Tuğçe Isıyel - Dayanışmayı, sorgulamayı, umudu elimizden, dilimizden düşürmeyelim
Kitap

Dayanışmayı, sorgulamayı, umudu elimizden, dilimizden düşürmeyelim

Klinik psikolog Tuğçe Isıyel yine bir kitap yazdı ve yine ben Tuğçe’yi övmelere doyamayacağım bir metin okudum. “Parçalı Bulutlu”nun sonuna doğru hissettiklerim bunlardı. Başından sonuna soluksuz okudum Isıyel’in yazdığı her satırı. İlk kitabı “Ya Hiç Karşılaşmasaydık” o kadar güzel ve derinlikliydi ki açıkçası yeni kitabında aynı tadı bulamam diye okumayı ertelemiştim. Ama yanılmışım. “Parçalı Bulutlu” son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biri. Tuğçe Isıyel hayatı, insanları, doğayı, kendini, duyguları çok iyi okuyan bir yazar. Düşünceleri de bir o kadar derinlikli. İstanbul’daki yaşantısını bırakıp Bozcaada’ya yerleşen klinik psikolog Isıyel hayatını değiştirmenin, adalı olmanın hissettirdiklerini yazmış. Kişisel gibi dursa da aslında hepimizi ilgilendiren durumlara dikkat çekmiş. Çok da iyi etmiş. Tuğçe’nin bütün kitapları okunsun, onun insanı içine alan dünyasına dalınsın bence…

Tuğçe Isıyel
Tuğçe Isıyel

Kitabını kurda, kuşa, aşa adamışsın, neden?

Anadolu’nun kadim laflarından biridir bu. Çok severim. Bana verdiği duygu müthiş bir bütünsellik hissi. Eskiler tohumu ekerken söylermiş. Bağa, bahçeye ekilenin sadece insan için olmadığını, tüm doğa için olduğunu ifade eder. Doğanın bir parçası olduğumuzu hatırlatır bize. Kurda, kuşa, aşa ifadesi her varlığın eşit yaşama haklarına sahip olduğunu çağrıştırıyor bana. Çok kapsayıcı bir ifade, hiçbir şeyi dışarıda bırakmıyor. Bir diğer tarafıyla da kurda, kuşa derken sanki içimizdeki evcil ve vahşi taraflara da gönderme yapan bir söz. Dolayısıyla çok bütünlüklü bir ifade. Ben de kitabımı tüm bunları düşünerek kurda, kuşa, aşa ithaf ettim.

Yeni başlangıçlar yapanlara duyulan haset duygusundan bahsediyorsun kitaba başlarken. Sen de adaya taşınarak yeni bir başlangıç yaptın. Ama mesela sigarayı bırakanlara da aynı haset duyuluyor, spora başlayanlara, vegan ya da vejetaryen olanlara da. Bu haset duygusundan bahsedebilir miyiz biraz?

Sanırım bizden farklı olanı tehdit olarak algılamayı öğrendik bir yerlerde. Burada tabii politik bir alışkanlık, yıllardır süregelen bir kutuplaşma da söz konusu. 20 yıldır farklılıklara tahammül etmekte güçlük çeken bir hükümet tarafından yönetiliyoruz. Bunun sorgulanmadığı takdirde bireysel olarak içimize işleyen, davranışlarımıza sinen bir tarafı olabileceğini düşünüyorum. Ha çoğunluğumuz zaten böyleydi de layık olduğumuz şekilde yönetiliyoruzdur, kim bilir! Hasetin her duygu gibi çok insani ama farkına varılmadığı takdirde de insanı yalnızlaştıran çok yıkıcı bir duygu olduğunu düşünüyorum. Yapmak isteyip de yapamadıklarımızı yapmaya cesaret eden birilerini gördüğümüzde takdir etmek ya da ilham almak yerine bunu bozmak, yıkmak istiyoruz. “Bende yok, o zaman onda da olmasın!” Aslında bu kendimize dönük mutsuzluğumuzun, yıkıcılığımızın dışarıya yansıtılması.

“Adadan ayrılan her feribotun ardından ‘şu an istesem de karşıya geçemem’ hissinin bana bir esaretten çok özgürlük duygusu vermesini itiraf etmeliyim. Hele iptal edilen feribot seferleri sonucunda, ‘artık biz bizeyiz, içimizdeyiz, dışarısıyla bağlantımız koptu’ gerçekliğinin içimde yarattığı yüksek coşku…”

Bu coşku bana kışın çok yağmur yağdığında geliyor. İçe kapanma coşkusu mu, yalnızlık duygusundan artık çekinmene gerek yok çünkü istesen de dışarı çıkamazsın rahatlığı mı? Mecburiyeti aslında içten içe istememiz mi? Dışarıyla kopan bağ bazen neden coşku yaratır?

