Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde insan türünün en ilkel ataları, Miyosen Devri otçul primatlarıyla aynı soy çizgisinde henüz iki ayağının üzerine kalkarak insansı olma yoluna girmemiş canlılarken, yirmi küsür milyon yıl kadar önce büyük bir küresel ısınmanın ve kuraklığn mağduru olmuşlar. Ormanların hızla azalması sonucu üzerlerinde barınabilecekleri ve beslenebilecekleri yeterince ağaç kalmayınca ilk etapta bir kısmı dışlanıp kovularak, sonrasında ise daha büyük gruplar halinde kıtlıktan ve yangınlardan kaçarak yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda kalmışlar. Diğer pek çok tür gibi karınlarını doyurmak, korunmak, barınmak için ağaçtan ağaca geçemedikleri geniş düzlüklerde yere inmeye ve sonrasında sivri dişler, keskin pençeler dünyasında uzun mesafeler katetmeye mecbur olmuşlar. Çeşitli el kol hareketleri eşliğinde çığlıklar atarak, “evladım buralar hep dutluktu,” diye yakınmaya da işte o zamanlarda başladıklarını sanıyorum. Onları daha iyi anlamak için gittikçe size daha yakından gelen kurt ulumaları, aslan kükremeleri duyduğunuzu ve çevrenizde tırmanabileceğiniz hiç ağaç göremediğinizi hayal edin. Evet bir primat olarak en akıllısı tabii ki yine sizdiniz canım ama o zamanlar pek de iyi düşünemediğinizi kabul edin lütfen. O dönem çok genç ve tecrübesizdiniz sonuçta, yoksa bilirim şimdiki aklınız olcakti ki heyt be. Üstelik havanın kararmarmasına da az kalmasın mı! Ateş de yakamıyorsunuz! Anneciğim, anne, korku ve panik sizi ele geçirdi bile. Dinlenmeyi aklınıza getiremez, damarlarınızı dolduran tarih öncesi adrenalini sayesinde -özel, enfes bir karışım olsa gerek- saklanacak bir yer bulana kadar durmadan kaçardınız, elinize geçirebileceğiniz ne varsa ona dört elle sarılırdınız.
Yaşanan kuraklığın ve doğurduğu kıtlıkların doğa anaya dayattığı o büyük değişim tufanından hala hayvan kategorisinde yer alan atalarımız da kendi paylarına düşeni almışlar. Her yerde çığrından çıkan hayatta kalma savaşları sebebiyle kendilerini her an savunabilme maksadıyla taşları ve dalları silah olarak sürekli kullanmaya, hatta yanlarında taşımaya başlamışlar. Giderek daha sert ve keskinlerini seçtikleri taşlardan el baltaları, daha sivri ve uzunlarını seçtikleri dallardan ise sopaları onların aynı zamanda ilk aletleri olmuş. Yırtıcıların avlayıp yedikleri ve genellikle leş yiyicilerin sıyırıp geriye yalnızca iskeletlerini bıraktıkları hayvanların kafa taslarını, büyük kemiklerini böylece kırmayı da başarmışlar, o kıtlıkta nerdeyse sınırsız beyin ve ilikle beslenerek hayatta kalabilmişler. Çoğunlukla otlakların ve çalılıkların hakim olduğu uçsuz bucaksız topraklarda yırtıcı hayvanları daha uzaktan görebilmek, onlardan çok daha hızlı kaçabilmek için doğrulup iki ayakları üzerinde yürüyen, koşan ve yaşayan, ayrıca artık sürekli beyin ve ilik yiyebilen hem otçul hem de etçil daha gelişkin bir primat türüne evrilmişler.
Hayvanların kafataslarını kırabilme yoluyla fosfor, yağ, hormon ve mineral zengini beyin ağırlıklı beslenebilen tek memeli türü olarak, beden yapılarının ayakta duruşa göre şekillenmesinin yarattığı pek çok fiziksel değişimin de sonucunda, onlara insansılığın ötesine geçerek insan olmaya doğru ilerleme imkanını veren bir diğer gelişme ise gırtlak, çene ve dil yapılarının değişmesi olmuş. Ayakta durmaya bağlı olarak insansı ilkel atalarımızın daha çeşitli, çok daha ayırt edilebilir sesler çıkartabilmelerini sağlayan bu gelişme, süper bir besinle coşan beyinlerinin ve kabiliyeti durmadan artan dillerinin birbirlerini sürekli geliştiren bir döngüye girmelerine sebep olmuş. Ardından kullandıkları aletler çeşitlendikçe becerileri de gelişmiş ve çok çeşitli özgün sesler çıkartabildikçe birbirleriyle konuşmaya başlayarak daha iyi organize olabilmişler, çok daha sosyalleşmişler. Daha iyi düşünebildikçe daha iyi konuşabilmişler ve daha iyi konuşabildikçe daha iyi düşünebilmişler. Ayrıca bu sayede şimdiki zaman algısı içinde sıkışmış olmaktan çıkabilip geçmiş ve gelecek zaman kavramlarıyla da bütünleşerek akıllarındaki tüm bilinç engellerini yıkmışlar. Gittikçe büyüyen, kaslanan ve sıkılaşan vücutlarında yükselen kan basıncının da yardımıyla onların beyinleri iyice gelişmiş ve vücut kütlesine oranla tüm canlılar arasında en büyüğü olmuş. Nihayet sınırsız bir düşünce dünyasının kapılarını aralayabilen atalarımızın doğaya hakimiyetleri hızla artmış. Sonrasında besin zincirinin en üstüne çıkan avcı-toplayıcılar ve doğaya hükmetmeye başlayan çiftçiler ortaya çıkmışlar.
