horses-g5bc558215_1920-pxby-mod
Kitap

İraden var evet ama özgür müsün gerçekten?

İraden var evet ama özgür müsün gerçekten?

Yaşadığımız çağ, uyaranlarla yani manipülasyonlarla dolu. Psikolog Hilal Bebek Tara Kitap etiketiyle yayımlanan kitabı Çemberin Dışı ile bizi seçimlerimizi, yönümüzü ve dolayısıyla tüm yaşamımızı etkileyen bu uyaranlara karşı uyanık olmaya davet ediyor.

Çemberin Dışı, altı bölümden oluşuyor ve her bölümde, ele aldığı konuyu derinlemesine işliyor. Zihin, Dijital Çağ ve Sistem Eleştirileri, Aşk, İnsan, Mutluluk ve Hayat başlıklarındaki bu altı bölümü akıcı bir üslup ve yer yer akademik referanslarla işleyen Hilal Bebek ile etrafımızı saran çemberleri konuştuk.

Yaşadığımız gelişmeler eşliğinde içinden geçtiğimiz döneme “dijital devrim çağı” dersek, bu çağın insanlık tarihi kadar eski bir merak konusu olan “özgür irade” kavramını nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

“Özgür irade” binlerce yıldır irdelenen en temel konu belki de. Özgür irademizin olup olmadığı; evrensel bir ahlâkın imkanından tutun da suç ve sorumluluk mevzusu ya da bir benlik olmanın mümkünatına kadar en temel konulara tekrar tekrar göz atmak zorunda bırakıyor bizi. Muğlak yönleri, yanlışlanamaz tabiatı ve bir dolu bilgi boşluğu nedeniyle ancak “olası akıl yürütmeler” ile eğilebiliyoruz bu konuya.

Bir kere insan evrimsel bir mirasın taşıyıcısı. Binlerce yıllık bir oluşumun izlerini taşıyor. Ayrıca aileden aktarılan belli bir genetik donanım ile doğuyor. Nesiller arası aktarılan kültürel bir hafızayı ya da kolektif bilinçdışını da buna ekleyelim. İlaveten belli bir çevre ve kültür içine doğuyor. Kendisine ve dünyaya dair inanç ve ideolojiler tezgahında dokuna dokuna örülüyor benliği. Bir de içine doğduğu çağın ideolojileri var. Yani kendi seçimi olmayan iç içe geçmiş bir dolu kalıbın içine tekrar tekrar dökülmüş oluyor.

EKONOMİK ÇIKARLARIN İCAZETİ

Benim kendime yönelttiğim soru şu olmuştu: Önceden yapılmış bir asansörün içinde bulmuşuz kendimizi. Asansörün hangi binada olacağını biz seçmedik. Binanın hangi semtte olacağını da. Üstelik katları ve katlarda ne olduğunu da biz tayin etmedik.  Yapabildiğimiz sadece istediğimiz katın düğmesine “özgürce” basmak.  Bu durumda ne kadar özgürüzdür? Duracağımız katlar veriliyse, asansörü değiştirme yetimiz yoksa, binadan çıkamıyorsak, hele semti terk etmek imkansızsa? Sadece hangi katın düğmesine basacağımız “iradi” ise? Ya da bu bile artık bir yanılsama mı? O zaman ne kadar özgürüz?

Konuyu biraz daha geriden alalım. Feodal çağda özgürlük belli bir kesime özgüydü. Köleler ve efendiler, köylüler ve soylular… Herkesin özgürlük çemberi doğuştan getirdiği sınıfsal çemberler ile sınırlıydı. Aydınlanma çağı, insan aklına ve onun özgür iradesine vurgu yaptı. Modernite ile birlikte eşitlik ve özgürlük kavramları ön plana çıkınca miras yolu ile aktarılan sınıfsal ayrıcalıklar bir kenara itilmiş oldu. Zengin olmak kimseye has değildi artık. Herkes alıp satabilir, herkes kendi kararlarını kendi verebilir, herkes özgürce yaşamını dilediği gibi yönlendirebilirdi.