Ah evet, şehirde yaşarken yağmur yağdığında ben de öyle hissediyordum. Bu bence biraz sistemin dayatması gibi de geliyor bana, “cumartesi akşamı dışarı çıkılır ve eğlenilir” gibi bir ezber var mesela gençler arasında. Kimse kendisine gerçek ihtiyacının ne olduğunu pek sormuyor gibi geliyor. Bence zaman zaman içe çekilme ihtiyacımız çok yoğun ama bunu göremeyecek kadar meşgulüz. Zaman zaman dış dünyanın sesini kısıp iç dünyamızın sesini açıp onu duymamız iyi olabilir. Bazen dışarıyla bağın kopması, içeriyle bağ kurulmasını sağlıyor. Ben bunu kişisel saadetimiz için çok elzem buluyorum.

“İnsanın en temel ihtiyacı ötekiyle güvenli bir bağ kurabilmek. Ancak işler bazen yolunda gitmez, yaşanılan olumsuz deneyimlerle birlikte kişi bağa küser ya da artık bağsız/köksüz olmakla teselli bulur. Bağsız olmak, kişiyi bağ bozumundan da korur elbet. Ancak ürün vermemeyi ve almamayı da göze almak lazım o vakit. Üzüm yemek güzel ama bağını bilmek de çok güzel.”

Günümüzde güvenli bağ kurmak çok zor ve en büyük ihtiyaçlarımızdan biri. Etraf bağsız, köksüz insanlarla dolu. Bundan şikâyet edilse de böyle yaşamaya devam ediliyor. Bu nereye konumlanacağını bilemeyen hallerimizin sebebi bu mu sence?

Evet, artık bağ değil bağlantı kuruluyor. Daha yüzeysel, hızlı, sonuç odaklı ilişkiler sanki bu çağın ilişki özeti gibi. Biriyle sahici bir bağ kurabilmeniz için, önce kendinizle bağ kurmalısınız. Sizde olmayan bir şeyi başkasına veremezsiniz çünkü. Bağ kurmak kendi içinde birtakım riskleri de beraberinde getiriyor. Biriyle bağ kurduğunuzda o kişiyle yaşanacak bir “bağbozumu” riski de beraberinde geliyor. Ya da biriyle gerçekten bağ kurduğunuzda yaralarınızı, berelerinizi de artık saklayamaz hale geliyorsunuz. Veya bağ kurmak, birbirimizi aynalamak da demek. Kendimizi ötekinde görmek istiyor muyuz? Bu imaj odaklı çağda bu birçoğumuzun işine gelmeyebilir ve kendimizle öteki arasına narsisistik bariyerler koyabiliriz. Ama derinlikli bir ilişkiyi bağ kurmadan yaşamak mümkün değil. Yüzeysel ilişkiler de bir yere kadar bizi tatmin edebilir. Bunun kaçınılmaz sonucu daha derin yalnızlıklar ve yabancılaşma hali.

Kitapta çokça ev, eve varma, eve dönme var, tabii ki bunlar metafor. Fakat ülkece gerçekten şu an çok büyük bir ev ve barınma sorunumuz var. Deprem oldu ve 11 şehir yıkıldı.  Güvende hissettiğimiz her şeyi kaybettik gibi geliyor bana bu ülkede. Sanırım artık iyice köksüzleşiyoruz. Bu ev meselesi nasıl çözülür sence?

Deprem sonrası yaşadığımız güvensizlik hissi hepimizi çok derinden etkiledi elbette. Tabii her şeyi psikolojize edemeyiz, insana dair her şey bireysel psikolojinin alanı değil. Burada politik, toplumsal, ekonomik birçok alanda düzenlemelerin acilen yapılması gerekiyor. Kendi alanımdan şunu ekleyeyim: Bazen dış gerçeklik, iç dünyada bazı şeyleri tetikleyebilir. Hepimizin yaşanan travmalardan etkilenme biçimi iç dünyamızın yoğunluğuna göre belirleniyor. Bunu da göz ardı etmemek gerekir.

“KUTUPLAŞMAYA ÖYKÜNEN BİR SİNDİRME VE KORKU İKLİMİ VAR”

Klinik psikolog olarak gözlemini merak ediyorum; ülkenin içinde bulunduğu şu anki durum nasıl bir buhran? Buradan çıkış var mı?

Her yerden çıkış var elbette. Şu an yoğun bir belirsizlik içindeyiz. Umudumuz borsa piyasası gibi, iniyor, çıkıyor. Çoğu zaman sahipsiz, korunaksız hissediyoruz. Kutuplaşmaya öykünen bir sindirme ve korku iklimi var ülkede ne yazık ki… Dayanışmayı, sorgulamayı, umudu elimizden, dilimizden düşürmememiz gerekiyor. Kendi küçük kabilelerimizi yaratmalı ve buna sahip çıkmalıyız. Ancak bunlarla birlikte ruhsal bağışıklığımızı güçlü tutabiliriz. Ruhsal bağışıklığımız güçlü olursa toplumsal hastalıklarla da daha rahat mücadele edebiliriz.

