1_nick-fewings-kgS5ujif1PY-unsplash
Bilim

Bilim bir din midir?

Bilim bir din midir?

“Bilime değil Tanrı’ya inanıyorum” ya da “Tanrı’ya değil bilime inanıyorum”. Bu sözleri çok duyuyoruz, halbuki ne kadar absürt değil mi? Elmayla armut gibi; bilim bir inanç sistemi değil, dinlerin sistemi de bilim gibi işlemiyor. Bilim, birçok farklı alanda alanın uzmanları tarafından yapılan araştırmalarla ilerleyen, geçerli ve güvenilir sonuçlar elde ettiklerinde önceki bilginin üzerine katan ya da onu yanlışlayarak alanı geliştiren bir sistem. Bu yönleriyle inançtan ziyade bir değerlendirme, analiz etme, mantıksal hale getirme ve kanıtlama yöntemine daha çok benziyor. Araştırılabilen her şeyi yaratıcılığımızın uzandığı noktaya kadar inceleyebilen, özgür ve sınırsız bir yöntem, mi acaba? Yoksa bilim, dogmalarıyla en az din kadar değişmez ve keskin kuralları kabul etmiş, hem de bunu “limitsiz” illüzyonunun ardına gizlediği, bakmayı dahi aklımıza getiremediğimiz sınırlara hapsetmiş, her şeyi arayan ama bulmak için önceden konmuş perdeleri kaldırmaya yanaşmayan büyük ve sınırlı bir sistem mi? Ve bu “gizlilik”, insanlık olarak gelişimimizin önündeki en büyük engellerden biri olabilir mi? 

Dinlerin – her ne kadar yorumları hayli farklılık gösterse de – yazılmış belirli kitapları ve değişmez mutlak kuralları varken bilim, gelişim ve ilerleme üzerine kurulu. Fikirlerdeki değişimin kabullenilmediği bir yerde bilimden söz etmemiz mümkün değil. Ne var ki, Dr. Rupert Sheldrake’e göre bilim, aslında tam olarak bir inanç sistemi / dünya görüşü ve felsefi materyalizm. Çünkü onun da tıpkı dinler gibi belirli dogmaları ve sorgulanması güç yasaları var. Hem de 1960’larda belirlenmiş bu dogmalar; dünyanın en eğitimli insanlarından sokaktaki sıradan insana, ana akım medyadan sosyal hayatımıza, bir çocuğun eğitim hayatına adım attığı yıllardan belki de yaşamının sonuna kadar hangi konuları “mantıklı ve geçerli” olarak ele alıp hangilerinin “saçma ve safsata” olarak reddedileceğine karar veriyor. Kısaca, neyi nasıl ve ne kadar düşünebileceğimizin, düşünsek de dillendirebileceğimizin ya da üzerinde ciddileşip derinleşebileceğimizin ön kabulünü bu dogmalar belirliyor. İnsanlık için yeni sayılabilecek kadar yakın zamanda belirlenmiş olan bu yasalar sadece bilime değil; kültürel ve düşünsel yapımıza, ölüm ve yaşama olan bakışımıza, sahip olduğumuz güçlerin gerçek doğasına, metafiziğe, algı, bilinç ve yeni fikirlere yönelik yaratıcılığımıza da kısıtlayıcı olma suçunu işliyor. Kendimizi, doğayı, gezegenimizi ve evreni belki de bütünüyle görebilmemizin önüne geçiyor.

İşte Sheldrake’in açıkladığı, bilimin yanlışlanabilen 10 dogması:

1)     Doğa mekaniktir. Tüm sistem ve canlılar genetik programlarını takip eden robotlardır. Bitkiler, hayvanlar, evren ve biz birer makineyiz. Beyinlerimiz genetik olarak programlanmış birer bilgisayar gibi. 

