Kitap

Sesini değil, sözünü yükselt

Sade, öz ve iyi konuşmak için elinden tutmak, lafı uzatmaktan usananlar, lafı uzatanlardan bezenler için yazılmış bir kitap Konuşmada Şibumi – Uzun Lafın Kısası. Şibumi, Japonca’da sadeliğin arkasındaki görkem demek. Kitabın yazarı iletişim uzmanı ve aynı zamanda Cem Şen Kalp Yolu Eğitimi’nde eğitmenim Nihal Şirin Yücelgen. İletişim erdemli bir yaşama açılan en önemli kapılardan biri ve şu sorular çok kıymetli:

  • Hem kendimizle hem diğerleri ile nasıl bir iletişim halindeyiz?
  • Sesimizi mi yükseltiyoruz yoksa sözümüzü?
  • Ne söylediğimizin farkında mıyız?
  • Beden dilimiz ile ağzımızdan çıkan kelimeler aynı şeyleri mi söylüyor?

Sevgili Nihal Şirin ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisini dinlerken gözlerindeki parlaklıktan etkilenmemek mümkün değil.  Sohbet hiç bitmesin istedim, dilerim siz de okurken aynı keyifle okursunuz.

İletişim dediğimizde kalp ve akıl el ele gidiyor. Biri olmadan diğeri eksik kalıyor.

Sevgili Nihal Şirin Yücelgen’e sordum, o da tane tane yanıtladı.

İletişimde kalp ve akıl nasıl bir arada olur?

Şibumi en demek?

Neyi anlatmamak için birçok cümlenin arkasına saklanıyoruz?

Ve dahası…

Nihal Şirin kendisini nasıl tanımlar?

Bu soru en zor sorulardan bir tanesi. Ben kendimi nasıl tanımlarım? İletişim konusunu çocukluğundan beri hayatının tonuna yerleştirmiş, özellikle çocuklukta iletişimde çok zorlanmış ve bugün bu konu üzerinde çalışan birisi olarak görüyorum kendimi. Eğitimim de buna çok güzel zemin hazırladı. Ben edebiyat ve felsefe okudum. Edebiyat ve felsefe okuyunca kelimelerle biraz fazlaca haşır neşir oldum. O kelimelerin hem yazılı hem sözlü hallerini çok merak ettim. Nasıl tesir ediyorlar insan zihnine, insan kalbine, bizim yaşantılarımıza; bunu gözlemledim, bunu araştırdım, bunu çalıştım. Şimdi de -23 yıldır- bu çalışmalarım eğitimler olarak devam ediyor. Eğitimler veriyorum, söyleşiler yapıyorum. Bunun üzerine biraz yazıp çiziyorum. Eğer bu taraftan bakacak olursak, bu tanım sanırım açıklayıcı olur. 

Nihal Şirin Yücelgen

Konuşmamız, kullandığımız kelimeler aslında zihnimizin bir izdüşümü.

“Kelimeler” dedin, kelimeler dünyayı değiştirebilir mi gerçekten?

Evet, ben buna gerçekten kalpten inanıyorum. Bir inançtan ziyade aslında bunu gözlemliyorum, böyle görüyorum. Dünyayı değiştiren başka faktörler de var elbette ki ama biz insan insana ilişkiyi kelimelerle kurduğumuz için, bunun insanı değiştirdiği ve insanın da dünyayı değiştirdiğini görüyorum. Onun için evet, kelimelerin çok etkili olduklarına dair bir gözleme ve çalışma alanım var.  “Kelimeler bıçak gibi; bir cerrahın eline verirsen şifa, bir celladın eline verirsen ölüm getiriyor.” İşte o kelimeleri hangi zihinle kullandığımız bunu belirliyor. Dolayısıyla aslında zihnin de bir izdüşümü konuşmamız, zihnimizin de bir yansıması olduğu için dünyayı değiştiren bir yapısı vardır kelimelerin. Tabii bunu ben de tek başıma böyle dile getirmedim aslında, kitapta da girişte yazdığım bir ifade bu. Çok sevdiğimiz, hepimizin kalbinde çok yer tutan, nefis bir filmden bir sahnenin cümlesi. “Evet, kelimeler dünyayı değiştirebilir” Ölü Ozanlar Derneği’ni filminin bir sahnesinden alıntıdır. 

