Beyaz atlı prensi beklemek
Dergi İlişkiler

Beyaz atlı prensi beklemek

Küçücüktüm. Yeşilçam filmlerinde aşkı izliyor, zengin kız fakir oğlan kavuşmalarına seviniyor, zengin prensin fakir kızı ailesine kabul ettirme çabasına hayranlık duyuyordum.
Büyüdüm. Yaşadığım her ilişkide Ferhat’ı, Romeo’yu, Kerem’i, yakışıklı Ferit’i, ‘Beyaz Atlı Prensimi’ aradım.

Londra sokaklarında ‘hiçbir şey yapmamanın’ keyfini araştırırken bir mesaj düştü telefonuma. Çok değerli dostum Yaprak, Mümkün Dergi’nin yeni sayısının temasını bildirdi tüm yazarlara.
Üç harf…
A ş k…
Kısacık…
Ama öylesine derin ki…
Öyle bir “ah” çekmişim ki… Bankta yanına oturduğum İngiliz asilzadesi, 70’li yaşlarında bir hanımefendi dönüp, “İyi misiniz?” diye sordu.
Gülümseyerek, iyi olduğumu söyleyip ilgisine teşekkür ettim.
“Kötü bir haber aldınız sandım, endişelendim” dedi.
“Zor yerden geldi soru” diye cevap verdim.
“Kolay olsaydı, soru olmazdı tatlım” dedi gülümseyerek.
Yazar olduğumu, en son kitabımda ‘ilişkileri’ ve ‘aşk’ı anlattığımı ama ne kadar anlatırsam anlatayım, konunun hep ‘çömezi’ ve ‘acemisi’ olduğumu itiraf ettim ona.
“Ah tatlım. 72 yaşındayım. Sana göre şüphesiz daha tecrübeliyim. Ama aşk söz konusu olduğunda inan ben de çömez ve acemiyim” diye bir kahkaha attı.
En samimi dostuma anlatır gibi anlattım ona.
Şimdi o bankta bizimle oturuyormuşsunuz gibi, siz de dinleyin o vakit.
Küçücüktüm.
Pencereden yağmuru izlerken, seyrettiğim çizgi filmlerden etkilenmiş olacağım ki ‘beyaz atlı prensimi’ düşünüyordum.
Sanki kötü kalpli cadı beni de kaleye kapatmış, tüm evin işlerini bana yaptırıyormuş, yedi cücelerin kulübesine sığınmış, zehirli elmayı ısırıp derin bir uykuya yatmış gibi ‘beyaz atlı prensimi’ bekliyordum.
Küçücüktüm.
Büyüdüğünde ne olacaksın diye gelen sorulara sınıfta “anne olacağım”, “gelin olacağım” diye verilen cevapları duyuyordum.
Küçücüktüm.
Yeşilçam filmlerinde aşkı izliyor, zengin kız fakir oğlan kavuşmalarına seviniyor, zengin prensin fakir kızı ailesine kabul ettirme çabasına hayranlık duyuyordum.
Küçücüktüm.
Büyüklerin anlattığı Şirin için dağları delen Ferhat’ı, Juliet için balkona tırmanan Romeo’yu, Aslı için yanıp tutuşan Kerem’i öve öve bitiremedikleri hikayeleri dinliyordum.
Küçücüktüm.
Eşinden fiziksel veya manevi şiddet gören veya eşi tarafından aldatılan kadına aile ve arkadaş meclisinin, “Boşanıp da ne yapacaksın? Sen de azıcık suyuna git! Adam sana aşık, nasılsa döner dolaşır yine sana gelir. Hem yuvayı dişi kuş yapar” öğütlerini dinliyordum.
Küçücüktüm.
Babamın ‘çok aşık’ olduğu için bitmesi gereken ama bitiremediği evliliğinde hayatı kendisine, anneme ve çocuklarına nasıl zindan ettiğini her gün deneyimliyordum.

AŞKIN GÖZÜ MÜ KÖR,
BİYOLOJİ Mİ BİZİ KÖRLEŞTİRİYOR?

Büyüdüm.
Yaşadığım her ilişkide Ferhat’ı, Romeo’yu, Kerem’i, yakışıklı Ferit’i, ‘Beyaz Atlı Prensimi’ aradım.
Öğrendim ki …
Ne kadar aşk filmi izleyip, aşkı başka başka yüzlerde ve kalplerde arasam da …
Henüz anne karnında başlayan ‘programım’, yani sevgili ‘beynim’ aşkı hep tıpkı ‘babasına’ benzeyen farklı suretlerde deneyimlemeyi seçiyor.
İlişkilerin biyolojisini anlamadan, kimyasında doğrulamıyorsunuz.
Tüm romantizme rağmen, ‘biyoloji’ galip geliyor.
Aşkın gözü mü kör? Biyoloji mi bizi körleştiriyor?
Yoksa biyolojimize sadık kalmamız için beynimiz bizi zorlarken, ‘aşk’ müebbet mi yiyor?
Aşk, romantizm, sevda … Evet, pembe panjurlu evin içinde.
Ancak gerçek hayatta, yargıladığınız, eleştirdiğiniz, beğenmediğiniz, yaka silktiğiniz anne ve babanızın ilişki dinamiklerinin içinden geçmeden, onların kostümlerini giyip, onların izinden yürümeden, onların ilişkisinin ayaklarınıza, kollarınıza vurduğu prangaları bir bir kırmadan özgürleşemiyorsunuz.