İnsan da dahil olmak üzere tüm canlılar çevre şartlarına sürekli uyum sağlayarak çeşitli değişimler yaşarlar veya uyum sağlayamadıkları durumlarda ise elenirler. Bu değişimler büyük ve kompleks oranizmalarda çok uzun zaman alırken küçük ve basit organizmalarda ise kısa süreler içinde gerçekleşebilirler. Mesela iklim ve çevre değişikliklerinin yüzlerce ya da binlerce yıllık bir süreçte yavaşça gelişmesi halinde, örneğin memeli hayvanlar çevrelerine nesiller boyu yavaşça uyum sağlayarak çok farklı yerlerde, çok çeşitli şartlarda türlerini sürdürebilirler. Buna karşılık kısa sürede hızla gerçekleşen büyük çevresel değişimler ya da felaketler karşısında ise nesillerinin kısa zamanda tükenmesiyle karşılaşırlar. Bununla birlikte virüslerin ve bakterilerin birkaç yıl hatta birkaç ay içinde bile uygun şartlar altında çok çeşitli mutasyonlara kolayca uğrayabilmeleri, bana göre hayatın evrimsel yasalara göre organize oluşuna ve işleyişine inanmam için yeterli bir kanıttır. Milyonlarca yıllık sürece yayılmış fosil bulguları, türdeş pek çok hayvanın vücutlarında görülebilen farklı adaptasyon örneklerini veya bazı hayvanların çok eski çağlardaki gelişim aşamalarına ait bazı atıl organların anatomik kalıntılarını, virüs ve bakterilerin aslında sürekli mutasyon geçiriyor olmalarını yıllardır yeterli görmeyen insanlar, Covid-19 virüsünün hızla mutasyona uğrayarak yalnızca bir yıl içinde binlerce varyantını üretmesine, yani aslında evrim yasasının bir anlamda kendisini ispat edişine tüm dünyada kendi gözleriyle şahit oldular. Hayatın değişim, adaptasyon ve zayıfların elenmesi üzerine kurulu dinamiği olan, ilk kıvılcımdan beri orada olması sebebiyle ataların atası diyebileceğimi düşündüğüm evrim yasasını çürütmeye çalışmak için boşuna uğraşmak yerine, yakında herkesin onu yalnızca daha iyi anlayabilmek amacıyla tartıştığını görmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
Tıpkı dünyanın, kainatın merkezinde sabit durmak yerine güneşin çevresinde döndüğü ve yaşının dört buçuk milyar yıl civarında olduğu gerçeğini inkar edebilecek hiçbir topluluğun, kurumun ya da dinin artık neredeyse kalmadığı gibi, yakında evrim yasasının gerçekliğini de aynı şekilde herkesin benimseyeceğini ve bu hakikati kendi inanç dünyasına da katacağını umuyorum. Hayatı, insanları hatta maddeyi ve evreni tanrının kaotik, karmaşık fakat aynı zamanda hayran olunası, harika bir devinim düzeni içinde evrim gibi deneysel bir yöntemle yaratmış olabileceği halde, çok basitçe düşünen sıradan bir akla yaraşır şekilde hokus pokus türü bir yolla bir anda puf diye yarattığını savunmak ne kadar doğru? Bunun yerine Adem ile Havva’nın yaratılışını, en azından ‘evrim sürecinin hangi aşamasında ve dünyanın neresinde doğmuş olabilirler,’ şeklinde tartışmak çok daha mantıklı değil mi? Objektif verilerin aydınlattığı, kendisini sürekli sınayan ve geliştiren bilimsel kanunları görmezden gelmek, aslında inançlı kişileri, inandıkları dine ve tanrıya gerçek anlamda ulaşabilmekten alıkoyan belki de en büyük hatadır. Sonuçta evrim yasasını kabul etmenin kimseyi inançsız yapmayacağı gibi, ona burun kıvırmak da kimseyi daha inaçlı ve tanrı dostu yapmaz.
Nihayetinde bilim, çeşitli menfaatler uğruna dini bir inanca veya ruhani bir yönelime dayanarak oluşturulan tüm yapay yanılgılara ve barajlara karşı eninde sonunda mutlaka galip gelecektir. Bu galibiyetin geciktiği yerlerdeki geri kalmış toplumların, daha gelişmiş toplumlar karşısında tarih boyunca yenik düşmeleri ve sömürülmeleri hatta yok oluşlara bile varan çok ağır bedeller ödemeleri yine evrim yasasına ait bir diğer kaçınılmaz işleyiştir. Daha üstün türlerin kendilerinden zayıf türleri elemesi ya da en aza indirgeyecek şekilde baskılamasında olduğu gibi.