Konuşmada Şibumi - Uzun Lafın Kısası - Nihal Şirin Yücelgen
Konuşmada Şibumi – Uzun Lafın Kısası

Konuşmada Şibumi – Uzun Lafın Kısası kitabının adı. Ben kitabın adını ilk duyduğumda âşık oldum. Nereden geldi bu isim? Konuşmada Şibumi ne demek?

Ben de kitabın ismini çok seviyorum gerçekten Özlem. Kitabın ismini böyle koyduğum için ben de çok mutlu oldum, başından itibaren.  Şibumi kelimesini önce bir anlayalım. Şibumi aslında Japonca bir kelime. Ancak beynelmilel kullanılıyor, eski tabirle. Yani bütün dünya dillerinde bu şekilde kullanılan bir kelime. Hani hepimiz çok iyi biliriz; dillerin birbirine geçirebildikleri kelimelerin bir kısıdı vardır. Yani bir dilde tek başına söylenen kelime, öbür dile geçtiğinde tek başına söylenemez ve biraz açıklamaya ihtiyaç olur ve böyle bir kelime. Japonca Şibumi kelimesi; sadeliğin arkasındaki görkem, basitliğin arkasındaki ihtişam demek. Kelimenin anlamı zaten çok çarpıcı. Ama benim için bir çarpıcı tarafı daha var; lise yıllarında okuduğum ve çok etkilendiğim Trevanian’ın Şibumi romanı. Evet,bir anti kahraman roman olsa da ben Nicholai Hel’e çok âşık oldum lisede okurken. Çok etkilenmiştim kitaptan, birkaç kez okumuştum hatta.

  • Konuşmada sadeliğin görkemi olarak duyuyorum ben kitabın adını, doğru mu?

Çok doğru duyuyorsun. Son olarak buna işaret etmek istedim. Konuşmada Şibumi’den benim kastım; kısa, öz, berrak bir anlatım. Bu ifadeyi anlatmakla ilgili koyacağımız çaba, bunu anlatmaya çalıştım. Burada kastettiğim şey; kısa ve öz konuşmak dediğimde, süreyle bağlantılı ya da hızla bağlantılı bir şey değil. “Şu kadar sürede konuşmak” ya da “şu hızla konuşmak” değil, daha ziyade gerçekten karşı tarafa söylediklerinizi en net, en berrak şekilde getirebilmek üzere koyduğumuz çaba ve ifade kalitesi yaratabilmek; bununla ilgileniyorum. Kitapta da işte bunu yazmaya çalıştım. 

Şimdi ben yazar koçluğu yapıyorum, editörlük yapıyorum. Kendim kurgu ve kurgu dışı kitaplar yazmak için çaba gösteriyorum. Yazarken laf uzadığında şunu sorarız: “Neyi söylememek ya da neyi gizlemek için bu kadar çok kelime kullanıyor, derdini bu kadar uzun anlatıyorsun?” Biz neden bu kadar çok, bu kadar uzun konuşuyoruz?

 İlk aklıma gelen yanıt; çünkü zihnimiz çok karışık. Zihin karışık olunca laf da uzar, yazı da uzar, iletişim de süner. Zihnimizin berraklığa ihtiyacı var. Aslında hep göndermem buraya. Ben 10 yıldır sevgili hocam Cem Şen’le birlikte Dharma çalışıyorum. Buda’nın öğretisini çalışıyoruz. Ve Buda’nın öğretisinde de bu çok çok önemli bir basamaktır. Sekiz basamaklı yolun üçüncüsü “Doğru Söz” dür. Ve Dharma öğretisinde de bizim fark ettiğimiz çok önemli bir parantez vardır: Zihnin berrak olması, sözcüklerin de berrak olmasını sağlar.

