakmak istedim, nerden geliyorlar diye. Nereden geldiklerine dair bir bilgi de yok. Ataları dizime dahil edince, düzlük açık alan topraklarda olduğumuzu anladım. Ataların bir bölümü yere yattı. Sanki üstümüzde toprak yığını var. Sanki bir şeyleri kazıyorlarmış gibi. İnsanın aklına hemen göçük, deprem gibi şeyler geliyor. Ben ondan sonra birini daha kaldırdım, deprem mi diye, o kaldırdığım kişi bu kişilerin etrafında daireler çizmeye başladı. Bütün salonda geniş geniş daireler çiziyor. Bu ne olabilir, bu kişilerin dinleri ne acaba diye düşünürken, dinlerini temsilen birini kaldırdım dizime. Sorduğumda o kişi “Ben Güneş gibiyim, ben Güneşim” deyince, o dönen kişi güneşin etrafında dönmeye başladı. Şansımıza o çalışmada yoğun tarih bilgisi olan bir arkadaşım vardı. “Zerdüştler olabilir mi?” dedi. Dizim devam ettiğinde ortaya çıktı ki güneşe tapıyorlar, akbaba onların hayvanı, daireler çiziyorlar, o sessizlik kulelerinde önce kaburgaları açıyorlar ki kalp ortaya çıksın ve akbaba yesin çünkü Zerdüştlerin inancına göre ancak kalbini akbaba yerse sen Güneş’e ulaşabiliyorsun. Dolayısıyla Zerdüştler’e yapılabilecek en büyük kötülük onları gömmek. Gömüldüklerinde onların inancına göre Güneş’e ulaşamıyorlar. İnançlarımız aslında ruhumuzu tutsak da tutuyor. O zaman görüyorsun ki zorla din değiştirilip inanmadıkları bir dinin usulüyle gömülenlerin ruhları hala özgürlüğe kavuşmak için toprağın altında bekliyor. Ve bütün sistem onları açık kalp ameliyatına götürüyor. Aile Dizimi’nde ilk öğrenmeye başladığımızda, “Şu şudur, ailede şöyle bir hastalık varsa, ailede cinayet var demektir” gibi kalıplar vardı. Ben bu şablonları ne zaman takip etsem hep ters köşe oldum. Zorlama oluyordu, oraya götürmeye çalışıyordum. Dedim ki şablonları bırakayım ve enerjiyi takip edeyim. Ancak enerjiyi takip etmek de zor çünkü uzun süre bilinmezlikle kalman gerekiyor. O bilen alanda enerjinin ve hikâyenin ortaya çıkması için, hiçbir şey bilmeden, herkesin ağırlaştığı ortamda durman gerekiyor. Öyle bir zamandan geçmen gerekiyor ama mutlaka hikâye çıkıyor, mutlaka. Ve her seferinde varoluşun yaratıcılığına hayran oluyorum. O enerji bir şekilde açılıyor. O kalp açılma ferahlığı var ya nesillerde bu açık kalp ameliyatı olarak tezahür etmiş. Yaratıcılığa bakar mısın? Bu dizimden sonra hepimiz şoka girdik.
“HAZMEDİLEMEYENLER BEDENE YAPIŞIYOR!”
Yaşanan her şey bu bedene yapışıyor o halde…
Yaşanan her şey değil, hazmedilmeyenler yapışıyor. Diyelim ki çorba yapıyorsun, içine un karıştırırız ya, unu içine kaşıkla atarsan topak topak olur, sonra içine ne kadar karıştır karışmaz, onu kenarda terbiye etmek lazım. Travma da topak topak olmuş unlar gibi. Karışmıyor bütüne, o zaman akış olmuyor. Onun homojen olması gerekiyor. Bazen de travmalara rağmen bütün o sevgileriyle yüreklerini açık tutmayı başararak akışı kesilmemiş kişiler de olabiliyor. Travma o sevgi akışını engellememiş. Anadolu’da çok var, kalbin derinleşmesine, kırılmasına ve o kırıklarıyla canlı canlı akmasına izin vererek o travmayı hazmetmiş nice insan var. Zaten onlar Yunus Emreler oluyor.
Oraya can gitmiyor, o topak topak durumunda. Terzi kendi söküğünü dikemez değil, terzi kendi söküğünü göremez çünkü üstünde taşıyor. O yüzden bir başkasının göstermesi gerekiyor, görürse kendini şifalandırabilir çünkü hepimizin içinde o şifa gücü var.
Ben ilk Aile Dizimi haberini 2002’de yapan kişiyim, o zamanlar bu ne diye bakılıyordu böyle şeylere ama sonra bir kapak açıldı, bu kapağın açılmasını neye bağlıyorsun?
Ben geldim meditasyona başladım Bodrum’da, arkadaşlar “Sen niye geldin Bordrum’a?” dediler. Büyük bir reklam ajansında çalışıyorum, yükseleceğim falan, potansiyelin var. 1999 depreminde 45 saniyede ölümle yüzleştikleri zaman kapak orada açıldı. Ne zaman kapak açılıyor, ölümle yüzleştiğin zaman. Yatırım yaptığımız şeylerin bir anda gidebileceğini fark ettiğimiz zaman maddi dünyaya yatırım yapmanın ne kadar boş olduğunu da anladık. Benim telefonum o zamandan sonra çalmaya başladı.
