Farkındalık

“Yunus Emre yaşasa, zavallı bir oduncu diye bakılırdı”

Kişisel gelişim, farkındalık, enerji alanları, semboller, rüyalar, niyetler, ritüeller derken bir an geliyor, çok yanlış bir yerde olduğumuz hissine kapılıyorum. Bir paylaşım görüyorum, bir yazı okuyorum ve işini özünü kaçırıyoruz gibi geliyor. Tabii ki yanılabiliriz… Ama nerede yanıldığımızı fark etmek de önemli. En çok nerelerde takıldığımızı, uzun yıllardır tanıdığım ve güvendiğim yazar Meltem Reyhan’a sormak istedim. Röportajın tamamını okuduğunuzda zihninizde çok yeni pencereler açılacağını garanti ediyorum.

En çok nerede yanılıyoruz?

En çok, bildiğimizi zannettiğimiz yerde yanılıyoruz. Sanki Tanrı’nın beynindeymişiz, onu keşfetmişiz gibi davranıyoruz. Tanrı değil de sistem demek daha doğru olur belki. Diyelim ki sistemin gücü 999. Biz de bu sistemin içinde üçüz, ikiyiz, belki de biriz. Şimdi üç kalkıyor, 999’u anlatıyor. Ne kadar anlatabilir? Ancak üç kadar anlatabilir. İnsan olarak bence en büyük problemimiz bu. İki bilgi öğrenince, birazcık deneyim yaşanınca “Tamam çözdüm ben bu hayatın bilgisini” diyoruz. Aslında hayatın bilgisini çözemiyoruz, kendimizi çözme, anlama yolculuğundayız. İşte kendimizi en çok kandırdığımız yer de burası; kendi dünyamızı değiştirirken bile bu kadar zorlanırken dünyayı değiştireceğimizi zannediyoruz.

Bu yanılgı bize senin yıllardır anlattığın “doğru niyet etmek” konusunda da hatalara düşürüyor. Niyet yaparken hale girmenin öneminden bahsediyorsun. Hale girmek ne demek?

Biz bir potansiyel ile doğuyoruz. Diyelim ki armut ağacıyız. O zaman armut ağacı olma potansiyelimiz var, hiçbir zaman kayısı ağacı olamayacağız. Çok güzel, harika armutlar verebiliriz, doğayı bununla besleyebiliriz, geleceğe tohumlarımızı gönderebiliriz. Ama karşımızda bir kayısı ağacı var ve pek de güzel görünüyor. “Ah keşke ben de böyle bir kayısı ağacı olsam. Ben oturayım, kayısı ağacı nasıl yetişiyor öğreneyim, ben de onun gibi davranırsam kayısıya dönüşebilirim” diyoruz. Hayatımız boyunca olmayacak şeylerin peşinde koşmamızın, bize verilmeyenler için hayattan şikâyet etmemizin sebebi işte bu. Kendi potansiyelimize değil de seyrettiğimiz potansiyele yönelmiş niyetlere, dualara, hallere girmemiz.  O zaman ne oluyor; ruhsuz bir şey gibi, fabrikasyon bir ürün gibi oluyor.

Robotik bir hal sanki…

Robotik, evet çok doğru. Bir sanatçının elinden çıkmış bir vazo değil de binlerce adet üretilmiş bir vazoya dönüşmek istiyoruz. Ben de onun gibi olayım, ben de şunun gibi yapayım. Süpermarket örneği verelim. Evren süpermarketinden istediğimizi almak serbest ama hepimizin bir kart potansiyeli ve harcama limiti var. Ne alabileceğimiz kartta kayıtlı. Süpermarket külli irade, karttaki potansiyelimiz cüzi irade diyebiliriz. Bu markette çok büyük zenginlikler var. Ama biz bakıyoruz, yanımızdakinin sepetinde kinoa ve avokado var. Biz de onlardan almak istiyoruz ama kasaya gittiğimizde geri gönderiyor, bunun barkodu sizde tanımlı değil diye. Bu sefer başlıyoruz ona verdin bana vermedin demeye. Ama öğrenmişiz de, ol dersek olur, doğru niyet yaparsak biraz da ritüel eklersek bu bize verilir. Peki his var mı? Yok. Onunla ne yapacağımızı biliyor muyuz? Hayır. Bulutumuzda o potansiyel yok ama bunu kabul etmek istemiyoruz. Yani kendi potansiyelimizin içinden ne çıkaracaksak onu çıkaracağız. Bunu maksimumda da ortaya koyabiliriz, minimumda da… Burası bize bırakılmış.