En temelde baktığımda; zihnimiz çok karışık Özlem. Hani hep hız ve haz çağında yaşıyoruz deriz ya, bu hız ve haz çağı zihinlerimizi inanılmaz bulanıklaştırmış durumda. Öyle olduğu için de biz bir türlü varmak istediğimiz yere varamıyoruz, kelimeleri maalesef sündürüyoruz, zihinle dili hizalayamıyoruz. En büyük sebebimiz bu.  Hepimiz konuşuyoruz da hepimiz anlatamıyoruz. Bizim derdimiz aslında bu; konuşmayı biliyoruz, anlatmayı öğrenmemiz gerekiyor. Ve şunu gözlemliyorum; zihin önden gidiyor, dil hep ona yetişmeye çalışıyor. Zihnin bu önden gitmesiyle ilgili hızı da gün be gün artıyor. Niye? Çünkü elimizdeki bu dijital aletler bizi çok fazla uyaranla temasa zorluyor, bu da çok karmaşık bir zihin hali yaratıyor. Bütün derdimiz o zihin halinin karmaşasından kurtulmak. 

Kalp Yolu eğitimi öğrencileri ile paylaştığın bir makalende, “ Dharma ile içinde yaşadığımız dönemde, kendimizle olan iletişimimizde birtakım kafa karışıklıkları olabilir” gibi bir mesajın vardı. Biraz bundan bahseder misin bize?

İletişim benim hayatımın fonu gibi ama “iletişim” deyince konu o kadar çoklu yerlere bağlanıyor ki. En başta kendimizle iletişime bağlanıyor. Yani aslında iletişim içeride başlıyor, sonra dışarıya yansıyor. Ve biz özellikle manevi pratikler yapan insanlar, özellikle yolun başında, kendimizle kurduğumuz ilişkide böyle bir sallanıyoruz ve bu işin çok doğal kısmı. Nasıl sallanıyoruz? Manevi pratikler yapmanın zihnimize getirdiği böyle bir şok dalgası etkileri var. Özellikle ilk zamanlarda şok dalgaları yayıyoruz. O dalgaları yedikçe de böyle içimize kapanıyoruz. 

Şimdi bu içe kapanmalarda bazı yanlış anlamalar oluyor. Ve o içe kapanmaları, manevi pratiklerde duyduğumuz, öğrendiklerimiz kavramlarla ilişkilendirmeye çalışıyoruz. Ama çok teoride kalıyoruz burada. Teoride kaldıkça, işte inziva kelimelerini, içe dönme, iç atmosfer diye kelimeleri duydukça sürekli bir orayla ilgilenmeye çalışıyoruz ve yalnızlaştırıyoruz kendimizi. 

Bu süreç insanı aynı zamanda kendine de yabancılaştırıyor olabilir mi? 

Yabancılaştırıyoruz, zatenbiz kendimize hâlihazırda yabancıyız. 

Zaten yabancıyız, yabancı olduğumuz bize de yabancılaşıyor gibi bir hal oluşabilir mi?

Doğrudur, biz zaten yabancılığımızın farkına varıyoruz aslında. Ve bu farkına vardığımız yabancılaşma bizi böyle birtakım yanlış anlamalara götürüyor. Nedir o yanlış anlamalar? Manevi kritikler yapmaya başladığım zaman yalnız kalmalıyım, kendimi kapatmalıyım, kimseyle fazla iletişim kurmamalıyım. Öyle radikalleşiyoruz ki bazen, çevremizdeki insanları kopartıyoruz. İşte ne bileyim; “Televizyon izlememeliyim! / Radyo dinlememeliyim! İnterneti kapatmalıyım!”gibi düşünceler gelişiyor.

Bir de ülkenin, hatta dünyanın içinde bulunduğu zorlu durumlar var. Her televizyon, haber izlediğinde insanın kaygı eşiği yükseliyor.

