Ressam Özge Koz ile neşenin, sanat ve sanatçı üzerindeki etkilerini konuştuk. Spinoza’dan Picasso’ya, Proust’tan Nasreddin Hoca’ya dolaştık geldik. Bu keyifli, doyurucu ve ilham veren bir söyleşi, neşe dahil tüm duygularımıza sahip çıkmak ve kendimizi gerçekleştirmek için sanata başvurmanın hepimizin temel hakkı olduğunu da hatırlatıyor.
Bir sanatçı olarak neşe duygusu hakkında ne düşünüyorsun?
Canlılığı harekete geçiren ilk içgüdü hakkında iki temel görüş günümüze kadar süre durmuş. Bunlardan ilki hazcı (hedone) görüş. Buna göre canlılığı harekete geçiren ve devamlılığını sağlayan içgüdü haz. Diğeri ise kendini koruma içgüdüsü diyebileceğimiz oikeosis. Buna göreyse canlılığı harekete geçiren ve devamlılığını sağlayan koruma içgüdüsü.
Neşe duygusu sanki hazcılığa daha yakın bir duyguymuş gibi dursa da, aslında korumacı yaklaşımın da içinde ele alınır.
Kadim Yunanlılar her türlü duygunun yeşerdiği zemin olarak iki ana zemin görürler. Biri katharsis zemini, diğeri ekstasis zemini. Katharsis en basit anlamıyla arınma, sadeleşme, ayıkma, saflaşma anlamına gelir. Ekstasis ise uyuşma, kalabalıklaşma, çeşitlenme, çoğalma anlamlarına gelir. Her türlü duygulanım bu zeminler üzerinde açığa çıkar.
Şu halde neşe haz veren bir duygu olarak canlılıkla doğrudan ilgili olmalı. Canlılığın temel içgüdüsü ister haz olsun isterse koruma güdüsü olsun fark etmiyor; her iki güdünün de bir dışavurumu olarak neşeyi tecrübe ediyoruz.
Neşe kâh ekstasis zemininde kâh katharsis zemininde filiz veriyor. Başka deyişle neşe bazen kendi kendimizi çoğaltan, çeşitlendiren ve uyuşturan kökenden beslenen bir duygu olmanın yanı sıra, bazen de saflaştıran, arındıran ve ayıltan kökenden beslenen bir duygu.
Spinoza açısından söylersek sevinç hem zihne hem bedene ait olduğunda neşe adını alır. Sadece bedene ait olduğunda ise lezzet deriz. Hem neşe hem de lezzet haz verir.
Öte yandan neşe sözcüğünün etimolojisinde neşeye, “kendiliğinden ortaya çıkan şey” manası verilmiş. Bu kendiliğinden ortaya çıkan şey olan neşe; coşku, vecd ve sarhoşluk gibi belirtilere sahip.
Buraya kadar neşeyi canlılarda kendiliğinden ortaya çıkan, haz veren, hayatta kalmamıza ve hayata devam etmemize katkı sunan, bazen çeşitlendirip çoğaltıp uyuşturan, bazense saflaştırıp ayıltıp arındıran, coşku, vecd ve sarhoşluk veren belirtilere sahip, hem zihne hem de bedene ait bir duygu olarak tanıyoruz.
Peki sanat yapıtı üzerindeki izdüşümü nasıl oluyor?
Sanat yapıtı bir açıdan da zihnimizin semboller, simgeler ve imajlar yoluyla dışarıya yansıması yahut aynadaki simgesel görünümümüz. Düşte gördüğümüz imajların türetilmesine benzer. Şu halde sanat yapıtı bir bakıma düşseldir. Gerek sanat yapıtında gerekse düşte gördüğümüz tüm imajlar evvelemirde hayal yetimiz yoluyla yeniden türetilir. İmajlara hayal yetisinde yeni bir form verilir ve bu form canlandırılır.
Bir resmin, bir müzik eserinin yahut bir heykelin biçimini tasarlarız, ancak bu biçime ruhu nasıl vereceğiz? Başka deyişle nasıl canlandırıp dış dünyaya aktaracağız?
