Farkındalık

Ruh ve madde dengesi

“Sonsuzluğun bir parçası mısın, yoksa değil misin?” diye sorar Jung ve devam eder, “Bir birey ne kadar yapay sahiplenmelere yönelirse önemli şeylere karşı duyarlılığı ve yaşamdan elde ettiği doyum da o kadar azalır. Kısıtlı amaçları olduğu için kendini kısıtlanmış hisseder. Bunun sonucundaysa kıskançlık ve haset duygularına kapılır. Bu yaşamda, yani buradayken sonsuzlukla bir bağlantımız olduğunu anlayabilirsek isteklerimiz ve tutumumuz da değişir.” 

Atalarımız alet kullanmaya başladığında onunla ilk doğaya hükmedebileceğini öğrendi. Onun çetin koşullarını kontrol altına alabileceğini, görünen sınırlarının ötesine çıkabileceğini keşfetti. Zamanla ürün, yalnızca ihtiyaç için üretilen bir “şey” olma niteliğinden çıkıp çeşitliliğe sahip ticareti yapılabilen bir “arzu nesnesi” haline geldi. Sayısı arttıkça değeri azaldı, arzulandığı kadar da kolay vazgeçilebilen, yok olmaya mahkûm bir niteliğe büründü. Ne var ki, insan hayatındaki yeri hiçbir zaman eksilmedi. Aksine, atılan her adımla, medyayla, kültürle, bilgiyle, teknolojiyle ve birikimle daha da güçlendi. Öyle ki, araç olması gerekenler amaç haline geldi ve biz, hayatı madde etrafında kurguladığımız bir düzende yaşamaya başladık. Artık, her zaman daha fazla satın almak istiyor, bunun için daha çok çalışmaya razı oluyor, neden koşuşturduğunu bilmeden sürekli bir şeylere yetişmeye çalışıyor, kimi zaman tökezliyor ve sorgusuzca bu çarkı döndürmeye devam ediyoruz. Tüm bu hengâme içinde anlam arayışımızı ise kaybetmiş gibi görünüyoruz. Ne var ki, doğamız gereği ona hâlâ fazlasıyla ihtiyaç duyuyor, bunu yalnızca bastırıyoruz. Bu durumu da yaşamlarımızda sürekli doldurmaya çalıştığımız bir iç boşluk halinde deneyimliyoruz. Bu boşluğu doldurabilmek için sürekli yeni metalar üretiyor, kendimizi metalaştırıyor ve nesnelerde yaşamsal doyumun izlerini arıyoruz. Psikanalist Erich Fromm’a göreyse, bunları yaparken, aslında uyum sağlamaya çalıştığımız sistemin arzu ve ihtiyaçlarını kendimizinkiyle bir tutmaya çalışıyoruz. Ancak kendimizi ona uydurabilirsek yaşadığımız hayattan doyum ve anlam sağlayabiliyoruz. Bu uğurda, kendi amaçlarımızın peşinden koşuyor gibi görünüyor fakat, bütün benliğimizle yarattığımız bu sistemin çıkarları için çabalıyoruz.

Fakat, suçlu biz değiliz. Sistem tarafından buna zorlanıyoruz.

Önceliği kendimize, sevdiklerimize, doğaya ya da anlamlı ve huzurlu bir yaşama verecek kadar ekonomik özgürlüğümüzün olması çoğu zaman mümkün olmuyor. Keza, bunları fark edecek eleştirel düşünce becerilerini de eğitim hayatımız boyunca kazanamadan kendimizi sistemin içinde buluyoruz. Satın alma, galip gelme ve itaat etme gibi beklentilerin oluşturduğu bu düzende, çoğu zaman fiziki dünyanın kaba deneyimlerinden fazlasını görmekte ya da hayal etmekte zorlanıyoruz. Hayatın gerçek amaçlarını unutuyor, yeryüzünü yağmalıyor ve ruhumuzla bağımızı yitiriyoruz…