Çok haklısın. Bizim de zaten farkındalığımız, bu uyaranlarla nasıl baş edebiliyoruz; onu çalışıyoruz biz. Kendini bir kabuğa kapatıp, orada hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmak aslında işin en kolay kaçamağı.  Dağlara çıkıp kendi başına inzivada kalmak kolay. Zor olan ve asıl bizi geliştiren pratik; bu dediğin uyaranlarla nasıl baş ettiğimizi görmek. İletişimi o yüzden ben bir manevi pratik alanı olarak görüyorum. Her kurduğum iletişim, her giriştiğim diyalog aslında benim manevi çalışmalarımın bir pratik alanıdır. Nasıl konuşuyorum, kelimelerimi nasıl seçiyorum, kalbimde ne taşıyorum duygu olarak, niyetim ne bu konuşmaya gelirken, seninle iletişim kurarken? Tahakküm etmeye mi çalışıyorum yoksa anlamaya mı çalışıyorum? Duymaya mı çalışıyorum yoksa söylemeye mi çalışıyorum? Hep kendime bakma fırsatları bunlar. Bir haberi dinlerken duygum ne, bedenimde ne oluyor? Öfkeleniyor muyum? O öfkemle nasıl baş ediyorum? Bütün bunlar dalga dalga, katman katman bizim çalışabilme fırsatlarımız. İşte biz bu fırsatlara açık olabilmeliyiz diyoruz aslında Dharma çalışmalarında. Bunlarla kalabilmeye, o acıda kalabilmeye, o ıstırabı görebilmeye, o ıstırabı anlayabilmeye ve gücümüz yetiyorsa da dindirebilmeye çalışıyoruz. Kendi kabuğuna kapanıp “Şimdiki zamandayım. Oh ne güzel nefes aldım, nefes verdim, bir de kuru üzüm yedim …”  Bu yeterli değil. Tamam harika. Ben makalede de yazmıştım, okuyanlarımıza da böyle ipucu olsun. İş dünyasının, batının Mindfulness kavramına bu kadar sahip çıkmasının altında gizli bir niyet var gibi geliyor bana. Herkes kendi kabuğuna kapansın, kendi başarısına odaklansın, kendi olduğu hale odaklansın, kendi mutluluğuna odaklansın, diğerleriyle ilgilenmesin…  Ne güzel. Böylece ne isyan ne işte çatışma. Bütün bunlardan azade oluruz. Öyle olmuyor aslında. Biz böyle yaparak hatalı bir yöne sürüklemiş oluyoruz kendimizi ve zihnimizi. Ben biraz buraya işaret etmek istedim. Yoksa haklısın, her haber dinlediğimizde, bizim canımız yanıyor.

Şefkat: Naifliği, kırılganlığı değil gücü anlatan bir kavram

Yanmamasına imkân yok. Burada hem kendimize hem başkalarına şefkat de çok kıymetli bir hale geliyor. Şefkatin iletişimdeki yerini bize anlatır mısın?

Şefkat özellikle bizim dilimizde bir kavramla karıştırılıyor. Merhamet kelimesi ile karıştırılıyor.  Merhamet kelimesinin aslında kökenine baktığınızda böyle bir anlam içeriği yok. Merhamet rahmetten doğar biliyorsun, etimolojik kökü rahmet. Ve herkese adil verilen bir şeyi çağrıştırır, bir tanımı vardır. Ancak bizim dilimizdeki, kökünde olmamasına rağmen anlam içeriğinde acıma bulunur. Acıma varsa öfke de vardır. Çünkü bir şey, bir insan, bir varlık acı çekiyordur ve ben ona acıdığın zaman, ona bunu yapana da öfke duyarım. Oysa şefkat kavramında bir hiyerarşi yoktur, böyle bir üst-ast ilişkisi yoktur. Dolayısıyla öfke şefkatin yanında bulunamaz, bilakis öfkenin panzehridir Dharma çalışmalarında şefkat. Dolayısıyla şefkat bizim anladığımız yerden baktığınızda bir eylemdir. Şefkat bir eylemdir, bir fiildir. Thich Nhat Hanh bunu söyler. Bu ne demek? Karşındaki kişinin ıstırabını, acısını görmem, anlamam demek. Onun o acısının karşısında, yanında durabilmem demek. Kendimi bu ıstıraba kaptırmadan, eğer gücüm de yetiyorsa bu ıstırabı dindirebilmem demek.