Bana göre, ortaya çıkmasına müsaade edilen ideolojik akıntıların nehir yatağını “ekonomik” gerekçeler oluşturuyor çoğunlukla. Gerçek bir sosyo-psikolojik olgunlaşmanın bir ürünü olarak değil de ekonomik çıkarların icazeti ile uç verebiliyor bu değerler. Herkesin üretim ve tüketim çarkına girmesini isteyen modernite için “özgürlük” daha kutsal bir kavram oluverdi. Politik ve ekonomik çıkarları başka olan feodal yapının münasip gördüğü ideolojiler ise bambaşkaydı. Esasında meselenin çoğu zaman ideolojiler arkasındaki başka şeyler olduğunu görmek zor değil. Aynı çizginin devamını postmodern dönemde de görmek mümkün. Neoliberal sistem özgürleşme meselesine başka tonlar ekledi. “Özgürsün dilediğin girişimlerde bulunabilirsin, özgürsün sınıf atlayabilirsin, özgürsün sınırsız olanaklardan yararlanabilirsin” gibi…

“Gerçekler yerine görüntüler ile ilgilendiğimiz bu sahnede insanlara, hayata ve haberlere dair görüşlerimiz bize sunulanlar ile sınırlı kalıyor.”

Dijital dünya açısından bakacak olduğumuzda da bu evrende her yanımızın gizli ya da açık uyaranlar ile dolu olduğunu görüyoruz. Gerçekler yerine görüntüler ile ilgilendiğimiz bu sahnede insanlara, hayata ve haberlere dair görüşlerimiz bize sunulanlar ile sınırlı kalıyor. Sürekli ve her konuda reklamlara maruz kalıyoruz. Mütemadiyen dikkatimizi çelecek unsurlar karşımıza çıkıyor. Daha önce veri tabanlarında aramış olduğumuz şeyler ile bağlantılı konular tekrar tekrar önümüze düşüyor. Yankı odalarında bize benzer ve bizim gibi düşünen insanlardan oluşan küçük bir dünyanın içine çekilmiş durumdayız. Nasıl biri olduğumuza dair verilerin toplanması ile daha çok, daha çok, daha çok maniple ediliyoruz. Dikkatimiz yukarıdan aşağı işlemleme üzerinden değil aşağıdan yukarı olacak şekilde çalışıyor. Bu ne demek? Yani otomatik, çelinen ve kontrolümüzün dışında, reaktif bir yönelme biçimimiz var. Dikkatimizi yöneltmiyoruz, çeliniyoruz. Alt beynimizin daha aktif olduğu bu hal, prefrontal korteksimizin yani bilinçli karar veren tarafımızın daha pasif olması anlamına geliyor. Bu türden bir otomatlaşmanın belirdiği bir durumda özgür irade ve seçimden bahsetmek daha da zorlaşıyor.

Neoliberal sistemin yatağında akan dijital dünya bize şöyle sesleniyor: “Özgür ol asker, bu bir emirdir!”. “Özgürce satın al asker”, “özgürce para harca asker”, “özgürce….”.

“Özgürlük” artık suistimal edilen bir kaynaktan başka bir şey değil gibi. Özgürlük gönderen olarak yani kelime düzleminde var ancak karşılık geldiği yer tersi bir tabiata bürünmüş durumda.  Dijital çağın ikircikli mesajları kafa karıştırıyor. Özgürsün ve özgür değilsin iç içe. Özgürsün kelimesinin evrildiği yerde şunları duyuyoruz: “Şu ikisinden birini yapmakta özgürsün”. Özgürsün, dilediğin gibi satın almakta. Özgürsün şöhret olmakta. Özgürsün tüketmekte. Hep bir şerh düşerek “özgürsün”. Oysa özgürlük, şerhsizliktir.

Diğer yandan bazı nörokognitif araştırmaların ilginç bulguları var. Bunlarla işler iyice karışıyor. Deneklerin bilinçli olarak karar verme anlarından daha önce beyinlerindeki ilgili merkezlerde aktivasyon gerçekleşiyor. Yani kişiler, kararlarını beyinlerinden daha sonra öğreniyorlar. Öyle ise kendimiz mi karar alıyoruz yoksa aldığımız yanılsaması içerisinde miyiz? Bu soruların cevabı hala net değil.  Nitekim akıllı insanın rasyonel kararlar alma eğiliminde olduğu yönündeki aydınlanmacı görüş de bu dönemde şekil değiştirdi. İnsanın irrasyonel bir varlık olduğu, kararlarını duygu ve dürtüleri ekseninde aldığı ve aklını da bu duygulara rasyonel kılıflar bulmak için kullandığı yönünde çalışmalar sunuldu. Daha sonra bu görüş yine yeni bir mutasyona uğradı ve post-truth çağ ile beraber şu hale geldi: “Rasyoneliz ya da değiliz, rasyonel gerçekler var ya da yok, bunun bir önemi var mı?”