Bu durumda bir niyet için hal veya his üretebilmemiz potansiyelimiz ile mi doğru orantılı?

Evet.

Bunu yapamıyorsak orayı çok fazla zorlamamak mı lazım?

Zorlamamak lazım ama zorluyoruz… Kişi mesela çok güzel bir şey talep ediyor hayattan… Diyelim ki kendi ile buluşmak istiyor. Öyle bir anda öyle bir şey oluyor ki ne varsa kendinden fazla güvendiği, elinden alınıyor ve kendi ile buluşma bu vesile ile gerçekleşiyor. Ama insan yolda giderken bu buluşmanın da nasıl olacağını kendi ayarlamak istediği için hırçınlaşıyor. “Ben ne söylemiş, ne dilemiş olabilirim ki hayat beni cezalandırıyor?” diye düşünüyor. Aslında her şey yolunda, o kendine, özüne, yeteneklerine doğru bir yolculuk yapıyor.  Şimdi orada o his, his yüklemesi denilen durum oluşmuş. Kendi ile buluşma isteğinde o kadar samimi ki. Hesaplayamadığı şey gidiş yolu.

 Ama diyelim ki oturuyor benim neye ihtiyacım var diye soruyor, alışveriş listesi yapar gibi… Aslında güvene ihtiyacı var ama o listeye ev yazıyor, eş yazıyor, iş yazıyor, çocuk yazıyor. Özdeki ihtiyacın güven olduğunu samimiyetle söyleyemediğimizde, “Evim olursa mutlu olurum” dediğimizde orada bedel ödemeye, mücadele vermeye çok ilginç bir şekilde razıyız. “Evim olsun, işim olsun, o olursa mutlu ve güvende hissedeceğim.” Hayır hissetmeyeceksin çünkü özde güvenmek isteyeceğin şey o değil aslında. İşte bu noktada gerçek hisle niyet etmemiş oluyoruz.

Öğrenilmiş niyetler yapıyor, öğrenilmiş bir halde istiyor.

Evet. Kendi ile buluşmak isteyen bir yerde aydınlanıyor ve diyor ki, “Ben bu yaşadıklarımdan çok razıyım. Evet bunları yaşadım ama şu anki halimden çok razıyım.” Diğeri ise evini alıyor diyelim -çünkü sistemde bu niyet de çalışıyor. Ama hiçbir zaman o güven duygusu gelmiyor. Hep huzursuz ve bedel ödediğini düşünüyor. Talep ettiğin şey eninde sonunda seni iyi hissettiriyorsa bu senden çıkandır ve sana geri gelir. Ama öteki türlü ev örneğindeki gibi dışarıdaysa dışarıda kalıyor, içerideki güven eksikliğini tamamlamıyor.

“GÜÇLÜ TARAFLARIMIZA

MEYLETTİĞİMİZDE YANILIYORUZ”

O zaman niyet yapmak için önce kişinin kendisini bilmesi lazım. O zaman ilk niyet “Kendimi bilmeye niyet ediyorum” oluyor.

Evet, hatta Niyet Defteri’nin bazı okurları bana tepki gösteriyor, “Bu kitabı okuduktan sonra niyet yapamaz oldum” diyorlar. “Sana ait olmayan niyetlerdir yapamadıkların” diyorum ben de.