Bu aşamada duygular devreye girer. Biçime ruhunu veren, yahut biçimi canlandıran duygulardır. Hiç şüphesiz bu canlandırmada neşe duygusu bir aktör olarak sahnede yerini alır. Dünyayı ve hayatı her nasıl algılıyorsak, o şekilde sanat yapıtına yansıtırız. Bu yansıtmada adeta yeni bir sahne kurarız. Picasso’ya ’ya sorarlar: “Üstat resimlerinde ne anlatmak istiyorsun, şu haliyle hiçbir şey anlamıyoruz?” Picasso, gülümseyerek onlara şu cevabı verir: “Ben de anlamıyorum! Sadece yapıyorum! Siz kuş cıvıltılarını anlamak için mi dinlersiniz?” Picasso sanat yapıtındaki yaratıcılığı böylesine enfes betimler. Nitekim Picasso’nun bu yaratıcı eylemini anlayamayan eleştirmen Ambroise Vollard, Avignonlu Kızlar tablosuna şöyle tepki verir: “Ancak deli bir adamın işi olabilir! “
Oysa sanat yoluyla kendimizi gerçekleştiririz. Söz gelimi bir Çinli gibi gökyüzünü sarıya boyarız. Yahut Edith Piaff gibi detonasyonla da muhteşem şarkılar icra edilebileceğini gösteririz. Boyadığımız yahut söylediğimiz aslında kendimiziz.
Umberto Eco 17. yüz yılda keman dinletisi izleyen bir müzik eleştirmenin gözlemlerini şöyle aktarır: “At kılı ve kedi bağırsağından imal edilmiş bir müzik aletinden (kemandan) çıkan sesleri dinleyen bunca insanın duygulanması, ağlaması, coşkusu ve heyecanı hiç anlaşılır değil.” Adeta mistik bir ayinin sıra dışı tepkimelerini aktarır eleştirmenimiz.
Sanatla olan etkileşimimiz nasıl olur?
Sanatla olan etkileşimimiz sanki mistik bir ayine benzemeli kanısındayım. Mistikler ayinlerinde gözlerini ve ağızlarını kapamış oldukları halde ritüeli gerçekleştirirler. Acaba niçin gözlerini ve ağızlarını kaparlar? Mistikler böylelikle kendilerini dış dünyadan yalıtırlar. Başka deyişle o güne kadar gördükleri ve bildiklerinden, kültürel alışkanlıklarından, inançlarından, söylemlerinden, velhasıl tüm kazanımlarından kendilerini yalıtırlar. Zira yeni bir dünyaya açılmak isterler. Sanatla olan etkileşimimiz böylesi bir gizemi gerekli kılıyor gibi. Gezdiğimiz bir müzede antik bir heykeli saatlerce izleyebilmek için o heykelle canlı bir etkileşim içerisinde olmak durumundayız. Oysa heykel cansız! Şu halde o heykeli hayalimizde canlandırıp konuşmak lazım. Bu canlandırma ve konuşma bir bakıma heykel üzerinden kendimizle konuşma, yahut kendimizi heykel üzerinden yeniden üreterek gerçekleştirmek anlamına gelir. Böylesi sıra dışı bir şeyi yapabilmek için, hiç şüphesiz alışkanlıklarımızdan bir süreliğine uzaklaşmak durumundayız; yani gözlerimizi ve ağızlarımızı kapamalı ve böylece yeni bir dünyaya açılmalıyız!
Ancak böylesi bir tavrın birtakım riskleri de var. Söz gelimi Beethoven’in beşinci senfonisinin dinletisine katılan eleştirmen Louis Sphore şöyle tepki verir: “Kaba seslerden oluşan bir cümbüş!”
Bazıları ise kıskanır. Brahms’ı kıskanan Çaykovski günlüğüne şunu yazar: -“Şu alçak herif Brahms’ın müziğini bir de ben çaldım. Ne kadar da yeteneksiz piçkurusu!”
Aslında tüm bunların hiçbir önemi yok. Zira insanın kendini gerçekleştirme baskısı karşı konulamaz bilinçdışı bir baskı. Bu baskıya boyun eğmeyen insan yok ve olamaz da zaten. Öyle ya da böyle daima kendimizi gerçekleştirme çabası içerisindeyiz; ama kariyer yoluyla, ama şöhret yoluyla, ama başarı yoluyla, vb. Kendimizi gerçekleştirme sürecinde karşı karşıya kalacağımız muhtemel dramatik yahut komik durumlar çok da umurumuzda olmaz. Nietzche’nin dediği gibi “Müziğin sesini duyamayanlar dans edenleri deli sanır.”????
