ÖFKEDEN GEÇMENİN ŞEFKATLİ HALİ: ANNE ÇİÇEKLERİ
Kitap

Öfkeden geçmenin şefkatli hali: Anne Çiçekleri

Merhaba Mümkünseverler! Son dönemde okuduğum ve beni çok etkileyen bir kitap ile geldim.

Anneye dair şeyler, kendi hayatımda her zaman hassas bir yerde yaşar. Bazen o canlı yere kızar, bazen şefkat duyar bazen de onu reddederim. Kısacası annelik, anne olmak ve anne kız ilişkisi benim için apayrı bir yerdedir. Cebimdekileri yanıma aldım, sorularıma ekledim ve Özlem Çetinkaya ile Anne Çiçekleri kitabı hakkında sohbet ettik.

Kitabın başında, “Gerçek hayat öyküsü desem olmaz, kurmacadır desem olmaz.” demişsiniz ama yine de sormak istiyorum. Anlattıklarınız sizin yaşamınıza dair gerçekler mi?

Birebir olmasa da yaşama dair gerçekler, evet. Orada yazılan şeyler bazı duyguların ve bazı düşüncelerin dışa vurumları aslında. Somut, dışarıda gördüğümüz şeyler hepimizde farklılık gösterse bile temelde çok benzer şeylerden hareket ediyoruz. Benzer özlem, benzer acılar ya da aynı acı, aynı hasretlerden yola çıkarak birtakım şeyler yaşıyoruz. Yaşamımla birebir aynı mı? Hayır değil ama orada yaşanan tüm duygu ve sorgulamalar, benim kendi yaşamımdan ve gözlemlerimden.

Böyle bir kitabı yazmak büyük cesaret işi. Tam olarak acının içinden geçmenin bir ürünü. Nasıl karar verdiniz yazmaya?

Bunu düşündürdüysem ne mutlu bana çünkü çok uzun seneler boyunca zannediyordum ki acılarımla yüzleşip temas edebiliyorum. Bir gün fark ettim ki yok ben acılarımla temas falan etmiyorum, onlara tutunuyorum çünkü onları kalkan olarak seçmişim. Bu da beni inanılmaz bir tembelliğe götürmüş ve sadece öfkenin içinde kavrulan bir insan haline getirmiş. Sonra dedim ki bir dakika bu böyle olmayacak, ben bununla yaşamı sürdüremem. Bu acılar bende ama bu acılardan öğrenebileceğim, alabileceğim bir şey var dediğimde o zaman onlara yapmacık gülücüklerle arkadaşlık etmektense onlarla dost olmaya karar verdim.

Yani onları anlamaya mı karar verdiniz?

Evet, çünkü o kadar canımı yakıyorlardı ki ve dışarıdan bakılınca beni güçlü gösterirken içeriden bakıldığında o kadar çok zayıflatıyorlardı ki o zayıflıkla hayata devam etmem pek mümkün değildi. Dışarıdan böyle görünmüyor olabilirdi tabi. Hayatım çok şükür yolunda tabi, acıların içindeyken de böyleydi ama gelin bir de onu yaşayana sorun. Gerçekten yaşamaya karar verdiğimde bu kitabı yazmaya da karar vermiş oldum.

Peki tam olarak neydi bu kararı verdiren size? Bir çalışma mı, yaşadığınız bir an mı, bir farkındalık mı?

Nasıl gerçekleştiğinin tam net bir cevabı yok çünkü hayatta her şey birbirine bağlı olarak gerçekleşir. Ama şunu söyleyebilirim: Çok eskiden beri yazıyorum, çocukluğumdan beri. Babamla mektuplaşarak başladı hikayem. Duyguları ve düşünceleri sağaltmak ve önce dışarıya çıkartmak, onlara bakmak ve onları daha derli toplu hale getirmekle… Bu sayede karşı tarafa bunları ifade ederken de vurdulu kırdılı bir yerden değil de yapıcı bir yerden hareket etmeyi o zamanlar öğrenmiştim. Sonra, sebepsiz bir iç huzursuzluğum vardı hep. Ailenin içinde, arkadaşlarının yanında ayrık otu gibi hissetmek, sosyal gibi görünüp ama aslında içeride çok antisosyal olmak… Gerçekten kendime çok iki yüzlü geldiğim bir anda kendime şöyle dedim: “Benim en güçlü kasım yazmak. Ben bu kası nasıl kullanabilirim? Kendimi görmek için. Bu aşamada da hayatımda terapi, birtakım öğretiler ve spiritüel çalışmalar oldu. Beni en çok yolda tutan ve kendimi aydınlatmaya giden yol sevgili öğretmenim Cem Şen ile birlikte çalıştığım Kalp Yolu eğitimleridir. Tüm bu acıların içinde geçmeyi orada öğrendim.