ONLAR DA FİLMLERİN, AŞK MASALLARININ KURBANIYDI

Siz Romeo çıktı geldi sanıp seviniyor, heyecanlanıyorsunuz.
Ancak gelen, annenizin veya babanızın başka bir silueti veya anne ve babanızın ‘gizli’ dünyasında hayalini kurduğu, duasını ettiği, idealize ettiği kişi oluyor.
İlişkinin içinde kendinizi ‘annenize’ veya ‘babanıza’ dönüşmüş, onların kurduğu cümleleri kurarken, onların bitiremediği hesaplaşmaların içinde kaybolmuş buluyorsunuz.
İçimde, anne ve babasının ‘mutluymuş’ gibi yaptıklarını, gözlerini ‘hakikate’ kapattıkları, topluma karşı ‘mutluyuz’ ve ‘birlikteyiz’ rolünü layıkıyla oynadığı, ama kendilerini ve çocuklarını kötü kalpli cadı misali zindana kilitleyip, sonsuza kadar mutsuzluğa mahkûm ettiklerini izleyerek büyüyen bir çocuk var.
Londra’ya o çocuğu özgürleştirmek için geldim.
O çocuğa, o zindanın anahtarlarını bulup vermek için geldim.
O çocuğa bir kurtarıcıya ihtiyacı olmadığını, aşk sandığının aşka haksızlık eden bir ‘hastalık’, bir ‘bağımlılık’, bir ‘kendini kandırma’ tuzağı olduğunu anlatmaya geldim.
O çocuğun eline teslim ettim kalenin anahtarlarını.
Anneme babama beni dünyaya getirdikleri için ve tüm imkânsızlıklara rağmen sırf ben doğayım diye kendilerinden ve özgürlüklerinden vazgeçtikleri için teşekkür etmeye geldim.
Onlar da efsane aşkların, filmlerin, aşk masallarının kurbanıydı.
Kimse onlara hakikatli aşkı öğretmemişti.
Kimse onlara saygının değerini anlatmamıştı.
Kimse onlara önce kendinle aşk ve muhabbet yaşarsan, kendine saygı ve sevgi beslersen ve kendinle dost olursan, bir başkasıyla sağlıklı bir ilişki kurabileceğini öğütlememişti.
Tecrübesiz ve cahildiler. Ama en iyi öğretmenlerimdi.
Onlar gibi olmayacağım mücadelesini iyi ki ‘onlardanım’ duygusuyla takas ettim.
İçimdeki küçüğün de eline beyaz bayrağı teslim ettim.

O KIZI YENİDEN BÜYÜTECEĞİM

O kızı yeniden büyüteceğim, onun kalbindeki aşkı yeniden yeşerteceğim, yeniden güvende ve özgür hakikatli olana kucak açabileceğini ve en güzel aşkın doğaya, çiçeğe, göldeki kuğuya, yıldıza, güneşe, aya, dosta, evlada, gözün gördüğü her şeyi yaratana, yaşamın ta kendisine olduğunu bir bir, sakince ve sabırla, inançla, şükürle anlatacağım.
“O küçük kızı görüyorum gözlerinde. Ona şefkatle sarılıyorum. Aşktan umudu kesmediği için de cesur kalbine hayranlık duyuyorum” dedi hanımefendi.
“Âşık olmak ve kendi masalını yazmak için sihirli ülkeye, evine hoş geldin. Sana aşk dolu günler dilerim” diyerek yanımdan kalktı hanımefendi.
Arkasından tebessümle el sallarken, söylediklerini tekrarladım kalbimde.
“Evine hoş geldin!”
İngiltere değildi kastettiği.
Kendimize en hakikatli olduğumuz, kendimizle aşka oturduğumuz hâldi…
Evinize hoş geldiniz …
Sevgi, aşk ve muhabbetle

İllüstrasyon: Esra Kizir Gökçen

Bu içerik Mayıs 2022 tarihli Aşk Özel Sayısında yer almaktadır. Dergiyi şimdi okumak için tıklayın.
Bu içerik Mayıs 2022 tarihli Aşk Özel Sayısında yer almaktadır. Dergiyi şimdi okumak için tıklayın.

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

pinar-gogulan
Essex Üniversitesi mezunu. Kurumsal hayatın ardından psikolojiye ve biyolojiye olan hayranlığını Regresyon ve Recall Healing teknikleriyle taçlandırdı ve uluslararası platformdaki birikim ve deneyimlerini kaleme alarak farkındalık yaratmayı hedefliyor.