BİZ VE İLİŞKİLERİMİZ

Uzunca bir süredir satılan ürünler ürünün işlevinden çok bize hissettirecekleri üzerinden pazarlanıyor. Ürünün nesnel özelliklerinden çok onu alacak olan kişiye katacağı değerler üzerine vurgu yapılıyor ve ancak ona ulaşırsak arzulanabilir, mutlu ya da değerli olabileceğimiz mesajını bizlere veriyor. Çünkü uzunca bir süredir reklamın öznesi nesne değil, biziz. Sanki pazarlanması, değişmesi, gelişmesi gereken ürün değil, bizmişiz gibi… Çünkü biz ne kadar tek tipleşir, benzer şeyler düşünür ve arzularsak o kadar kolay yönlendirilebiliyoruz. Birbirimizle daha çok rekabet edebiliyor, bu sayede daha çok satın almak istiyoruz. Böylece, içinde bulunduğumuz durumu sorgulayacak sebepleri konuşmuyor, buna zaman ve enerji vermiyoruz.

Tüketim odaklı yönlendirme mekanizmalarının bilinçdışımıza yansıması ise kaçınılmaz olarak değersizlik, yetersizlik ve güçsüzlük gibi duygular oluyor. Kuşkuculuğumuzu ve endişelerimizi pekiştirirken kendimize dair sahip olduğumuz iç bakışı zedeliyor. Bireysel olarak psişemizi ya da yaşamı algılayış biçimimizi etkilediği gibi kolektif olarak ilişkilerimize de yansıyor. Artık, birbirimizle kurduğumuz ilişkiler de maddeyle kurduğumuz ilişkiye benziyor ve hakimiyet kurma, sahip olma ya da fayda sağlama gibi beklentiler iletişimlerimize şekil veriyor. Modern tanışmalarımızda çoğu zaman samimiyetten çok yarar, derinlikten çok rekabette galibiyet aranıyor. Çünkü, koşulsuz verebileceğimiz sevgi, merhamet ya da anlayışı bir “değer” karşılığında vermeyi normalleştiriyoruz. Bunu da ancak kendimizi konumlandırdığımız yer üzerinden “hesaplayabiliyoruz”. Örneğin karşımızdaki kişiyi kendimizden aşağıda görüyorsak çoğunlukla onu tanımaya, anlamaya, onunla ilgilenmeye çaba sarf etmeden, onu “önemsiz” kategorisine atıveriyoruz. Eğer onun tanımaya değer bir insan olduğunu düşünüyorsak ise kendimizi yüceltip ona kendimizi eş hissettirecek biçimde yaklaşıyoruz. Onun bizden pek de farklı biri olmadığını fark edince ise hızlıca koyduğumuz yerden ayaklarımızın altına almakta herhangi bir sakınca ya da çelişki görmüyoruz. Onu en baştan ulaşılamaz bulmuşsak ise hassas egomuza zarar gelmesin diye onu hızlıca değersizleştiriyor, kötülüyor ve lanetliyoruz.

“İnsan dünyanın merkezi olduğu hayalini sürdürür, oysa müthiş bir önemsizlik ve güçsüzlük duygusu altında ezilmektedir. Yaşadığı yalıtım ve güçsüzlük duygusu bütün insan ilişkilerinin büründüğü nitelikle daha da artmıştır. Bütün toplumsal ve kişisel ilişkilerde piyasa kuralları geçerlidir. Bir bireyin bir başkasıyla somut ilişkisi, doğrudan ve insanca niteliğini yitirmiş, bir kullanma ve sömürme ruhuna bürünmüştür.”