Bir şeyler yazmak ya da yaşamı anlamlandırmak için senin de dediğin gibi birçok kitap okumak gerekiyor. İlk kitapları, bize binlerce yıldır referans olan kitapları yazanlar kimlerdi, nasıl insanlardı sence? Gerçek bilgeler onlardı da biz taklit miyiz?

Parçalı Bulutlu - Tuğçe Isıyel
Parçalı Bulutlu – Tuğçe Isıyel

Yaşamı anlamlandırmanın birçok yolu var. Okumak, yazmak bunlardan sadece ikisi. Sadece kitap okumak da değil, doğayı okumak, kendimizi okumak da gerekiyor. Her çağın, her dönemin kendi bilgeleri var. Hatta kendi hayat evrelerimizde de daha bilge olduğumuz dönemler var, o yüzden taklit olduğumuzu düşünmüyorum. Dışarıda çok fazla kitap, çok fazla bilgi var. Tüm bunların içinde bilgi hamalı olmamak gerek, dışarıdan edinilen bilgilerin içselleştirilmesi, sindirilmesi işlevsel hale getirilmesi önemli. 

“MESELELERİM SABİT DEĞİL”

Senin meselen nedir? Hangi mesele seni adada yaşamaya ya da bu kadar derinlikli bir kitap yazmaya itti?

Meselelerim sabit değil. Duruma göre değişkenlik gösteriyor. Pandemi birçoğumuz gibi bende de birtakım sorgulamalara neden oldu. Özellikle doğayla ilişkimiz konusunda, hayattan beklentilerim konusunda, psikolojik rahatsızlıklara bakışım konusunda… Bu sorgulamalarımdan çok memnunum, çünkü yaşamımı yeniden düzenleme alanı açtı bana. Şehrin yanı sıra doğayla daha fazla temas kurabildiğim “ada” yaşamı da girdi hayatıma. Ve bu süreçteki gözlemlerimi, düşüncelerimi de okurlarımda paylaşma arzusu uyandırdı. İnsan sesine bir yankı istiyor, sesine bir muhatap arıyor ne mutlu ki yazdığım kitaplar bana böyle bir alan açıyor.

Bu kitabın türü deneme mi? Ayrı bir yeri oldu bende mesela öykü gibi, günlük gibi, psikolojik açılım gibi, terapi gibi…

Kitapları bir türe sıkıştırmamak veya bir türe indirgememek bana iyi geliyor. O yüzden “Parçalı Bulutlu” bir günlük gibi de okunabilir, anlatı gibi de anlaşılabilir, kurgu olduğunu düşündüren yerler de olabilir, kim nasıl algılamak isterse… Ama sende ayrı bir yerinin olması beni çok mutlu etti. Bende de ayrı bir yeri var.

Kadınlar, ağaçlar ve çocuklar yani “sözde” güçsüz olanlar üzerinden bir iktidar alanı kuruluyor.

Kitapta yazdığınChipko” hareketi, beni çok etkiledi. Sence ülkemizdeki bu ağaca, doğaya olan düşmanlığı biz de o kadınlar gibi yenebilir miyiz? Biz neden 70’lerde yapılanı günümüzde yapamıyoruz da ağaçlarımızı feda ediyoruz, buna izin veriyoruz.

Gezi hareketi bunu yapabildiğimizi gösterdi bence bize. Ama yeterli değil elbette. Doğaya düşman, kötü adamlar sarmış durumda her yanımızı. Adeta bindikleri dalı kesip, cehennemlerine odun taşıyorlar. Kadınlar, ağaçlar ve çocuklar yani “sözde” güçsüz olanlar üzerinden bir iktidar alanı kuruluyor. Güç, bir istismar aracı haline getiriliyor ve suiistimal ediliyor. Çok hazin, çok yazık. Umarım bunu yapanların gözlerini bir an önce toprak doyurur ve yaptıkları büyük hataları çok geç olmadan fark ederler.

Hayatla kurduğun bağ, doğaya duyduğun kalpten gelen sevgi, Yunan tanrılarını işin içine katman, yazarlardan aldığın alıntılar hepsi çok derinlikli bir yerden akmış yazıya. Bir de çok gerçek. Bu kadar derinlikli hissedebilmenin bir sırrı var mı? Çok teşekkür ederim. Bunları duymak, hissettirebilmek ne kadar güzel. Yaşamı, kendimi olduğu haliyle görmeyi öğrenmeyi çalışıyorum. Çabasız, gösterişsiz, itip çekmeden, zorlamadan… Olduğu kadarıyla… Sanki o zaman yaşam kendini açıyor, genişliyor. Kendimizle de sanki o zaman dost oluyoruz ve sanki o zaman şefkat her yanımızı sarıp sarmalıyor.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Sinem Gündem
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünden mezun oldu. 22 yıldan bu yana televizyonların haber merkezlerinde çalıştı, haber programları çekti. En büyük tutkusu yazmak ve soru sormak.