2)     Tüm evren bilinçsiz maddeden oluşur. Galaksiler, yıldızlar, bitkiler, hayvanlar bilinçsizdir. İnsanların bile bilinç zannettikleri, beynin aktiviteleri sonucu ortaya çıkan bir illüzyondan ibarettir. (Sheldrake burada, “Bilim son zamanlarda insanı bilinçsiz bir varlık haline getirmek için zaten epey uğraşıyor” diye espri yapıyor. :))

3)     Big Bang Teorisi (Büyük Patlama) doğru; tek noktadan ve bir anda, durup dururken meydana gelen bu patlama sırasında büyük bir enerji ve madde ortaya çıktı. O anda etrafa ne kadar enerji ve madde saçıldıysa bu sayı sabit kaldı, hiçbir zaman değişmedi ve değişemez.

4)     Doğa kanunları sabittir. Evrenin başından beri nasılsa öyle kalmıştır ve sonsuza dek de öyle kalacaktır.

5)     Doğa amaçsızdır ve evrimin hiçbir amacı ya da yönü yoktur. 

6)     Atalardan geçen tüm biyolojik miras somuttur, genetiktir ve DNA’da var olan parçalardır.

7)     Tüm hatıralar beyinde, somut parçalar olarak depolanır ve öldüğümüzde yok olur. Hatıralar; beyin hücrelerimizin arasında, proteinlerden oluşur ve sinir uçlarında yer alır. Kimse nasıl çalıştığını bilmese de anıların beyinde olduğuna inanılır. 

8)     Şuur, kafanın içindedir ve beynin bir eyleminden fazlası değildir. Dış dünyada gördüğümüz bir ağaç zihnimizde öyle canlandığı için vardır, ancak aslında yoktur. 

9)     Telepati gibi fenomenler imkansızdır. Düşüncelerin dış dünyaya hiçbir etkisi yoktur, 8. maddeyle yani şuurun kafanın içinde olmasıyla bağlantılı olarak. Eğer böyle psişik örnekler olursa bu sadece illüzyondur. 

10)   Sadece mekanik tıp işe yarar. Geleneksek iyileştirme yöntemleri, alternatif tıp, doğal karışımlar vs. insan sağlığı üzerinde etkisizdir. Eğer iyileştirme yaparlarsa hasta zaten iyi olacağı içindir ya da plasebo etkisidir ve öyle inandığı için iyi olmuştur. 

Bilimsel görüş her ne kadar bunların karşıtı yorum ve deneyimleri reddetme eğiliminde olsa da tüm bu dogmalar sorgulanabilir ve yakınlaşıp baktıkça da dağılmaya başlar. Nitekim hiçbiri de bilimsel olarak kanıtlanmış gerçekler değil. Örneğin; evrimin ve evrenin amaçsız, yönsüz, mekanik ve bilinçsiz oluşu dogmalarına karşıt morfik alanlar teorisi var. Buna göre evrenin ve doğada bulunan her şeyin ortak bir kolektif hafızası vardır ve burada daha önceden yaşamış olan varlıkların bilgi ve davranışları kaydedilir. Benzer türde ve aynı frekansa ait canlı varlıklar da atalarının bu bilgilerinden faydalanabilir ya da onlardan etkilenebilir. Bu sayede bir sonraki nesil bu hafıza sayesinde daha kolay adapte olabilir ve bazı davranışları daha kolay geliştirebilir. Eğer bu teori doğruysa biz bir fareye bir davranışı öğretsek sırf bunu bu ülkede yaptığımız için dünyanın her yerinde bundan sonra doğacak farelerin de aynı davranışı daha hızlı öğrenmesini beklememiz gerekir. Ve araştırmalar gösteriyor ki bu gerçekten de böyle. Bir diğer dogma, Büyük Patlama’dan sonra oluşan tüm enerji ve madde sayısının değişmediği ve değişmeyeceği de kuantum fiziği aydınlandıkça geçerliliğini yitiriyor. Fizikçiler karanlık madde ve karanlık enerjinin yaşadığımız gerçekliğin %96’sını oluşturduğunu buldu ve evren büyüdükçe karanlık enerjinin de arttığını savunuyor. Dolayısıyla, sabit sayıda kabul edilen madde ve enerji evrenimizin yalnızca %4’ünü oluşturuyor ve onun bu geri kalan %96’yla ilişkisi, etkileşimi henüz bilinmiyor. 