Şefkat empati kavramıyla da karışır. Empati de çok güzel bir kavramdır ama empatinin fazlası bizi yorar. Yani karşı tarafın duygusunu anlamak, bir tür duygudaşlığa geçmek, onun gibi hissetmek, onun duygularına eşlik etmek. Eşliği onun duygularını benimsemek olarak söyledim burada. Yanında durmak, kendini sağlam tutmak anlamında söylemedim. Hatta biraz işte abartınca empatiyi ne oluyor? Sempatiye dönüyor. Hani bazı insanlar vardır ya, biz bir şey söyleriz, anlatırken “Ay ne diyorsun Nihal! Ay çok sinirlerim bozuldu!” 

Ezcümle toparlayacak olursam; şefkat bunlardan farklı olarak çok güçlü bir kavram, çok güçlü bir kelime. Tam tersi yani naifliği, kırılganlığı değil gücü anlatan bir kavram. Çevremize şefkat dediğimizde de kendi acımızı, kendi ıstırabımızı fark edebilmek. Kendi duygularımızla doğru temas edip kendimizle güçlü bağlar kurabilmek ve bunun için kendimize doğru bakımı verebilmek. Bunu yapabilen, karşı tarafa da yapar. Bunu yapamayan, kendini sürekli pataklayan, sürekli kendini inciten içeride, kendiyle iletişiminde sürekli zora sokan ne yazık ki bilmez ama gerçek budur; başkalarına da maalesef şefkat gösteremez aslında. Acır, empati gösterir ama şefkati gösteremez. 

Şefkat dediğinde yumuşacık bir his oluyor bedenimde ve yumuşuyor. Acımak dediğinde göğsüm kapanıyor öne doğru, yani orada başka bir gerginlik hali oluşuyor…

Ne güzel bir farkındalık. 

Özellikle çocuklarımızla, eşlerimizle bu şefkat diliyle konuştuğumuzda, sanıyorum o kadar seslerin yükselmesine ya da o kırgınlıklara da gerek kalmayacaktır. Ya da kırgınlıklara da mı şefkat göstermek gerekir, ona ne diyorsun?

Şimdi çatışmaları, kırgınlıkları, uyumsuzlukları ortadan kaldıramayız. “Dünyada hiçbir çatışma bir haklı bir haksız arasında olmaz, daima iki haklı arasında olur,” diye bir söz vardır. Biz hepimiz kendi duygu ve düşüncelerimize bir dozda kaptırırız. Dharma çalışmaları bunları kaptırmamak için çalıştığımız pratikler zaten ama kaptırırız. Dolayısıyla çatışma olur, kırılmak olur, uyumsuzluk-uyuşmazlıklar olur. Şefkatle ilişkin olarak kastettiğim şey nedir burada? O çatışmaların farkına varıp, acaba onları nasıl birbirimizi anlayabileceğimiz zeminlere dönüştürebiliriz. Çünkü çatışma da aslında bir şeyin işaretidir. 

Tabii en azından yaşam belirtisidir. 

Tabii ki öyle. Çatışmayı da görebilmek, onu da anlayabilmek ve buradan bağ kurmak için bir fırsat olarak görmek, çatışmayı ve kırılganlıklarımızı. Dolayısıyla şöyle naif iddialar yok şefkatin dilini konuştuğumuzda: Biz şefkatin dilini konuşunca çatışmayız, uyuşmazlıklar yaşamayız. Böyle bir şey mümkün değil. İki insan oradaysa çatışma oradadır. Ama ben ne hissediyorum ne yaşıyorum? Karşımdaki ne hissediyor, ne yaşıyor? Bunun farkındalığı ki buna ben “iletişim farkındalığı” dedim. Ne söylüyorum, ağzımdan çıkan kelimeler, sesimdeki ton, kalbimdeki niyet, seninle kurduğum bağ, beden dilim; bütün bunların farkında olmaya başladığında, düşünsene nasıl bir zihinsel esneme oluşuyor. Ve bunu karşımdakinde gözlemliyorum. O ne diyor? Onun kelimeleri neler?  Bir çiçeği koklar gibi dinlemeye başladığında, bütün duyu organlarınla, kalbinle, zihninle, bütün mevcudiyetinle… İşte orası şefkatin dilidir. Aynı fikirde olmayabiliriz ama bağ kurabiliriz ve şefkati orada tutabiliriz. 