Gerçi sonsuz karanlıklar içindeki küçücük sıcak bir cismin yaydığı azıcık bir ışığın içine gömülü ve yok denilebilecek kadar da minicik bir toz parçasının üzerinde, üstelik de sadece bir anlık zaman dilimi süresince var oldukları halde, kendilerini tüm evrendeki en yüce varlık sanan mikroskobik insanların birbirlerini en kanlı yok oluşlara sürüklemelerinin asıl sebebi, onları evrendeki en çirkin varlık yapan o anlamsız hırslarıdır. Her anlamda üstün bir medeniyet inşa edebilmelerini engelleyen ve bu sebeple toplumsal düzeyde hala evrim yasasına tabi olmalarına neden olan o hırsları…
İşte bu kadar basittir doğrusu.
Bilindiği kadarıyla yazının icadından beri süregelen, muhtemelen çok daha öncesinden başlayan bağnazlığa karşı kahramanca yürütülen bilimsel ve felsefi mücadelelerin ışığında son birkaç asırda serpilebilmeye başlayan özgür düşünceye artık her kesimin ihtiyacı var. Bilgiye tüm sınırları aşma kapısını açan internet, en çok da bağnazlığın bataklıklarını kurutmaya başladı. Bilimin insanları deneyler ve ispatlarla hakikatlere götüren renkli, eğlenceli, şaşırtıcı, hayranlık uyandıran doğası karşısında tamamen ezilmemek için özgür düşünceye saygı kavramına artık en çok da bağnazlar muhtaç. Kanıt gözetmeksizin inanmak, kanıta rağmen inanmamak veya yalnızca kanıtlı olana inanmak… Birbirinin düşüncesine, inancına saygı duyup karışmayan herkesin her fikri, her kabulü, her reddi kendisinindir. Bilim, din ve spiritualizm birbirlerine karşı birer savunma veya saldırı hattı olarak görülmese keşke de bu ezeli rekabetin, mücadelenin ister istemez hepimizi etkileyen bireysel ve toplumsal çatışmalarından bir kurtulsak artık. Bilim, din ve spiritüalizm farklı zeminlere basıp üstte birleşerek insan doğasının çatısını oluşturan üç temel ayaktır. Aslında üçünün de kaynağı özgür düşüncedir ve aynı şekilde üçü de birbirini tamamlayıcıdır. Fakat içlerinde en eğilmez, bükülmez olanı, insanlığın hayrına hizmet etme amacıyla en verimli şekilde kullanılabilecek olanı elbette ki dünyada şahlanışıyla özellikle son elli yılda göz doldurmaya başlayan bilimdir.
Öyleyse iham almak istediğinde kollarını gökyüzüne açıp yıldızlara özlemle bakmalı, hakikati aradığında ise gürül gürül yanan bir ateşe gözlerini dikip derin düşüncelere dalmalı insan. Havayı, suyu, dağı, taşı, toprağı içine doyasıya çekmeli. Kör olmadığı halde gerçekleri görmesine engel olarak onu hakkaniyetten uzaklaştıran tüm zaaflarını gidermeye, o mucizevi bilincindeki tüm karanlık köşeleri aydınlatmaya yeterli şunca bilimsel, sanatsal, ruhani ve tarihi birikimi benliğine şükür ve minnetle davet etmeli. Okumalı, izlemeli, dinlemeli, sorgulamalı. Vicdana, akla ve zamanın ruhuna aykırı mı diye… Binlerce yıl boyunca uğruna dökülmüş olan kan, ter ve göz yaşına, uğruna maruz kalınmış işkencelere, cesurca feda edilmiş sayısız hayatlara karşılık, üstelik sonsuz emekle, cefayla düşünülmüş, araştırılmış, sınanmış, sağlaması yapılmış, sonuca bağlanmış ve din, dil, ırk gözetmeksizin tüm insanlığın faydasına korkusuzca sunulmuş onca bilgi ile, koca bir dünya ve evren dolusu hakikatle beslenmekten ruhunu mahrum bırakmamalı. Hiçbir menfaat için doğruyu karalamamalı. İnsan.
Pisagor, öğrencileriyle birlikte yakıldı. Sokrates, zehirle idam edildi. Hypatia, linç edilerek öldürüldü ve vücudu dört parçaya bölündükten sonra yakıldı. Hallac-ı Mansur, hapsedildi, derisi yüzüldü, elleri ayakları kesildikten sonra idam edilip yakıldı. Roger Bacon, on dört yıl hapsedildi. Micheal Servetus, yakılarak idam edildi. Galileo, evine hapsedildi ve kör olup öldü. Giordano Bruno, yakılarak idam edildi. Antoine Lovoisier, giyotinle idam edildi.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.