Erich Fromm

VÜCUDUMUZ VE DOĞAMIZ

Zihin, beden ve ruh bütünlüğünden oluşan varlıklar olarak bedenlerimiz de içinde bulunduğumuz sistemden ve onun yaratımlarından kaçınılmaz olarak etkileniyor. Bunun en belirgin örneklerinden biriyse artık birçoğumuzun vücudunda kortizolun (stres hormonu) sürekli olarak salgılanıyor oluşu. Bu hormon, normalde yalnızca bir tehlikeyle karşılaştığında salgılanıyor ve vücuda “kaç, savaş ya da don” komutu veriyor. Bu sayede kendini korumayı amaçlıyor. Fakat, gündelik yaşamlarımızda herhangi bir av olma ya da saldırı tehlikesi yaşamıyor olmamıza rağmen bu hormonu kronik biçimde salgılıyoruz. Bu da bizi sürekli endişeli, kilo veremeyen, hafıza sorunları yaşayan, yorgun insanlara dönüştürüyor. Zihnimiz, normal hali olan sakin, köklenmiş ve açık düşünebilen bir konumdan aynı anda birçok şey düşünen fakat hiçbirine adam akıllı konsantre olamayan bir moda geçiyor. Hâlâ mağara adamı donanımına sahip olan beyinlerimiz hem bu kadar uyarana adapte olmaya çalışırken ciddi stres altına giriyor hem de sürekli düşünsel ve fiziksel kaygılar taşıyor olmaktan doğru çalışamıyor ve düşünemiyor. Bedenimizse dışardan gelen etkenlere ve uyaranlara karşı sürekli açık kaldığı için bitkinleşen, yetemeyen ve her an tepkisel kalan bir duruma geliyor. Hal böyle olunca vücudumuzun kendini temizlemesi, detoks yapması ve iyileşmesi için harcayacağı enerji her an savaşa, donmaya ya da kaçışa hazır olmaya harcanıyor. Bu da hormonları, kasları ve zihni sürekli tetikte tutuyor. Kronik hastalıklarımız iyileşmiyor, yeni hastalıklar ortaya çıkıyor, cilt problemleri gibi acil durum anında bedenin iyileştirmeye ihtiyaç duymayacağı sorunlar sabit kalıyor. Ruhsal problemler, endişe bozuklukları ve psikosomatik baş ağrıları gibi sorunlar da sıklıkla gözleniyor. Modern yaşamlarımızda bu stresi bize sokağa çıktığımızda şehir veriyor, televizyonu açtığımızda haberler, diziler, filmler veriyor, telefonumuzu elimize alır almaz girdiğimiz sosyal medya veriyor; içtenliğini kaybetmiş tüm ilişkilerimiz, enerjimizi sömüren işlerimiz, kötü beslenmemiz ve kendimize, hayata karşı sürekli tekrarladığımız olumsuz düşünceler veriyor.

Bu sistemden en çok, en yavaş ve şimdilik en sessiz etkilenense doğa anamız. Kapitalizm kaynaklı problemler sebebiyle dünya çapında azalan canlı ekosistemlerinden tükenmekte olan kaynaklara kadar bizi etkilemeye başlamış bir iklim değişikliği içindeyiz. Doğa olayları, kıtlık, susuzluk ve bunlara bağlı toplu göçlerle dünya nüfusunun belirli bölgelerde toplanması bekleniyor. Diş fırçalarken suyu kapatmak kadar ufak hassasiyetleri gözetmemiz konusunda bizi uyaran büyük firmalarsa üretimden son kullanıcıya varana dek sistemlerindeki ciddi sorumluluklarını göz ardı ediyor. Ülkelerse kırmızı alarm veren bu konu için net sınırlar çizmede oldukça atalet içinde kalıyor. Böyle giderse, şu zamana kadar hayatta kalmak için kafamızda yer etmemiş sorunlar gündemimizin en başına yerleşecek gibi görünüyor. Bir nevi, yaşam, birbirimizin kararlarından ne denli etkilendiğimizi ve birlik olmadaki yetersizliğimizi bize yeniden hatırlatacak gibi duruyor.