Kitaba başlarken de “Bırakmaya niyetin varsa devam et” diyorum. Çünkü bir şeyleri bırakacaksın. Niyet kelimeden çok içerdiğidir. Çağırdığın o içeriğin farkında mısın?  Orada sadeleşmek çok önemli. Benden mi, bana istetilenden dolayı mı talep ediyorum? Bu benden mi? Bende ne var? En çok sorduğum sorulardan birisi bu işte. Niyet Defteri’nin devamı diye düşünüyorum şu an yazdığım kitabı. Bende ne var, potansiyelim, eksik gördüklerim, zayıf yanlarım neler? Çünkü zaten oturup bir şeye niyet etmeden, ifadelerimizle fark etmeden daima niyet ediyoruz. Mesela bir görüşmemede şöyle bir şey oldu. Çok taşınan ve bundan da mutlu olan birisiydi. Başladık konuşmaya, dedi ki şuradan göç etmişiz, ailemde de bu var, şimdi yine taşınacağım ama bundan sonra gideceğim yere karar veremiyorum, nasıl niyet edeceğim bilemiyorum. Dedim ki farkında mısın, en güçlü gördüğün tarafın adaptasyon yeteneği. Evet, dedi ben çok kolay adapte olurum. Peki dedim bu adaptasyon uyumlanmayı getiriyor mu? Evet. Peki uyumlanmada “Benim talep ettiğim buydu, çok şükür bunu da buldum” hali var mı? Düşündü, hayır yok dedi. Ne varsa adapte olurum diyor. Tamam adapte oluyorsun güzel ama hayata nerede meydan okuyorsun? “Ne verirsen ver ben adapte olacağım” diyerek…

O da veriyor…

Veriyor. En başta sordun ya nerede yanılıyoruz diye… Güçlü taraflarımıza meylettiğimizde yanılıyoruz. “Ben bunu hallederim” dediğimizde. Halbuki biz o zayıf tarafı kabul etmeliyiz, niyet oraya çalışmalı.  Aynı kişi ile küçücük bir çalışma yaptık. Dedi ki oğlumdan dolayı bir şehir seçmeye çalışıyorum ve zorlanıyorum. Oğlunu koy kıyıya dedim. Sen, kendin nasıl bir şehirde yaşamak istiyorsun, dokusu nasıl olacak, evin nasıl olacak, dışarı çıktığında komşu görmek istiyor musun, deniz görmek istiyor musun? Öyle böyle derken bak dedim hiç şehir konuşmadık. Hangisini seçersen seç mutsuz olacaksın çünkü hepsi dışarıda. Neye ihtiyacın var, ona bak. Arkasından, en arkasından ne çıktı biliyor musun, ilerlemek istemeyen taraf, sorumluluk almak istemeyen taraf. Mesleki sorumluluğunda ortaya çıkmaya cesaret edemeyen taraf. Kendisi sonra birden, biliyor musunuz arkadaşlarımı görüyorum, ödüller alıyorlar, bir teknik geliştirmişler. Ben hep yeni okullar, yeni şeyler peşindeyim dedi. Hatta sonra anlattı, bir okulda çalışmış, aynı anda anasınıfından liseye kadar tüm öğrencilere bakmak zorunda kalmış. Adaptasyon yeteneğim çok güçlü derken işte fark etmeden talep ediyor.

“Sen gönder ben adapte olayım” diyor.

Biz niyeti, “Şöyle şöyle bir evim olsun” demekle sınırlı zannediyoruz. Oysa halde yaptıklarımız da var. Mesela bu kişi köklenmek ve istikrar deyince “Ay ben sıkılıyorum” diyor. Hayır. Sıkılmıyor. Hedef koymaktan kaçınıyor. Kariyer hedefi yok. Mesleğini nereye götürmek istediğini bilmiyor. Dönüp duruyor orada, tekrar döngüsüne girmiş. Bu kişi şimdi bir şey talep etmeli mi? Bence önce kabul etmeli.

“AYDINLANMA İLE SEÇKİNLİK AYNI YOLA SOKULDU”

“Ben bunu istemiyorum, burada kaçıyorum, burada yoruldum” diyebilmeli yani.