“Var olan duyguların üstünü örtmek, insanın yalnızca kendisiyle temasını kapatır.”

Annelik ve anne olmak toplumumuzda oldukça yüceltilen bir şey. Merak ediyorum bu kitaptaki Özlem için de yaşananlara rağmen gerçekten de cennet annelerin ayakları altında mıydı?

Evet. Sevgili Cem Şen’in çok yakın zamanda yaptığı bir konuşmadan alıntıyla cevap vermek isterim: “Eğer bir zihni aydınlatmak ve nirvanaya ulaşmak mümkünse eğer buna giden yol insan olma boyutundan geçer ve o annedir ki beni bu boyuta doğmaya alan açan kişi o.” Dolayısıyla anne, minnet duyulması gereken bir kişi hayatımızın içinde. Fakat sadece bu gerçekle birlikte benim içimde başka bir duygu oluşuyorsa bu da önemli. İnsanız ve büyük bir cehaletin içindeyiz. O cehaletin içinde benim eğer kendi kafamda kurduğum bir anne tanımı varsa ve bu tanıma annem uymuyorsa, öğrendiğim birtakım gerçekliklerim varsa, kendi cehaletimle kıyaslamalarım varsa işte buralarda içeriden öfke doğuyorsa hatta nefret varsa bunlara da gözümüzü kapatmamamız gerektiğini düşünüyorum. Böyle bir duygu, böyle bir his olduğunda bunun kaynağı nedir diye bakabilme cesaretini göstermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunları görmek anneyi daha kutsal ya da daha az kutsal yapmıyor.

Duyduğunuz negatif duygular sizi harekete geçirmekte zorladı mı peki?

Zorladı çünkü ben annemden dayak yemiş bir çocuğum. Dayak yediğim zamanlarda da orada gül bittiğine inanmıyordum çünkü çok canım yanıyordu ve canını yakan birine öfke duyarsın. Sana şefkatle yaklaşsa bile öfke… Bu nedenle annemi kutsallık anlamında çok yukarılarda bir yere koyamadım. Böyle bir talebim de olmadı. Oğluma da hep söylerim, sadece annen olduğum için beni sevmek zorunda değilsin diye. Sadece anne tanımı bunu getirmesin, annen olduğum için bana kendini borçlu hissetme. Bu, sadece kalbinden gelsin.

ANNEYE DUYULAN AMA ANNEDEN DUYULMUŞ BİR ÖFKEYİ GEÇMEK

Özlem, annesinin dinmek bilmez bir öfkesi ve sonu gelmez acizliğinin sebebini arıyor durmadan. Sanki sır çözülünce kendi öfkesi de çözülecek. Anneye duyulan ama aynı zamanda anneden duyulmuş olan böyle büyük bir öfke insanı nereye taşır?

Benim öfkeyi önce hazmetmem gerekti. Canımın yanması dayanılmayacak boyuta geldi ki aaa bir dakika, dedim. Ben acımla yüzleşebildiğimde, annem bana bunu yaptı, şunu yaptı kısmından çıkınca bu beklentinin acı doğurduğunu, bu kaçma refleksinin ya da bu tutunmanın daha fazla acı verdiğini fark ettiğimde annemin vurduğu yerde gül tomurcuklarını görmeye başladım. Kolay mıydı? Hayır. Hala da değil fakat çabam bu yönde. Artık umudum var, bu oldu çünkü üzerinde çalıştım ve sevginin iyileştirici olduğunu gördüm.

“Benlik kazanarak değil, benliğinden sıyrılarak acıyla yüzleşebiliyorsun.”

Babanın talimatları ve sertliğiyle annenin ona karşı suskunluğu ama suskunluğa rağmen kızına şiddetli tepkileri arasında çığlık atan bir genç kız olarak büyümek… Öfke de günden güne büyüdü mü bu kız için? Terapiler işe yaradı mı bu noktada?

Terapiler, çoğunlukla bize bir benlik kazandırma üstüne kurulu.  Büyük benlik algısıyla bunu yapmak pek mümkün olmuyor tabi çünkü o algıyla hep bana haksızlık oluyor, bana öfke duyuluyor, benim ayağıma çelme takılıyor. Bu kadar benlikle huzurlu ve mutlu olmak mümkün değil. Bu anlamda minnet duyduğum bir terapistim var, Tülay Kök. 29 yaşındaydım o zamanlar. Bildiğimiz terapistlerden farklıydı ve nefesi, Doğu felsefesini bana ilk o öğretti, geniş bir bakış açısı vardı. Bu bakış açıları evet işe yaradı diyebilirim. Öfke, aşılması hem zor hem kolay bir şey belki de.