Bütün bunları yapabilmek için zihin berrak olmalı. Dolayısıyla da zihin berraklığı iletişimin olmazsa olmazı diye duyuyorum, doğru mu duyuyorum?

Çok doğru. Sekiz basamaklı asil yolda, Buda’nın öğretisi bize birinci basamakta doğru anlayıştan söz eder, doğru görüşten. Bir kere anlayışımız, görüşümüz doğru olmadığında zaten baştankara bir durum. Hemen arkasından bize der ki “Doğru düşünce, doğru niyetler.” Ve bunun hemen ardından da doğru konuşma. Yani biz burada da görüyoruz ki aslında düşünce ve sözcükler birbirine zaten bağlı. Onun için dediğin çok doğru. Zihnimizi çalışıyoruz, biz bu yüzden dili eğitmek aslında zihni eğitmek. 

Zihni eğitmek kalbi eğitmektir. 

Sekiz basamaklı yolun diğerlerini de paylaşmak ister misin?

Tabii memnuniyetle. Yani aslında hepsi birbiriyle bağlantılıdır, Buda’nın Sekiz Basamaklı Yol’unda.

Sekiz Basamaklı Yol

  1. Doğru anlayış
  2. Doğru düşünce
  3. Doğru söz
  4. Doğru eylem
  5. Doğru yaşam biçimi
  6. Doğru kazanç
  7. Doğru farkındalık
  8. Doğru konsantrasyon

“Sesini değil sözünü yükselt” diyorsun kitabında. Altını çizdim, yanına ünlemler koydum. Bu ifadeni açar mısın?

Şimdi önce biliyorsun edebiyatla uğraşanların, yazıyla uğraşanların böyle bir terbiyesi söz konusudur, umarım ben de o terbiyeyi yerine getirebilirim. Bu benim sözüm değil, bu Mevlâna’dan ilhamla yazılmış bir söz. “Sesini değil sözünü yükselt.” Bundan ben ne anlıyorum? Şimdi biz, tam da senin demin söylediğin gibi karşımızdaki kişiye ulaşamıyorsak, yani mana olarak ulaşamıyorsak ya da kendi içimizde ulaşamadığımıza dair bir tereddüdümüz varsa bağırmaya başlarız. Ama aynı zamanda duygusal olarak anlaşamadığımızda da örneğin öfkelendiğimizde de sesimizi yükseltiriz. Bir şeye hâkim olmak ve sözümü masaya getirmek, yumruğumuzu vurabilmek gerektiğini düşündüğümüzde, vurmamız gerektiğini düşündüğümüzde de sesimizi yükseltiriz. Ve sesimizi yükselttiğimiz zaman, bunu ister somut anlamda al ister şimdi benim söylediğim gibi soyut anlamda al; anlaşıldığımızı zannederiz. Oysa anlaşılmanın yolu sözü yükseltmek bence. Sözü yükseltmek, sözün kalitesini yükseltmek, sözdeki niyeti yükseltmek, aradaki o bağın gücünü yükseltmek; ben bunu kastederim. Dolayısıyla konuşmamda ne kadar yüksek bir kalite kullanabiliyorsam, kelimelerim ne kadar özenliyse, buradaki iletişimde merakımı ne kadar o iletişim alanına getirebiliyorsam, o kadar işte yükseltmiş sayarım kendimi. Yükseltmiş sayabilmeliyiz kendimizi. Ve asıl anlaşılmak da oradan doğar. Anlamak ve anlaşılmak için iletişim kurarız biz yahu! Ve bunu sesimizi yükselterek değil, sözümüzün kalitesini yükselterek yapabiliriz. 

Konuşmaya edep katmak ne güzel bir ifade.  Bunun için nasıl bir farkındalığımız olması lazım? Nasıl bir yol izlememiz gerekiyor ki o konuşmamızın içine edep katabilelim?