Evet, ilk önce kabul…. “Bende ne var?”dan kastettiğim bu. Kabul…. “Bu taraflarım güçlü evet ama burada korkularım var, endişelerim var” veya “Burayı hiç deneyimlemedim, bilmiyorum, acaba ister miyim?” diye bakabilmek. Şu dönem daha çok kazanmak, daha ünlü olmak, daha çok takipçi edinmek hallerimiz var ya… Daha, daha, daha, daha. “O zaman kendimi güvende ve kabul görmüş hissedeceğim.”  Bunun arkasında seçkin hissetme niyeti var. “Ben o ilahi planları öğrenmiş ve aydınlanmış kişi olacağım.” Bu nereye getiriyor insanı? Kendini olduğu gibi kabul etmek yerine, kendi zenginliğini, eşsizliğini fark etmek yerine seçkinler sınıfına girebilme çabasına… Çünkü artık aydınlanma ile seçkinlik aynı yola sokuldu. Yani bir insan ne kadar zenginse, ünlüyse o kadar aydınlanmış sayılıyor.  Halbuki Aziz Mahmut Hüdai Bursa Kadılığı’nı yani mevkiyi bırakarak aydınlanma yoluna girmişti. Yunus Emre ise 40 yıl odun taşıyarak… Yunus Emre bugünkü hiç kabul görmezdi, zavallı bir oduncu diye bakılırdı. Aziz Mahmut Hüdai de kariyer planını yapamayan adam olarak görülürdü.

Bu çok güçlü bir benzetme oldu!

Mevlana, kurulu sistemi bozmuş, aşka düşmüş, adamın birinin aklına uymuş, çoluğu çocuğu, bütün dergahı dağıtmış diye görülürdü bugünkü sistemde. Şimdi ulvi deniliyor. Mesela bugün bir şeyini bırak, eşinden ayrıl, sıfırdan başla, mühendissin, git bir kasabada ayakkabı imal et. “Şekerim yani, görüyorsun bir de bu hale düşmek var” oluyor durumun. “Hani çok biliyordu, hani bak ne oldu, kendi de ne yaşadı?” oluyor. İlk sorduğun soru en etkili soruymuş, yine oraya geliyoruz. Bilgiyi bilmeyi, bilmeyi zannetmeyi kendimize bir statü sembolü, bir kariyer mevkisi gibi görmeye başladık. “Hayatım çok biliyordu da ne oldu, bak kendi de yaşıyor.” Bilmek yaşamayacağın anlamına gelmiyor ki.

Bilmek, olanı nasıl yaşadığını değiştirir herhalde.

Ve yaşarkenki hali…. Yani acaba o yaşarken, senin onu gördüğün kadar kötü mü yoksa o soyunduğu elbiseden, yeni elbisesini giymiş olmaktan mutlu mu? Senin pencerenden o kaybetmiş, onun penceresinden öyle değil. Başkasının penceresinden bakarak onun hakkında zanda bulunmak yeni çağ felsefesi oldu. Bizi sürüklediği, yani sürü mantığına soktuğu yer şu: Neyin var, ne kadar var, ne kadar görünürsün, söylediklerinle yaptıklarınla daha daha daha bir dünya yaratabildin mi? İspat bu. Artık sözlerin, hallerin zamanı değil maalesef. Yani çok tasavvuf konuşuluyor ama tasavvufun edebi konuşulmuyor. Tasavvuf, iyi ahlak üstüne olmaktır. Sende iyi olmayanı fark edip bunu ayıklayabilmektir. Daha zengin, daha başarılı, daha felsefi olmak değildir. İnsanın kendine dönüp kendini bilmesidir. O yüzden “Kendini bilen Rabbi’ni bilir” denir. Kendini bilen ne istediğini, ne istemediğini, yolunu, yolculuğunu bilir. Ama şimdi öyle değil. Evini daha iyi bir yere taşıyorsan, “Bu doğru insan, bunun peşinden gidelim” oluyor. Onların gözünden bakınca ben de çok parlayan bir şey değilim. “Neden daha fazlasını yapmıyorsun, neden kitapların daha çok satmıyor?” diyebiliyolar. Bu kişilere şunu soruyorum. Sizin için başarı nedir? Haklı olmak, mutlu olmayı getirmiyor. Başarılı olmak da mutlu olmayı getirmiyor. Sizin için hedef başarılı olmaksa devam edebilirsiniz ama belki karşınızdaki için hedef mutlu olmaktır. Hatta mutlu olmak da değil, kendi olmaktır. İşte tüm bu nedenlerle hedefimiz nedir, niyeti neden yapıyoruz, bu yolculuğa neden çıktık, bunlara bakmalıyız. Birçok insan bu kadim bilgileri alıp, kendisi için kullanıp, gitmek istediği yere varıp başardım demek istiyor. Bunu yapabilirler, özgürler ama bir grup insan da kendini bilmek, kabuklarından soyunmak, kendinden olmayanı bırakmak ve yola devam etmek istiyor.