Yani özgür irade var mı yok mu sorusunun yerini belki de “Var ya da yok, özgür iradeni kullanmaya gerek var mı?” sorusu aldı. Bu bir nevi  “biz senin yerine düşünürüz” çağı. Bunu satın al, bu beğenilir bunu yap, buna oy ver, bu trend buna yönel, vb.

İmgeler ve temsiller dünyasında gerçekliğin bir önemi yoksa, iyiye kötüye, güzele çirkine algoritmalar karar veriyorsa, bu, özgür irademin onun iradesi içinde asimile olması demek.

“Metabilişsel bakış (düşünce üzerinde düşünmek) insanın iyice daralan özgürlük çemberini genişletmesi yönündeki tek anahtar.”

Yine de şöyle kapatayım. Eğer bu tablonun varlığından haberdarsak ve olan bitene yukarından bakıp tehlikenin eşkâlini tespit edebiliyorsak, kendi kör noktalarımız, kendi düşüncelerimiz ve inançlarımız, kendi duygularımız hakkında düşünebiliyorsak, yani kendi üzerine eğilebilen bir zihnimiz varsa… Bu, şu demek: İrademizi sakatlayan şeyler üzerinde kontrol sağlayabileceğimiz bir anahtarımız var. Metabilişsel bakış (düşünce üzerinde düşünmek) insanın iyice daralan özgürlük çemberini genişletmesi yönündeki tek anahtar. Bu küçük metabilişsel çekirdek; bizi tuzağa düşüren zihnimizin de, kültürün de, çağın da üstesinden gelebilir.  

Bugünlerde hemen hemen herkesin gönlünde yatan aslana dönüşmüş olan şöhret kavramının patolojisi hakkında ne düşüyorsunuz? Sıradan insanı bile etkisi altına alan bu istek/arzu aslında neyin delili?

Bir öteki tarafından görülmek, tanınmak ya da başka bir deyişle ötekinin arzusu olmak temel ve insani bir hal öncelikle. Çocukken çok daha belirgin olan bu “aynaya bakma” ve “tanınma” arzusu zamanla azalmasını beklediğimiz bir şey. İçsel depolarımız doldukça dışsal kaynaklara muhtaçlığımız azalır. Bitmez ama azalır. Çocukluktan yetişkinliğe geçmek yani olgunlaşmak; herkesin bizi beğenmeyeceği, sevmeyeceği, tanımayacağı ile ilgili gerçekle yüzleşmek ve bu hayal kırıklığını yutkunmuş olmak anlamına gelir.

Fakat bazılarımızın öyküsünde işler ters gider. Kendi aile ve çevremizde yaşadığımız ihmal, istismar ve başka sağlıksız deneyimler sağlam bir özdeğerlilik deposu geliştirmemize engel olur. Bu eksik kalmış depoya ama başarılar ama şöhretle bir şekilde takviye yakıt ikmali yapmak isteriz. Alkışlar, takdirler, yankılar, dış dünyadan gelen geri bildirimler, zedelenen değerlilik duygumuzu bir süreliğine “onarır”. Bu şöhret düşkünlüğünün olası açıklamalarından sadece biri elbette.

“Şöhreti size satan dijital dünya, aynı zamanda sizinle başka şeyler satar ve size de şöhret için daha başka şeyler satar ve bu şekilde sizi sürekli farklı rollere sokarak ekonomik dolaşımını arttırır.”

Diğer yandan bireysel öykü bağlamında baktığımız bu türden meselelere şimdi biraz daha fazla kültürel bağlam açısından bakmak gerekiyor. Çünkü şöhret, beğeni ya da görülme ihtiyacı çok daha fazla yaygınlaşarak, dozunu arttırdı. Hatta bu neredeyse bir “norm” haline geldi. Psikopatalojinin normdan sapmakla neredeyse paralel gittiği bir tanı metodolojimiz olduğunu düşünürsek bu durumda toplumsal bir sağlıksızlıktan mı bahsedeceğiz yoksa bu narsisistik eğilimleri pataloji işaretleri olmaktan çıkartacak mıyız? Bu soruyu bir kenara bırakıp ana hatta geri döneyim.