RUHA DÖNÜŞ

Şüpheye sokulup dinginliğimizi kaybettiğimiz bir ortamda üst benliğimizle iletişimimiz zayıflar. Dış dünyaya dair problemleri ve etkileri içselleştirdiğimizden özümüzü duyamaz hale geliriz. Bu durum, bizim ruhumuzla bağımızın zayıflamasına yol açar. Ruhumuzsa bizim yaşama hevesimiz, merakımız, anlama çabamız ve uyanışımızdır. Duyular dünyasından daha fazlasını keşfetmeye ve kendimizi gerçekleştirmeye duyduğumuz açlıktır. Farklılıklarımızı kullanabildiğimiz, özümüzü ortaya çıkarabildiğimiz, içsel yaşam enerjimizi hissedebildiğimiz yaratıcılığımızdır. Ona çocukken güçlü biçimde bağlı olsak da zamanla onu hissedemez hale geliriz. Hayatın sorumluluklarıyla beraber, bize yaşam enerjisi veren bu özgünlüğümüz, ya da ruhumuzun dışarı yansıyan özü silikleşir. Çünkü, modern dünya, ruh ve maddenin (madde ile mananın) görünürde birbirinden ayrıştırıldığı ve birinin ötekine galip geldiği bir yerdir. Burada ruhsuz nesneler, bizim verdiğimiz yaşam enerjisiyle hayat bulur. Doğadan kopmamızın bedelini kendimize yabancılaşarak öderiz. Ve benliğimize körleştiğimiz için birliğimizi unuturuz.

Fakat ruh ve madde birbirinden ayrı değildir.

Aksine, sürekli birbirini etkiler ve birbirlerinden etkilenirler. Hatta nesneler de bizimle bağlantılıdır. Biz, kullandığımız aletlerin gelişimine, evrimine katkıda bulunuruz ve onlar da bizim gideceğimiz yönü belirler. Yani ne onlar bizden bağımsız ilerleyebilir ne de biz onlardan. Fakat durumu dengesizleştiren koşullar bireysel ve kitlesel seçimlerimizin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu, nesnelerin bizi kontrol etmeye başladığı; tüketim için kendimizi görünmez kıldığımız, ait olma zorunluluğu hissettiğimiz ve bunları sorgulamaktan uzaklaştığımızda bize zarar veren bir sisteme döner. Sömürü, güvencesizlik ve yetersizliğin domine ettiği bu yaşamda, hiçbir zaman bitmeyecek bir rekabet ve asla sahip olunamayacak bir tatmin beklentisi bizi içinde bulunduğumuz bu çarka hapseder. Özümüzle aramıza kalın bir perde çeken bu sistem bir parazit gibi yaşam enerjimizi, ruhumuzu, özgünlüğümüzü ve özgürlüğümüzü çeker. Yavaşça bizi kendine tutsak eder. Ruhsal varlıklar olarak biz ise ancak ruh ve maddenin dengede olduğu bir yaşamdan fayda, sağlık, mutluluk, huzur ve anlam sağlayabiliriz. Bu dengeyi sağladığımızda dünyanın materyal zevklerine aşırı düşkünlük, bencil hırslar, kıskançlık ve üstünlük illüzyonunun yerini ego ölümü ve tatminkârlık alır. Hakikat aydınlanır; yaşamın, insanın ve dinamiklerimizin görünenden geniş ve farklı katmanları, renkleri, boyutları açılır. Üzerimize yerleşmiş ve bizi aşağı çeken tüm yüklerden özgürleşir, koşullandırıldığımız negatif illüzyonları terk eder ve özümüzün ait olduğu yaşamı deneyimlemeye başlarız. Ruhu maddeye indirir ve maddedeki manayı algılarız. Bu, yaşama dair ettiğimiz şartsız bir kabul ve doğamızı onurlandıran bir teslimiyettir. Ruh ve maddenin dengeye gelişi ise alışkanlıklarımızı, yaşamla, kendimizle ve birbirimizle ilişkisel motivasyonlarımızı fark ederek, eleştirel düşünerek fakat yargılamayarak, koşulsuz sevgi ve merhamete alan açarak ve de şüphesiz ki içimize dönerek mümkün olabilir.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

ozge-ureyen
Lisans ve yüksek lisans eğitimlerini psikoloji alanında, kurumsal kariyerini danışmanlık ve Getir şirketlerinde tamamladı. Psikolog ve yazar kimliklerini ruhsallıkla birleştirerek yazılarını kaleme alıyor.