“’DAHA’YA YÜRÜMEK İSTEYENLER YÖNETİLEBİLİR DE OLUYOR”

 Sürdürülebilir bir şey istiyorlar yani.

Evet. İkisi arasındaki fark şu. Biri birey olmak istiyor. Kova çağının arifesinde yeni bir döneme girdik. 2000-2020 arasında da değiştik, dönüştük, konuştuklarımız kavramlarımız, her şey değişti. Şimdi bu iki örnekte “daha”ya yürümek isteyen ile “kafi”ye yürümek isteyen var. “Daha”ya yürümek isteyenler yönetilebilir de oluyor. Çünkü siz kitleleri yönetebilirsiniz ama bireyi yönetemezsiniz. Bir adam kâfi diyorsa onu dışardan bir şey ile güdüleyemezsiniz. Ama bir adam daha diyorsa ona; “Bu tarafa gidersen dahası var” diyebilirsiniz. Bizim burada kararımız nedir? Daha diyor isek huzur biraz uzakta. Mal yakın olabilir, başarı yakın olabilir, buralara bir şey demiyorum orada da bir yol var. Ama huzuru, kâfi diyebilmek getiriyor.

En çok para konuşulduğu için oradan soracağım. İlk başta verdiğin market örneğinde eğer kişinin potansiyelinde çok zengin olmak yoksa “Bu haksızlık ben hep kıt kanaat mi geçineceğim” diye sorabilir. Ona ne dersin?

O zaman zenginlik kavramına bakalım. Kimine göre milyar doları olmak zenginlik, kimine göre marketten istediğini satın alabilmek, kimine göre de sıcak bir evde oturmak zenginlik. Şimdi mesela sıcak bir evde oturamayan için, kaloriferli bir evde oturan daha zengin. Benim de markette param yetmediği için bazı şeyleri kasada bıraktığım günler oldu. O günkü Meltem için zenginlik, markete girip istediğin gibi alışveriş yapabilmekti. Bunu yapabildiğimde de “Bu çok güzelmiş, ben zenginim” dedim. Kendimi dışarı ile konumlandırdığımda daha fazla zengin olmak istiyor muyum? Son model bir araba almak, yat almak, yazlık almak, bilmem ne kadar parayı kıyıya koymak istiyor muyum? Hayır, benim potansiyelimde böyle bir şey yok.

Olsa duygusu olurdu herhalde.

Olsaydı zaten ben başka şeyler yapardım. Kitap yazmazdım ya da kitabı nasıl çok satarım mantığı ile yazardım. Bunun matematiğini biliyorum ben.

Böyle yapmak yanlış mı peki?

Hayır değil. Meltem’in potansiyelinde haz aldığı, keyif aldığı, kendini zengin hissettiği yazma duygusu var. Yani sabah-akşam dua ettiği, onu yataktan kaldıran duygu bu…. Bir şey ortaya koyduğunda kendini zengin hissediyor. Bu, para algısını  etkiliyor. Ben ilk paramı nasıl biriktirdim biliyor musun? Aslında yıllarca ticaret yaptım, ortaklık yaptım, sen biliyorsun çok büyüttük şirketlerimizi. Milyonlar geçti elimden ama hepsi geldi gitti. Ama ben ilk paramı kendi başıma bastığım kitaplarımdan ayırdığım parayla mayalayarak biriktirdim. 17 liraydı satışı. İlk parayı duayla koydum kitabın arasına, bereketim olsun dedim. Bana dediler ki kitaptan zengin olunmaz. Bense ticareti bıraktım, şirketi devrettim, çok daha iyi paralara satabileceğim şirketi devredip aşkla Sırlar Bohçası kitabımı yazmaya koştum. Kitaplarımla kazandıklarım için Allah bereket versin. Şimdi daha az şey satın alıyorum ama zorlandığım için değil. Daha az ihtiyaç duyuyorum. Özde kâfi diyorum, bu da kâfi.