GÖRÜLMEMEYİ AŞMAK MÜMKÜNMÜŞ

Kitap çıktığında tekrar okudunuz mu kitabı? Okuduysanız nasıl hissettiniz?

Daha çok yeni okudum. Tamamen dışarıya çıkıp bakmaya çalıştım. Buradaki hikâyenin hayatın ne kadar da kendisi olduğunu gördüm. Hayatın içinde neşe de kayıp da üzüntü de var. Kitaptan kendime aldığım şeylerden biri de şuydu: “Lütfen kıyası bırak.” İnsanın aslında zihni değiştikçe anıları da değişiyor. Aynı kişiyle ilgili bambaşka şeyler hatırlamaya başlıyorsunuz. Hiçbir anıya takılmadan, hiçbir duyguya tutunmadan yol almam gerektiğini söyledi kitap bana.

Kitabı okurken annesi için görünür olmaya çalışan birini okudum. Görünmediğini hisseden biri bunu nasıl aşar diye sordum kendime. Nasıl aşar sahiden?

Görünür olma isteği tamamen bir varoluş çabası, ben varım demenin bir hali. İşte burada da benliğe tutunmak devreye giriyor. Ben varım, beni gör, beni duy. Ancak Aslı beni görürse ben varım, diye düşünüyorum oysa Aslı beni görse de görmese de ben varım. Bunun için Aslı’ya, anneme, babama bir sorumluluk yüklüyorsam hatta hayatımın tüm sorumluluğunu oraya yüklüyorsam bu bana hiç yetmeyecektir. Bugün annem görecek, sonra diyeceğim de kocam görsün. Sonra herkes görsün, sosyal medyada yüz bin kişi görsün. Bu açlığın aslında ne kadar gereksiz bir açlık olduğunu ve karnımın tok olduğunu fark edersem tüm hayatımı başkalarının eline vermemiş olurum. Kendi varlığını kendin kabul ettiğinde sağlam bir zemine basmış oluyorsun aslında. Görünür olma çabası, varlığına anlam yükleme çabası demek. Bunu fark ettiğindeo zaman doğru soruları sormaya başlarsın

“Öfke, harekete geçerken kullandığım bir şeyken şimdi beni anlayış harekete geçiriyor.”

Bu kitaptaki öfke Özlem’i nereden nereye taşıdı?

Bu kitaptaki öfke Özlem’i anlamaya taşıdı. Birinin hikayesini öğrendiğiniz zaman bir şeyi anlamak mümkün. Bir seri katilin dahi hikayesini öğrencinde hak vermeseniz dahi bu zihin haliyle yapabileceği başka ne vardı ki? diye sorabiliyoruz kendimize. Evet, tabi ki hak vermiyorsunuz ama onu suçlamaktan çekiliyorsunuz artık. Bu öfke, Özlem’i bir suçlu aramaktan kurtardı. Hatta “içeride” bir suçlu aramaktan kurtardı. Bu öfke dedi ki: Sadece olanı görebilir misin? Olanın arkasındaki cehaleti fark edebilir misin? Eğer cehaleti fark edersen bu cehaleti ortadan kaldırmak için sorumluluğu alabilir misin? Artık küçükken sınırları ihlal edilmiş, görülmemiş çocukluktan çıkıp büyüyebilir misin? O öfke hem kitaptaki hem yazar Özlem’i büyümeye davet etti.

Sevdiği birinin (Halit’in) ölümünü bile tam anlamıyla yaşayamıyor ana karakter. Orada bile annesinin var oluşunun gölgesi düşüyor Özlem’in acısına.

Kitaptaki acıyı yaşayamamakta şöyle bir şey var: kitaptaki Özlem eşini kaybetmekten o kadar korkuyor ve o kadar çok ona tutunuyor ki varlığını farkında değil. Eğer ben bu acıyı doyarak göstere göstere yaşarsam eşimi kaybedebilirim korkusuyla aslında çok da iki yüzlü bir yerden yaklaşarak bu acıyı yaşayamıyor.

Çıkarırsam kan kaybından ölürüm korkusuyla o dikenle yaşamayı seçebiliyor insan, diye yazmışsınız. Böylesine tutunulmuş bir öfkeyi sağaltmak çok zor ama ancak affedince mi diner bu?