“ANADOLU ŞİFACILARI OLARAK BİR YERİMİZ VAR”
O zamanlar ben sizi tanıdığım zaman sen ve Swagito Aile Dizimi yapan yegâne iki kişiydiniz. Şimdi çok bu işle ilgilenen var. Sence bu iyi bir şey mi?
Evet aynı zamanda Mehmet Zararsızoğlu da başlamıştı eş zamanlı olarak. Ben bu yayılmanın çok iyi bir şey olduğuna inanıyorum. Bert Hellinger’in burada aslında cesareti ve gücü olduğunu düşünüyorum. Çünkü Bert Hellinger Aile Dizimi’ni patentlemedi ve açık bıraktı. Bunun negatif tarafı herkes yapmaya başladı, bilen de bilmeyen de, zarar gören insanlar da oldu. Pozitif tarafı Aile Dizimi yöntemi kısıtlı bir yöntem olmaktan çıktı, doğa dizimleri, hayvan dizimleri, gibi bir dil gibi bir sürü farklı kol gelişti ve çok insana ulaştı. Türkiye’de benim gördüğüm, Anadolu şifacıları uyandı. Anadolu’da çok güçlü bir şifa gücü var. Yoga yayılınca yoga merkezleri yayılmaya başladı ve yoga merkezleri de bu tür çalışmalara yer açtı. Bu durumda bu çalışma İstanbul’un tekelinde kalmadı, Aydın’a gitti, Van’a gitti. Kadınlar aracılığıyla oldu bu. Kadınlar kendi şifa güçlerine ulaştılar. Kadınlara ekonomik bir güç de verdi bütün bunlar. Her mahalleye bir yoga merkezi, her mahalleye bir aile dizimi merkezi açılması lazım. Anadolu bir geçiş yeri, travmaların yaşandığı bir geçiş merkezi. Bu enerjileri dönüştürmek için çok insana ihtiyacımız var. Bilmiyorum Türkiye nasıl bir süreçten geçecek ama Türkiye’den çok iyi terapistlerin, şifacıların çıkıp bunları yayacağını düşünüyorum.
Son olarak başta soracağım soruyu şimdi sorayım, okurlarımız için, sende gong zili nasıl çaldı?
Bende hep bir buraya ait değilmiş hissi vardı. İnsanlarla nasıl iletişim kuracağımı bilmiyordum Çok karışık bir aile yapısına geldim. Annemin de babamın da daha önce evlilikleri ve çocukları vardı. Ailede herkes büyüktü, ablam 10 yaş büyük, ağabeyim 15 yaş büyüktü. Ailede ben kendime pek yer bulamadım ve doğaya döndüm. Ağaçlarla konuşmaya başladım, çok hayvan olurdu evde, onlarla muhabbete girdim. Hep bu gördüğümün ötesinde bir şey olmalı, hayat bu olamaz arayışım vardı, 20’li yaşlara gelip de Carlos Castenada ve Şamanizm kitapları okumaya başladığımda içimde büyük bir özlem doğdu. Doğanın dilini konuşma özlemi, daha derin bir gerçeklikle bağlanma özlemi. Sonra saykedelik şeylerle deneyimim oldu, o zaman açıldı, bütünü birliği her şeyin bir olduğu hissine kavuşunca hah işte bu dedim. Ama sonra tekrar maddi gerçekliğe döndüğüm an ben bu mekanik gerçeklikte nasıl yaşayacağım dedim. 30’lu yaşlarda Hindistan’a gidip eğitimleri almaya başlayınca, Şamanzim’le ilgileniyordum ama o zaman 2000’li yılların başında davulumla ortaya çıkmaya cesaret edemedim. Korkuyordum. Ama Aile Dizimi, bu enerji çalışmalarının Batı psikolojisinde kabul gördüğü bir yöntem. Dolayısıyla Aile Dizimi’nin özü de şamanik bir çalışma. O yüzden bana çok uydu. 2-3 sene Şiron dönüşü yaşadım. Bu dönüş olmadan iki hafta önce bilgisayarda bir şeyler karıştırırken haritamda Şiron Koç’a giriyordu. Kuzey Ay düğümümde kavuşuyorlar, bu ne demek acaba diye okudum, benim için çok ilginç bir geceydi, onların kavuşumuyla ilgili şöyle bir makale çıktı karşıma: Eğer haritanızda bu varsa siz şamansınız diyordu. Şifacısınız. Bu yola girmediğiniz zaman bu mekanik dünyada kendinizi çok dışlanmış hissedeceksiniz, ne zamanki bu yola girersiniz o zaman kendinizi buraya ait hissedeceksiniz. Benim için o kadar doğru bir cümleydi ki bu, ben ancak Aile Dizimi’ni bulup bunu yapmaya başladığım zaman ortaya çıktıktan sonra kendime güvenim geldi ve o zaman kendimi bu dünyaya ait hissetim. Aşığım hayata.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.