Daha çok para kazanırken oraya mı yatıralım, buraya mı yatıralım duygularım vardı. Paranın beni yönetmesi, şirketi büyütmek lazım düşüncesi beni huzursuz ediyordu. Kitap başına küçük telifler alıyorum ama binlerce insana ulaşıyorum, dokunuyorum. Oradaki duygu çok şükür paramı, ruhumu bereketlendiriyor.

 O zaman soruyu sorduğunu varsaydığımız kişiye önce zenginlik ve para kavramını sorgulatmak gerekiyor.

Ben bunu Niyet Defteri’nde de soruyorum, hep soruyorum. Şimdi bir adamın potansiyelinde zengin olmak var diyelim. Mesela çobanlık yaparken evden kaçmış, tuvaletlerde yatmış, bugün İngiltere’nin en büyük Türk restoran zincirine sahip. Orası adamı çağırmış. O tuvalette yatarken dahi motivasyonunu kaybetmemiş. İşini batırsa da motivasyonunu kaybetmemiş çünkü onun yapmak istediği şey bu. O huzurlu. Bunu para kazanmak için yapmıyor. Gerçek zengin insanlarda yani paranın huzur verdiği insanlarda gördüğüm bu. Ama şu da var. Bir insan kafaya koyuyor, öyle yapıyor böyle yapıyor zengin oluyor ama orada kalıyor mu, onu konuşalım. Yoksa nefsine hizmet etmeye mi başlıyor? Ruhu orada kalıyor mu yoksa o arabayı kaybetmemek, yazlığı kaybetmemek daha da büyütmek, o kulüplere gitmek için bir cesede mi dönüşüyor? Bedeller ödemeye razı mı oluyor? Ailesini, çocuklarını, belki de sağlığını bırakıyor mu? Para onda gönüllü kalıyor mu? Yoksa paraya “Bana hizmet edeceksin” mi diyor? Eğer öyle ise bu kişi “kafi” değil, “daha” grubunda… Paraya göre hareket edecek, insanlara göre hareket edecek, ilk hedefi huzurlu olmak değil.

 “TENEŞİRE YATAR VE SORARIM: DEĞER Mİ MELTEM?”

İlk hedefi zengin olmak…

Evet… Maksimum zengin olma potasiyeli herkeste var ama herkes arabaları, yatları kıyıya dizecek diye bir şey yok. Orada önemli olan şu; benim asıl zenginliğim ne? Belki sert bir örnek ama bir şeyi bırakırken ben teneşire yatarım. Her şey yolunda gidecek zannedip oraya yatan çok genç yaşta insanları gördüm çünkü. Yatarım ve derim ki “Değer mi Meltem? Bilincini götüreceksin buradan. Bu bilincin içerisinde daha, daha ile savaşırsan savaşın bitmez. Cehennem orası değil mi? Hani sen cennete gidecektin? Cennet varsa önce burada yaratacaksın. Değer mi? Bunun için savaşmaya, hırslanmaya, inatlaşmaya değer mi?” derim.  Sırf para da değil… Orada değmez derim ve konu her ne ise ondan vazgeçerim, değmez derim. Elinden gelenin en güzelini yapmışsın, hayatının hakkını vermişsin, senden daha sen yok  bu dünyada, öyle ki parmak izini basmışsın, bana göre kolektife kaydını yaptırmışsın. Orada bir yerde birilerinin aklında fikrinde bir yerde sıçrayarak yaşayacaksın. “Oh” diyorsun,  “Geldim çok şükür, gidiyorum çok şükür.”

Peki daha çok para deyince biraz şüpheli yaklaşıyoruz ama daha güzel kitaplar yazmak istiyorum deyince konu kitap olduğu için aklanıyor muyuz? Yoksa oradaki “daha”nın duygusu mu farkı yaratan?