Diğer dogmalar; bilincin beynin içinde, nörolojik bir aktiviteden fazlası olmadığı ise Galileo Galilei’nin bilincin beynin dışında var olan ve evrene yayılan bir konsept olduğu hatta doğa ile ortak bir bilince sahip olduğu üzerine iddialarından beri sorgulanan bir kavram. Bunu bireysel deneyimlerimizde de görmemiz mümkün. Örneğin, birinin bizi izliyor olduğunda bunu hissedebiliyor olmamız bilincimizin bir aktivitesi ve eğer beynimizin içinde olsaydı onu görmeden algılamamız mümkün olmazdı. Günümüz nörolog ve kuantum fizikçileri de bedenin dışına taşan ve lokal olmayan bilinç (non-local consciousness) üzerine önemli araştırmalar yapıyor ve bunu savunuyor.

Dolayısıyla tüm evrenin bilinçsiz olması ya da bilinçsiz maddeden oluşması hatta bilincin yokluğu bir yana, doğa ve biz dahil tüm evrenin ortak bir bilinçten oluşma ihtimali çok daha olası görünüyor. Ek olarak, bu konular medya tarafından safsata olarak veriledursun istihbarat kurumlarının telepati, durugörü, ön biliş ve uzaktan görme gibi beceriler üzerine araştırmalar yaptığı, eğitimler verdiği ve uyguladığı bilinen bir gerçek. Daha da bilinen bir gerçekse ünlü teknoloji şirketlerinin hızla devam eden ilginç teknolojisi. “Beyin bilgisayar arayüzü (brain machine interface)”, kısaca beyni kullanarak bir teknolojik aleti kullanmak mesela, düşünerek ışıkları yakmak veya düşünerek klavyede yazı yazmak veya tersi biçimde; teknolojik alette bir işlem yaparak düşünceleri değiştirmek mesela, karanlık bir ortamda ışıkların yandığını zannetmek halbuki bunu telefonumuzun bir tuşuna basarak yapmak. Dolayısıyla, bu teknoloji gösteriyor ki bilincimiz, beynimizin içinde olsa da beynin sınırlarının dışına taşan bir konsept; tıpkı elektromanyetik dalgalar yayarak kullanılan telefonlarımız gibi. Zaten bu sayede birbirlerini etkileyebiliyorlar. Zihin okuma ya da değiştirme üzerine bu gelişmeler hızla devam ederken bilinç, beyinden ibarettir dogmasını kabul ediyor olmak biraz haksızlık olmuyor mu? Bu dogmanın aşılması ve aksinin bilim dünyası tarafından açıkça araştırılan bir kavram olması eşzamanlılık, 6. his, astral beden, aura (enerji alanı), zihin okuma ve nazar gibi sayısız – şimdilik fizikötesi olan – konuyu da açıklığa kavuşturacak. 

Son dogma, sadece mekanik tıbbın işe yaradığı ve diğerlerinin hiçbir etkisinin olmadığıysa artık geçerliliğini yitiren bir inanıştan ötesi değil. Artık, insan bedenine uygun, iyileştirirken diğer sistem ve parçaları bozmayan, semptomları ortadan kaldırırken kök problemi baskılayan tedavilerin yerine bütünsel tedavilerin, ilaç yerine içten dışa iyileşmenin; beslenme, duygu durumu, yaşam tarzı ve alışkanlıkları gibi farklı faktörlerin içinde olduğu alternatif ve geleneksel tıpla da desteklenen doğal yaklaşımlardan faydalanılıyor. Yeni gelişmeler oldukça bu dogmalar da yavaş yavaş geçerliliğini yitirmeye devam edecek. Unutulmamalı ki sağlık sistemi, ilaç endüstrisi, bilimsel araştırma kuruluşları, devletler ve bilimsel gelişmeleri destekleyen fon kaynaklarının etkileşimi bu dogmaların varlığı ve sürekliliğini ve birtakım gelişmelerin gizliliğini etkileyen bir ağ.