Affetmek, benim tarafımda karşı tarafı anlamak ve onu kendime yük etmekten vazgeçmek demek. Annemin öldüğü güne dair bir takvim yaprağı var burada ve altında bir başkasının onun için yazdığı bir şiir var. Bu sabah ona baktım ve o şiirin içinde bir kadının acıları, özlemleri, sevinçleri, ne kadar da çok şeyi olduğunu gördüm. Ve dedim ki ama hepsi gitti. Şu anda hiçbiri yok ve kendime şunu sordum: Şu an ölsem hangi duygularla hangi zihin haliyle ölürüm? Arkasından hafif kırgın ve kızgın olduğum biri geldi aklıma. Peki ben bu kızgınlıkla mı terk etmek isterim bu bedeni, değer mi böyle bir şeye? Burada neye tutunuyorum ve yanlış anladığım ne var? diye sorduğumda o alan rahatladı. Artık o kişiyi affetmek diye bir şey kalmadı. Bir yolculuğa çıkacağım ve taşımakta zorlandığım bir bavulla mı uçağa bineceğim, sadece bir sırt çantası bana yeterli olacak mı?

İnsanlar ölünce onları daha mı kolay affediyoruz sizce?

Çok emin değilim. Affetmek, o kişinin ölmesi ya da yaşamasıyla ilgili bir durum değil bence. Belki öldükten sonra bana daha fazla bir şey yapamaz deyip orayı serbest bırakmakla ilgilidir. Ama bu ne kadar doğru ve gerçektir bilemiyorum. Kendi anlayışımdaki affetme açısından ne kadar doğru bir yere götürür bilmiyorum. Artık yapabileceği bir şey yok, demek de sorumluluğu karşı tarafa vermek demek. Ben onu ölmeden önce kendi adıma öldürebilirim belki de. Sorumluluğu kendim alabilirim. Diğer türlü benim istediğim gibi olursa onu affedebilirim gibi bir yere geliyor.

Karakterin anneye duyduğu bir acımayı da saklıyor satırlar sanki. Acıma ve şefkat arasındaki farkı tam olarak nasıl tanımlarsınız?

Acıma, çok kibirli bir yerden geliyor. Kendimi yukarıda tutup karşımdakini aşağıda tuttuğumda bu his oluşuyor ve acıma, öfkeyi daha da büyüten bir yakıt haline geliyor. Kendi annenin acısını ve yaşadıklarını fark ettin, gördün, duydun ve oradaki gerçeklikle yüzleştin. Eğer burada anneye acırsan o zaman onun yaşadıklarına sebep olduğunu var saydığın kişilere öfke duymaya başlıyorsun. Hatta kendine öfke duymaya başlıyorsun, bu kadını nasıl bu acılardan çekip kurtaramadım diye. Bir yerde kurtarıcı arketipi devreye giriyorsa hemen arkasında kurban arketipi devreye girer. O zaman ya kurban ya kurtarıcı olmaya çalışıp kendine acımaya kendine kızmaya başlıyorsun. Fakat şefkat dediğin yerde bu yok. Sadece bu şekilde harekete edebilecek bir insan var ve ben, bu insanı suçlayamam.  Bir çocuğun iki adımda bir düşe kalka yürümesi gibi. Çocuğa kızmıyoruz yürüyemediği için çünkü bilmiyor. Bilmediği bir şey için birine kızmamayı seçmek, anlayışı doğuran yer oluyor. Yani sorumluluğu kendine çevirdiğin bir yer.

Özlem Çetinkaya’ya bu samimi röportajı için teşekkür ediyorum. Umarım ebeveynlerine öfke duyan herkes için bir ilham olur bu sohbet!


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

ASLI ŞENGÜN
Üniversitede aldığı iletişim ve edebiyata dair kuramsal alt yapı ve tekniklerle fikirlerini çeşitli sitelerde yazarak pekiştirmeye ve herkesle paylaşmaya çalışıyor. Bir yandan içerik üretirken bir yandan aldığı eğitimlerle iletişim tekniklerini referans alarak yol arkadaşlığı yaptığı koçluk sistemiyle yetişkinlerin ve öğrencilerin hayatına dokunuyor. Düzenlediği eğitimler ve atölyelerle de evrendeki iyi yaşam çemberinde yeni nesil rehber ve öğrenci olma görevine devam ediyor. Sosyal medya hesabında içerik üretip yazmaya devam ederken aynı zamanda Mümkün Dergi bünyesinde yazı işleri müdürlüğü ve editörlük yapıyor.