Dürüst olmak, özgür olmak, çalışkanlık, vatanseverlik, faydalı olmak gibi “demode” olmuş ahlaki kavramların yerine geçen yeni “değer”, şöhret olmak. Görünmek, tıklanmak, beğeni ya da etkileşim almak, bunlar “dijital gücünüzü” gösteren işaretler. Dijital gücünüz ne kadar yüksekse satılabilirliğiniz, satın alabilirliğiniz ve satabilirliğiniz de o kadar yüksek demektir. Bu durumda zaten kendinize dürüst imajı çizebilir, aziz görüntüsü verebilir yani ahlakın orijinali ile ayrılmayacak bir kopyasını yaratabilirsiniz. Öyle ki gerçeğine gerek bile kalmaz. İşte bu hipergerçeklik evreninde,  temsillerin ve simgesel alışverişin küresel ekonomik çarkları döndürdüğü bu bağlamda “şöhret” artık en üst ideoloji. Şöhreti size satan dijital dünya, aynı zamanda sizinle başka şeyler satar ve size de şöhret için daha başka şeyler satar ve bu şekilde sizi sürekli farklı rollere sokarak ekonomik dolaşımını arttırır.

Ekonomi bir üst değerdir ve şöhret vaadi, şöhret dayatması, şöhret talebi onun kendi çarkını daha hızlı döndürmesi açısından olmazsa olmazdır. Gerçeklik para getiren bir şey değilken imgelerin sonsuz sayıda çoğaltılması, durmak bilmek bir kopyalama işlemi; sürekli tıklamayı ve tıklattırmayı yani tüketmeyi gerektirir.

Yatay bir yayılma ve kalabalıklaşma ile el ele giden bir yoksullaşma vardır dikey düzlemde. Benlik saygımızı gerçekten zenginleştiren şeylerin azalması vitrinin daha da süslenmesini zorunlu kılar.

Her türden görüşün, kişinin kaidesiz bir biçimde fikir beyan edebildiği “kişisel medya kullanımlarının” yarattığı açmazları sosyoloji biliminin dijital çağ ile bir sınavı olarak görüyorum. Buna mukabil değişen/bozulan/başkalaşan ruh halleriyle ise psikoloji bilimi vasıtasıyla çare arandığını fark ediyorum. Sorunlarımızın ne kadarı sosyolojik, ne kadarı psikolojik?

Bireysel patalojiler toplumun norm ve kültürel kabulleri bağlamında şekil alıyor. Psikolojik rahatsızlıkların oluşumunda büyük etkisi olan aile, zaten o toplum tarafından oluşturulan en küçük birim. Aile ve birey etkileşiminin ve aynı şekilde toplum ve aile etkileşiminin yüksek oluşu; toplumun bireyin psikolojik durumunu şekillendirdiği yönünde bir çıkarım yapmamızı mümkün kılar.

Psikolojinin tarihi ve istatistiksel bulgular elbette çok eski değil. Yine de yaklaşık olarak isabetli olacağımız bir gerçek var. O da psikopatolojik durumların günden güne yaygınlaşıp arttığı yönündeki gerçek. Küreselleşme ile beraber post modern çağ, dijitalizm, neoliberal düzlem…  Yani rekabetçi, ayartıcı, tüketim odaklı, hazcı, değerlerin yozlaştığı ve görünümlerin yüceltildiği bu çağ; psikolojik sıkıntılar açısından oldukça verimli bir ekosistem. Üst anlatıların, ideolojilerin, tanrının, davaların, hatta aşkın artık iyice sönükleştiğini, ahlaki değerlere göreceliliğin gölgesinin vurduğunu, bağ kurmanın zorlaştığını, ölümün git gide daha inkâr edilesi olduğunu, yaşlılığın bir öcü haline geldiğini, kimliğin bile belli bir referans noktasının kalmadığını düşünecek olursak… Sosyolojik unsurlardan bağımsız bir psikoloji elbette düşünemeyiz. Dolayısıyla sorunların ne kadarı psikolojik ne kadarı sosyolojik sorusu aslında şöyle bir soru: Üsküdarlılar, ne kadar İstanbullu ne kadar Türkiyeli? Bunun gibi sosyoloji ve psikoloji de üst üste binmiş katmanlar.

Terapist kimliğinize yönelik bir soru soracağım. Danışanlarınızı göz önünde bulunduracak olursanız; insanı en çok örseleyen şeyin ne olduğuna dair kanaatleriniz neler? Ne olmayınca ne olmuyor? Ne olmayınca ne yetmiyor? İnsanın bütünlüğünü toplanması zor bir biçimde hangi zorbalık türü parçalıyor?