Evet. Oradaki “daha” nedir? Kast ettiğim “daha”nın arkasında yetersizlik var.  Bu yetersizlik insanı yönetmeye başlayınca huzur gidiyor. İsterse daha çok kitap desin, daha çok satan desin… Bir yayınevinden ayrılmama sebeptir, “Daha çok satabilirsin, şunu yaparsan bestseller olursun” baskısı… Yıllarca çok iyi şirketlerde satış yaptım, Türkiye birinciliklerim oldu, bir ürünün nasıl satılacağını biliyorum ama potansiyelime baktım, evirdim çevirdim,  “Ben pazarlama yapamıyorum” dedim. Orada iş sıkıntısı olan bir kadındım, onlar bir derdi, ben bir buçuk satardım ama huzurum yoktu, paramın, hayatımın, enerjimin ve zamanımın bereketi yoktu. Zorlarsam kitapta da olur ama zorlamak istiyor muyum, hayır. O zaman Meltem değilim. Ben Meltem olacağım, en alt rafta da olabilir kitabım. Niyet Defteri’nin ilk versiyonu kitapevinde yer aldığı gün kendimi çok zengin hissetmiştim mesela…  Hala kitapevlerine gidip kitabıma rafta ayrılan yeri görünce çok iyi hissediyorum. Bu birçok insan için gereksiz bir yaklaşım olabilir, benim içinse kâfi. Şu niyetim var ama; daha çok insana ulaşabileyim. “Daha çok insana ulaşmalıyım” değil de “Daha çok insana ulaşsam, buluşsak ne güzel olur.” Bu ikisinin hali çok farklı…

Bu da zenginlik gibi… Kitabı bin adet satan için 30 bin satan yazar zengin geliyordur herhalde. 30 bin satıp da bestseller sayılmamak da bir garip geldi şimdi.

“Bestseller olabilecekken olmuyorsun, olamıyorsun, şunu yanlış yapıyorsun” diyorlardı. Oysa ben buraya yanlış baskı yüzünden kitabı 2000 adet basılan biri olarak geldim. O zaman matbaacı bana öyle acıyan gözlerle baktı ki. Bir sonraki baskıyı konuşuyoruz, “Siz bunları bir satın da…” dercesine bakıyor. Hatta “Siz hiç bin kitabı bir arada gördünüz mü?” demişti. Gidip bakmıştım, gerçekten çok fazla görünmüştü gözüme … İşte o günkü Meltem beni bugünkü zenginliğe taşıdı, kitap zenginliğine.

“KİŞİSEL GELİŞİM DEĞİL, BİREYSELLİĞE DÖNÜŞÜM”

İki sorum daha var. Birincisi sen bu alanı sen nasıl tanımlıyorsun? Kişisel gelişim alanı mı, farkındalık yolculuğu mu?

Senin en son söylediğin şey benim düsturum zaten; farkındalık… İnsanın farkında olması, farkında olamadığının da farkında olması hatta. Ben kişisel gelişim ile biraz mesafeli durduğumu fark ettim. Web sitem açılırken yapay zeka beni kişisel gelişime listeledi.  Önceden olsa çok itiraz eder, “Ben kişisel gelişimci değilim” diye triplere girebilirdim. Ama bu sefer yapay zekâ benden iyi biliyor dedim. Yani demek ki o kategorideyim. Bir tanım yapamıyorum açıkçası. Çünkü çok dalları var, evet kişisel gelişim diye bir şey var. Hatta bloğuma koyduğum ilk yazımın başlığı “Kişisel gelişim mi, bireysel dönüşüm mü?” idi. Benim için bu yolculuk bireysel dönüşümdür. Bireyselliğe dönüşüm aslında, bireysel dönüşüm de değil.

“ŞİFACININ GÜCÜ ŞİFALANANIN NİYETİNDEN GELİR”

Peki sen kimsin burada, necisin?

