Farkındalık

Yoksa bir mimofil misiniz?

Mimophant: Kendi duygularına bir mimoza çiçeği gibi hassasken diğerlerininkine bir fil kadar kalın derili olan kişi. (Mimofil).

Arthur Koestler adlı Budapeşteli yazarın “mimosa” ve “elephant” kelimelerinin birleşiminden ürettiği “mimophant” 1963 senesinde uydurulmuş bir kelime olsa da tanımı günümüz dünyası için çok daha uygun. Çünkü empati herkesin bildiği ama artık pek azının becerebildiği bir bilinçlilik haline geldi. Sebebiyse ortada: Sosyal medya çağındayız ve toplu narsisim yaşıyoruz. Övgü ve beğenilme ihtiyacımız anormal boyutlarda. “Ya hep ya hiç” mantalitesiyle düşünüyoruz. Kendimizi sürekli başkalarıyla yarıştırıyor, kendimize çok çabuk acıyor, sorumluluk almaktan kaçıyoruz. Yargılayıcı ve kontrolcüyüz. Umursamazlığımızın, hatalı davranışlarımızın ya da yanlış düşüncelerimizin farkına varmıyoruz. Sadece ucu bize dokunan konuları önemsiyor, gerisini görmezden geliyoruz. Kendimizi geliştirmiyoruz. Bir çocuğun beklentilerine sahibiz ve neden her zaman önce kendimizin gelmeyeceğini anlayamıyoruz. Büyük resmi, gerçeği ve diğer insanlarla ortak bağımızı göremiyoruz. Tüm bunları “-mış” gibi yapmamız yetiyor. Çünkü hobilerin ve paylaşımın yerini alan bir mecra gerçekliğimizi parazit gibi sarıyor.

Yaşanılan yaşam yerine gösterilen yaşam önem kazandıkça diğer insanlara ve onların duygularına verdiğimiz önem, taşıdığımız hassasiyet de azaldı.

Seneler önce günde birkaç dakikamızı alan sosyal medya, zamanla saatlerimizi verdiğimiz, mental sağlığımızı, hayallerimizi, özgüvenimizi, çevremize, kendimize ve hayata bakışımızı değiştirebilecek güce sahip bir bağımlılığa dönüştü. Kaynayan tenceredeki kurbağa misali durumun yeni yeni farkına varmaya başlasak da problem, hakiki varlığımızı bu soyut ve çarpıtılmış (gerçekdışı) temsilimizle bir tutmaya başladığımızda başladı. Yaşanılan yaşam yerine gösterilen yaşam önem kazandıkça diğer insanlara ve onların duygularına verdiğimiz önem, taşıdığımız hassasiyet de azaldı. Beğeni, sevgi, ilgi hatta tepkilerimiz dahi sanal, yapay ve samimiyetten uzak olmaya başladı. Bizi hayvanlardan, (işin aslı) robotlardan ayıran yegâne özelliklerimiz kademe kademe azaldı. Çünkü artık tüm odağımız kendimiziz. Bu yüzden de sadece kendi duygularımızı yüksek sesle duyabiliyoruz. Sonuçta insan ırkı olarak -en azından şimdilik- beynimizi, hormonlarımızı ya da enerji alanımızı çeşitli teknolojik aletlerin etkisine teslim etmediğimiz müddetçe duygularımızı her an yaşıyoruz. Ne var ki onlara karşı artık çok daha hassas ve kırılganız. Bilinçdışı biçimde sürekli kendimizi başkalarıyla karşılaştırdığımız için yetersizlik hissi tarihin en yüksek seviyesinde. Çocuklar artık anksiyete ve depresyonun ne demek olduğunu biliyor, bunun da ötesinde bu durumları yoğun biçimde hissediyor. Şiddet dürtüsü, yeme bozuklukları, kaygı, kişilik, uyku ya da duygu durum bozuklukları her yaş grubunda sıklıkla görülüyor. Büyük bir takıntı olan dış görünüşe gelen herhangi bir yorum bile artık aşırı de öfkenin de ötesinde yıkıntı yaratabiliyor. Ama aynı kişi bir başkasının dış görünüşüne çok acımasız yorumlar yapabiliyor veya yapıldığına şahit olduğunda hiçbir tepki verilmeden onun acısına hissizleşebiliyor. Sosyal yaşamda bu ekstrem benmerkezcilik ve çifte standart normalleşiyor.

“Öz, öz, öz, ben, ben, ben” dedikçe çoğunlukla ötekinin varlığı ve ortak birliğimiz atlanıyor ve dolayısıyla değersizleşiyor.

Son yıllarda popüler olan kişisel gelişim akımının yetersizlik duygusu yaratarak pompaladığı sürekli iyilik, iyileşme arayışı da özümüze inmediği müddetçe dönüşüm yerine zarar getiriyor. Çünkü çoğu kişi hem asıl üzerine çalışılması gereken konuları baypas ediyor hem de bu akıma dahil olduğu “poz”” ile dışarı çizdiği imajdan narsistik bir doyum elde ediyor. Kendini ön plana koymak, herkesten önce kendini düşünmek, oksijen maskesini ilk kendine takmak yanlış anlaşılıyor. “Öz, öz, öz, ben, ben, ben” dedikçe çoğunlukla ötekinin varlığı ve ortak birliğimiz atlanıyor ve dolayısıyla değersizleşiyor. Öyle ki birçok insan için diğer insanın varlığını hatırladığı tek an artık onunla kendisini karşılaştırdığı anlardan öteye gidemiyor. Bunu egosantrik bir tatmin için yapıyor ve sonuç onu ister mutlu etsin ister daha da yetersiz hissettirsin, diğer insanın varoluşunu dışsallaştırıyor ve herkesi kendi gibi zanneden insan zihni bu hissizlik ve empati yoksunluğu bir pandemi gibi yayıyor.

Sosyal medya çağında kendimizi iyi hissetmek için olduğumuz kişiyi olduğu gibi kabul etmek birçoğumuz için çok zor. İyi hissedebilmek için kendimizi diğerlerinden üstün görmeye ihtiyaç duyuyoruz. Bunu bilinçli bir tercih olarak da değil, maruz kaldığımız etkenlerin yapaylığını gerçek sandığımız için yapıyoruz. Görünüş, yüzeysellik, kısa ve tek yönlü iletişimin mümkün olabilmesi empati kanallarımızı tıkıyor ve bizi içten daha yetersiz hissederken dışarıdan narsist, duyarsız, yüzeysel ve benmerkezci davranan mimofillere dönüştürüyor. Ne var ki, aynı gezegeni paylaştığımız insanların duygularına ve deneyimlerine dair sahip olduğumuz farkındalık bizi bir ırk olarak birleştiren hatta hayatta kalmamızı sağlayan yegâne unsurlardan. İnsanın üst boyut değerlerinden biri olan bu karşılıklı anlayıştan ne kadar uzaklaşırsak bize bunu hatırlatacak deneyimlerle karşılaşma olasılığımız da o kadar çok artıyor. Çünkü yaşam bize her zaman istediğimizi değil ihtiyacımız olanı veriyor.

Öze dönüş yolumuzu kolaylıkla bulabilmek dileğiyle…

İlgili yazı: https://mumkundergi.com/derinlerde-bir-yerde-degersizlik-hissi/

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

ozge-ureyen
Lisans ve yüksek lisans eğitimlerini psikoloji alanında, kurumsal kariyerini danışmanlık ve Getir şirketlerinde tamamladı. Psikolog ve yazar kimliklerini ruhsallıkla birleştirerek yazılarını kaleme alıyor.