Sanırım burada genel geçer bir şey söylemek zor. Çünkü yaşadığımız deneyimlerin kendi güçlükleri başka birçok unsur ile tepkimeye giriyor ve duygusal çıktı değişiklik gösteriyor. Çok büyük kayıplar, belki annenin ya da bir evladın kaybı mesela, kişisel kaynakları zayıf biri için oldukça yıkıcı olabilecekken bir başkası için bambaşka bir yas sürecine neden olabiliyor. Güvenli bağ kuramamış biri için herhangi bir terkedilme büyük bir travma olabilecekken yine bir başkası için başka türlü bir kırılma yaratıyor.

Hepimiz kendi tahriş olmuş bölgelerimiz ya da kendi kırılganlıklarımıza isabet eden yerlerden daha fazla örseleniyoruz. Dolayısıyla insan türü kadar incinme türü var. Yine de genel bir başlık çıkarmayı illâki istersek şöyle söylemem belki makul olur: “İnsanın dünyaya karşı güvenini ve temel inançlarını sarsan şeyler oldukça örseleyici oluyor”. İnsanların iyi olduğuna, bizi iyi şeylerin beklediğine, dünyanın güvenli bir yer olduğuna inanmak istiyoruz.

“Gerek takdir beklentisi, gerekse ilgi, sevgi ya da beğeni ihtiyacı sağlıklı olmak ile beraber aynı şeyi ‘zehirli’ hale getirecek şey ölçü ve frekanstır.”

İnsanların birbirlerini amasız, fakatsız takdir etmediklerine dair bir görüşünüzü okudum bir yerde. İnsan fizyolojisinde ve dolaylı olarak ruh halinde takdir edilmek neye yarıyor? Takdir edilen/edilmiş olan bir insan ruhsal olarak hangi hususlarda rahatlıyor?

Hepimiz için bir ötekinin algısında nasıl olduğumuz önemli. Gören göz ile görülen güzelliğin ilişkisinde iki taraf da birbirine muhtaç. Takdir edilmek, varlığımız ya da yaptıklarımıza dair yankı almak insan için anlaşılır ve doğal bir ihtiyaç. Ancak psikolojide her zaman bir ölçü ve frekans meselesi var, olayların rengini belirleyen. Bir şeyin sürekli bekleniyor olması ya da sık bekleniyor olması işleri değiştirir. Takdirden hoşlanırsınız ancak onsuz da yaşarsınız, olsun istersiniz ancak her zaman da istemezsiniz, kimi zaman hayal kırıklığı yaşarsınız ancak buna da dayanabilirsiniz. Yani takdir ihtiyacının dozu, sıklığı, yokluğu ya da varlığında yarattığı duyguların şiddeti, tüm bunlar sağlık ve sağlıksızlık spektrumundaki lokasyonumuzu değiştirir.

Takdir edilmek, beğenilmek, ötekinin arzusu olmak, bir başkasının gözünden kendine dair bir resim çizebilmek… Tüm bunlar kendimizle ilişkimizi ya da değerlilik duygumuzu güçlendirecek pozitif kaynaklar. Sevdiklerimizin bizde olanı görmesi, teşekkür etmesi, başarı ya da güzelliklerimizi bizimle paylaşması insanın stres ve zorluklara karşı psikolojik bağışıklığını arttıracak türden şeyler. Hiç takdir edilmemek; işte ya da çocukken ailede ya da bir ilişkide ya da başka bir bağlamda, kişinin kendisini değersiz, eksik ya da yalnız hissetmesine neden olabilir. Bu türden eksik ve hayal kırıklıklarını ne kadar ve nasıl tolere edeceğimizi elbette kişiliğimizin diğer kaynakları belirler.

Sonuç olarak gerek takdir beklentisi, gerekse ilgi, sevgi ya da beğeni ihtiyacı sağlıklı olmak ile beraber aynı şeyi “zehirli” hale getirecek şey ölçü ve frekanstır. Psikoloji biliminde, şeylerin sağlığına dair en önemli göstergeler bu iki kelimeye dairdir.

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

eftalya-koseoglu
MSM konservatuarı Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Mezunu. Reklam sektöründe yaratıcı yazarlık ve prodüktörlük yaptı. New York Film Academy’de Senaryo Yazarlığı ve Yönetmenlik Eğitimi aldı. Halen akademi dışı felsefe eğitimi almaya devam ediyor.