Valla zihnimde şimdi sen bu soruyu sorunca bir şey canlandı, umarım becererek söyleyeceğim. Yanlış bilmiyorsam Özlem, laf kelimesi Farsça “atmak-fırlatmak” atılan şey, laf. Kelimeyse “iz”. Kelimelerin bir iz bıraktığının farkına varmamız gerekiyor. İşte edep benim de senin de çok sevdiğin kelime; konuşmadaki o edep, bu farkındalıkla geliyor. Ne söylüyorum? Bu söylediğim söz benden ne niyetle çıkıyor? Karşı tarafa nasıl ulaşıyor? Burada kendimi tutmam lazım. Yani ben burada değilsem; kalbim, zihnim, bedenim burada değilse bu iletişim gerçekleşemez. Fiziksel olarak burada olduğum görünür ama gerçekleşemez. Benim burada olmaya, mevcudiyetime ihtiyaç var. O işte edep o mevcudiyeti buraya getirmekle ilgili. Sonra o kelimelerin öneminin farkına varabilmek gerekli. Onu, dilimi terbiye edebilmemle ilgili. Bana kalırsa bazı şeyleri ehlileştirmemiz lazım. Merakımızı ehlileştirmemiz lazım, vahşidir merak. Dikkatimizi ehlileştirmemiz lazım, savruktur. Alışkanlıklarımızı ehlileştirmemiz lazım, çok fena enerjileri vardır. Kelimeler, dil ehlileştirilmeli çünkü bizi çok yanlış yerlere götürebilir. İşte o merak ve özeni eğer iletişim alanına getirebilirsem, o edebi kullanabiliyorum. “Yok ya işte olduğu kadar, olmadığı kader.” böyle yaparsam, o zaman da incitmeye başlıyorum. Çok küçücük bir şey ekleyeceğim ve susacağım. Burada kastettiğim şey; diken üstünde olmak, sürekli ne söyleyeceğimi planlamak, asla asla asla değil. 

Zaten o zaman burada olamam, sürekli bu diken üstünde olursam değil mi?

Yok! Zaten başta ne dedik?  Zihnimle dilimi hizalayamam o zaman. Burada kastettiğim asla bu değil. Tedirginlik, tetikte olma, sürekli bir hazırlan, asla değil. Tabii ki akış, tabii ki o anda o karşılılık halini beslemek; bütün niyet bu. Ama bunu gerçekten kalbimde ve zihnimde özenli bir şekilde yapabilmeye kararlı olmak. Buda’nın üçüncü basamağında “Ehil söz” derken bize öyle geniş, öyle güzel, öyle önemli bir çerçeve çizer ki. Yalan söylememek, arabozucu olmamak, kaba konuşmamak, boş konuşmamak, dürüst olmak, nezaketli dil kullanmak,  bütün bunları Dharma bize anlatır. Demek ki çok önemli. Bakın, Buda meditasyondan ve farkındalıktan önce bize doğru söz söylemeyi, düşünmeyi öğütlüyor. O yüzden çok çok kıymetli buluyorum bu alanı. 

Cömertliğin için çok teşekkür ederim. Bitirirken eklemek istediğin şeyler var mı?

Öncelikle sorularındaki içerik beni çok memnun etti. Böyle aynı dilden konuşabildiğim biriyle bir röportaj yapmak beni çok mutlu etti, çok çok teşekkür ediyorum. Hem içeriklerin için hem de yaklaşımın ve davetin için. Son olarak benim söyleyebileceğim şey şu. İletişim her an bizi kendimizi anlamak, dünyayı anlamak, başkalarını anlamak üzere bir pratiğe tabi tutar. Eğer biz bu pratiğin farkına varabilirsek, her an orada olmayı başarabiliriz. Bu da işte farkındalığımızı güçlendirmek, konsantrasyonumuzu güçlendirmek, erdemimizi güçlendirmek demek. Bütün bunlar konusunda bize çok güçlü, çok sağlam bir alan sağlar. Bu alanı gözden kaçırmayalım diyorum. 

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

ozlem-cetinkaya
Yaşam gözlemcisi olma yolunda bir yolcu. Yolculuğun her anında farkındalıkla deneyimin içinde kalabilmek, kalbini uyandırmak adına kullandığı araçlarını diğerleri ile paylaşmaya gönül vermiş bir elçi. Jaadoo İyi Yaşam markasının kurucusu. Yazar, yazar koçu, farkındalık ve şefkat eğitmeni.