Ben yolda yürüyenim. Kendimi başka türlü tanımlayamıyorum. Deneyimlerimi paylaşıyorum, yaşadıklarımı, okuduklarımı, farkındalığımı. Bir sofram var, malzemelerimi topluyorum, pişiriyorum, “Buyurun gelin, bende bu yemek var” diyorum. İnsan sadece kendisini ölçebilir. İnsan sadece kendisi karar verdiğinde bir şey olabilir. Şifacının gücü şifalananın niyetinden gelir. Bir insan benden bir şey soruyorsa, bilebildiğim kadar anlatabiliyorsam, öğrendiklerimi aktarabiliyorsam o da ilham alıyorsa biz birlikte yol alıyoruz, yoldaşız demektir. Ayrıca ben bir yazarım. Yıllarca kendime “yazan” dedim biliyorsun, utandım. Artık yazar diyebiliyorum. 

O zaman şöyle  bir soru soruyorum. Yazar Meltem Reyhan bugün geldiği noktada bize bir özet geçse, asıl mesele şu diye birkaç madde sıralasa…

Asıl mesele bence önce bırakabilmek.  Nefes alarak geliyoruz, nefes vererek gideceğiz. O nedenle bırakmak eşittir ölüm gibi geliyor bize. Sahip olduğumuz ne varsa, sadece mal mülk değil, konum, güvende hissettiğimiz her ne ise, olduğu sürece dünyada kalacağız zannediyoruz. Onlar giderken yaşadığımız hal ölümün provası gibi. Bu provayı ne kadar rahat yapıyorsak aslında ölümle o kadar kucaklaşıyoruz. O zaman yaşamı onurlandırıyoruz. Yaşamı onurlandırmak için öleceğimizi kabul etmeli ve emanetçi olduğumuzu hatırlamalıyız. Ben de bir emanetçiyim. Bir tane daha ağaç benden kalabilirse, işte bir tohum bir yerde ekilebilirse, bir çocuk bir yerlerde benimle ilgili bir şey hatırlarsa ben orada iz bırakacağım, parmak izimi orada bırakacağım. Sahip olduklarım diye bir şey yok. Hepsi, bedenim bile gidecek. Ama bırakacağım iz burada kalacak.

Sen neleri bıraktın sence bugüne kadar?

Kurguladığım Meltem’i, kurguladığım hayat planını geride bıraktım. Kurgularımı değiştirmeyi öğreniyorum bıraktıkça. Olmazsa olmazlarımı bırakıyorum. “Bırakıyorum” diyorum bak, “Bıraktım” demiyorum. Çünkü hali hazırda bırakıyorum. Kalıplarımı, kaygılarımı ayıklıyorum. Kendim pirinç ayıklar gibi ayıklıyorum. Yeniden yeniden bakmak, bazı insanlar için çok didikleyici bir şey gibi geliyor. Benim için kendimle buluşmak gibi…

Kendini döverek yapmıyorsun yani.

Hayır. Bakacaksam ilk bakacağım yer Meltem oluyor. Gereksiz bir şeye girmişsem kendimi yüksek sesle itiraf ediyorum. Aynanın karşısına geçip “Meltem, fark ettin, itiraf ettin, teşekkür ederim, şimdi kahvemizi yapalım içelim” diyorum mesela. Yansıma dediğimiz bu değil mi? Ya hayat birileri üstünden, bir şey üstünden öğretecek. Hani Yunus diyor ya “Bir ben var bende, benden içeri” diye. Sen içerideki “ben”e bakacaksın, onunla muhabbette buluşacaksın yani.

Senin MÜMKÜN mesajın ne olur?

Sen devam et, yol açılır. Ne varsa seni çağıran, aslında mümkün olduğu için çağırıyor.

 

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

yaprak-cetinkaya
Gazetecilik eğitimini Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde aldı. 27 yıldır farklı görevlerde daima mesleğine aşık bir hal ile çalışıyor. Gazeteciliği en çok wellbeing, kişisel gelişim, psikoloji, ezoterizm, mitoloji gibi daha az konuşulan konular üzerinden yapmayı seviyor. Mümkün Dergi, Yuka Dükkân ve Yuka Ajans’ın kurucu ortaklarından…