Proust’un Kayıp Zamanın Peşinde romanı üzerine yazılan editör, raporunda şu ifadeye rastlanır: “Boynumun yukarısı felç olabilir, ama bir adamın uyumadan önce yatakta nasıl döndüğünü anlatması için neden 30 sayfaya ihtiyacı olduğu sorusu hala beynimi kemiriyor.” Proust o sayfalarda kendini gerçekleştiriyordu, ancak editör raporu bu hususu ıskalamış gözüküyor. Pekâlâ, editörün bu sıkıntısı Proust’un umurunda mı? Cevabı size bırakıyorum.
Duyguların hayatımızı yaşarken olduğu gibi sanat üzerinde de muazzam bir etkisi olmalı. Neşe bunun neresinde?
Kendimizi yeniden üretmek, keşfetmek, gerçekleştirmek ve canlandırmak için ihtiyaç duyduğumuz enerjiyi duygular verir. Bu duygular arasında başat olan bir duygu da neşe duygusu.
Hatırlarsak neşenin belirtileri coşku, vecd ve sarhoşluğa benziyordu. Öte yandan neşe kendiliğinden olan bir şeydi. Pekâlâ, neşenin bu belirtileri ve kendisi ne tür formlarda ortaya çıkıyor. Neşeyle ilgili en tanıdık form gündelik hayat içerisinde zaman zaman deneyimlediğimiz kahkahalarımız. Ancak kahkaha neşenin kendisi değil; bilakis neşenin bir formu! Bu ayrıma dikkat etmemiz gerekiyor.
Kaynağı neşe duygusu olan şiirler, resimler, komedi şovlar, heykeller, piyesler, müzikaller aslında birer formdan ibarettir. Enerjisini neşe duygusundan alan bu yapıtlar formlarını; simgeler, semboller ve imajlar yoluyla oluşturur. Bu formlara hayat veren ise bizzat neşe duygusudur. Şu halde neşe duygusu; zihnimizde simge, sembol ve imaj olarak tasarladığımız bu formlara hem refakat eder hem de hayat verir. Başka deyişle canlandırır.
Sanatın hayatımızdaki önemini sizin şahane sanatsal anlatımınızla bir kez daha tanımlasak?
Öte yandan bu yolla kendimizi gerçekleştiririz. Yeniden üretir ve canlandırırız. Sanat aynı zamanda, insanın kendini gerçekleştirmesi veya yeniden üretmesi için bir araç işlevi görür. Her insanda kendini gerçekleştirme isteği bilinçdışı bir istek olarak var olduğuna göre, her insanın bu en temel isteğinin ihtiyacını yerine getirmesi maksadıyla sanata başvurması gayet makul gözüküyor. Belki de sanat her insanın başvurması gereken en doğal ve temel hakkı!
Zira sınırlı bir dünya ve sınırlı bir hayat gerçekliğine karşın, sonsuz isteklerle donatılmış durumdayız. Birbirine uyumsuz olduğu görülen bu iki gerçekliğimizi uyumlu hale getirmek için en elverişli araç sanat gibi gözükmektedir. Sonsuz isteklerimizi sınırlı bir hayat ve sınırlı bir dünyada gerçekleştirmek için yaratıcı ve yeniden tasarlayıcı eylemlerimize canlılık kazandırıp, tüm bunlardan sonra elde ettiğimizi duyumsamak için yegâne yolumuz sanatsal duyarlılığa başvurmak olmalı. Duygular ise tüm bu işlere enerji veren kaynaklardır.
İnsanın bu en temel gereksinimini gidermek üzere alternatif olarak bilim ve felsefe yoluyla da karşılanması bu ihtiyacın giderilmesi teklif edilmektedir. Ancak bu alternatiflere nispeten sanatın açık ara önde olduğunu iddia edeceğim. Bu iddiamı desteklemek maksadıyla neşe yoluyla sanatsal yaratıcılığı kültürümüzde öne çıkaran Nasreddin Hoca’nın bir fıkrasını paylaşmak isterim:
Hocamız saz çalarken sazın sadece bir telini tutarak müzik icra eder. Yanındakiler sorar: “Hocam diğerleri sazın diğer tellerini tutup elini ileri geri hareket ettirerek çalarken, siz niçin elinizi sabit tutmak suretiyle çalıyorsunuz?” Hocamız cevap verir: “Onlar benim tuttuğum yeri arıyorlar.” ????
Açılış fotoğrafı: Rudy and Peter Skitterians-Pixabay
Tablo Özge Koz’a aittir.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.