RUHSAL UYANIŞ, 5. BOYUT VE YENİ BİLİM

Mevcut sistemde, bilim ve metafizik dualistik bir yapıda konuları iki ayrı uca yerleştirilmiş, birbirine dokunması neredeyse imkânsız halde ve insanların bu ikisi arasında bir seçim yapması gerekiyor. Özellikle de bu dogmaları körü körüne kabul ettiği için kendisini daha bilimsel gören kişiler tarafından metafizik konuları bütünüyle dışlama ve bu dogmalara karşı çıkanları alaycılıkla aşağılama zekâda sınıfsal bir illüzyon hissetmelerini sağlıyor. Sorgulama yetisiyle öne çıkan bu üstten tavır, dogmaların otomatik kabulüyle kendisiyle çatıştığını umursamayarak sınırlı bir kapasitede takılı kalıyor ve bu ayrılık illüzyonunu pekiştiriyor. Ne var ki evrenin, doğanın ve bilincin tüm parçalarını keşfetmeden gerçeklikle ilgili kesin kanılara varmak bilimsel düşüncenin de dışına taşıyor. Hele ki çok boyutlu bir evrende yaşıyor olma ihtimalimiz, kuantum ortamın tüm parça ve davranışları, karanlık madde, anti madde, eterik madde, karanlık enerji ve zaman gibi kavramların bütünüyle bilinmiyor oluşu, bunlara bağlantılı olma potansiyeli yüksek konuları baştan dışlamanın yersizliğini ele veriyor. Önceden belirlenmiş ve sınırları çizmiş dogmalar yüzünden tüm araştırmalar, teoriler, hipotezler, eğitimler ve mantıksal analizler bu dogmaların ışığında (ya da kısmi karanlığında) ilerleyebiliyor. Sheldrake’in dediği gibi bu dogmaların tümünü hatalı olarak kabul etmemize gerek yok ancak onları sorgusuz sualsiz kabul etmemeli; bu sınırlardan uzaklaşarak bilimi ve algımızı özgürleştirmeliyiz.

Rupert Sheldrake, dünya üzerinde ruhsal uyanış seviyesi kritik eşiğe ulaştığında kolektif bir değişim yaşanacağından da bahseder. Gerçekten özgür bilimin de bu değişimde önemli rol oynayacak olması kaçınılmaz. Nitekim, insanın düşünselliğini en çok özgürleştiren de fiziksel, duygusal, enerjisel ve zihinsel parçalarımızın birbirini tamamlıyor oluşu. Geçeceğimiz beşinci boyuta ait kanallık bilgilerinde de deneyimlediğimiz evrenle aramızda hiçbir fark olmadığını fark edeceğimiz ve düşüncelerimizi çok daha hızlı tezahür ettirebileceğimiz söyleniyor. Düşüncelerimizi asıl sınırsızlığa ve hakikatin kapsamlı gerçekliğine yaklaştıracak olan da işte bu uyanış ve özgürlüğümüz.  

Kaynak:

Rupert Sheldrake’in kaldırılan TED konuşması: https://www.youtube.com/watch?v=JKHUaNAxsTg&ab_channel=JamesDeardenBush

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

ozge-ureyen
Lisans ve yüksek lisans eğitimlerini psikoloji alanında, kurumsal kariyerini danışmanlık ve Getir şirketlerinde tamamladı. Psikolog ve yazar kimliklerini ruhsallıkla birleştirerek yazılarını kaleme alıyor.