Yazının önceki bölümleri için lütfen tıklayın:
I am the channel (Ben kanalım)
Bu kısa süreli itiraftan sonra bir daha hiç susmadım. Konuştum. Hep konuştum. Dilimden bana ait olmayan düşünceler dökülmeye başlamıştı. Kimi zaman “off ne kadar çok ıslak mendil harcıyorsunuz, doğa sizin yüzünüzden kirleniyor” diyor, kimi zaman “sen yeğenlerinin kusmasından iğrenirdin bak yanında hiç tanımadığın insanlar kusuyorlar” diye kız kardeşime kızıyordum. Bir an geliyordu çok sıcak olduğunu düşünüyor, tüm kıyafetlerimden kurtulmak istiyordum. Çoğu zaman ne hissettiğim duygular ne de zihnime üşüşen düşünceler bana aitti. Aslında kimlere ait olduğunu da şaşmaz bir netlikle biliyordum. Burada empatik kişiliğim de devreye giriyordu ama ben ne Nihan’ı ayırt edebiliyordum ne de ortak olanı. Tam bir çoklu kişilik durumu yaşıyor ara ara da “Remember Nihan[1]” diye bağırıyordum. “Tatlı, mavi, güzel Nihan” diye kendimi seviyordum düşüp düşüp bayıldığım yerlerde. (O dakikalarda gerçekten kendimi sevdiğimi anladığım aydınlanma anları yaşadım. Müteşekkirim. Zira benim gibi sürekli kendilik işçiliğiyle uğraşanların şaşmaz şüphesidir, “acaba kendimi yeterince sevmiyor muyum?” konusu.)
Yaşanan travma çözülmeleri tabi ki de bunlarla sınırlı değildi. İki kız kardeş nelere soyunmuş olduğumuzu bu yolculuk boyunca çok daha iyi anlamıştık. Ara ara yukarıdaki örnekteki gibi kardeşime karşı içimde biriktirdiklerimi kusuyordum. Ara ara itiraflarda bulunuyordum. Ara ara anneliğimle ilgili duygusal hezeyanlara kapılıyor, bir anda hayatta herkesin annesi olmaya çalışmamı kendime itiraf ediyordum.
O kadar karışık bir ruh hali içerisinde yine de her çözülen olayla derin bir huzur yaşayıp, dağlara taşlara bağırarak rahatlıyordum. Eskilerin hangi dağa çıksam da bağırsam deyişlerinin nereden geldiğini en sonunda anlamıştım. Belki de atalarımız zaten ruhsal şifalanmanın ne demek olduğunu biliyorlar ve belki de bu yöntemleri uyguluyorlardı. Biz yeni nesiller ne yazık ki bunları unutmuştuk. Oysaki Perulular bunu o kadar doğal bir şey olarak yaşıyorlardı ki; anne baba çocuk olarak nerdeyse ayda bir bu ritüelleri uygulayan dağlı aileler olduğunu öğrenmiştik. Onlar için San Pedro’nun kutsal ruhunun bilgeliği şaşmaz bir yol göstericiydi. Benim için de öyle olmuştu.
Tüm maddi, manevi varlıklara olan bağlılıklarımı gördüğüm her travma çözülüşünde, nasıl rahatladığımı, eşyalarımı nasıl bir bir ardımda bıraktığımı hatırlıyorum. Ben attıkça arkadaşlarım arkamdan topluyorlarmış, sonra öğrendim. Yani kaybetme korkusunu yenen insanın, akışa tam anlamıyla güvenebilen bir insanın ilahi olan tarafından nasıl korunup, kollandığını tüm eşyalarım eksiksiz olarak bana geri döndüğünde anladım. Kız kardeşim, çocuklarım, annem, teyzem, atalarım, kimliğim hepsi tek tek üzerimden soyulup ben maskesiz, kimliksiz ortalarda kaldığımda, çırılçıplak bir halde kendi küçülmüş, zavallı egomu gördüm. Korkmuştu, anlamaya çalışıyor, yok olmamak için direniyordu. Buna rağmen hala herkese soruyordu:
“Neden hala anlamıyorsunuz? O kadar anlattım, kitapta da yazdım. Neden hala anlamıyorsunuz?”
Sonra bir arkadaşım “nereden biliyorsun anlamadığımızı” deyiverdi. Ve ben kendime geldim. “Yoksa anlamayan ben miyim? Benim yüzümden mi yürüyoruz saatlerdir? Çok çok özür dilerim affedin!” diyordum. Bu sefer aynı arkadaşım, “neden senin yüzünden yürüyelim?” dediğinde kendimi ne kadar çok önemsediğimi de fark ettim. Sonra durdum kafamı kaldırdım ve etrafıma ilk defa detaylıca baktım. Çünkü o zamana kadar, gerçekten bir yanıyla da tam bir rüya aleminde sadece kendi gerçekliğimden dünyayı algılıyordum. Bunu Miguel’in her sunak açılışında beni sessizliğe davet edişinden anlamıştım. Doğru hatırlıyorsam dört ana yöne yüksek tepelerde sunak açıp, dualar etti. Her defasında söylediği sözler sonrasında rüzgarlar çıktı. Ben her ne kadar fiziken orada olsam da ruhen başka bir alanda gibi ortam enerjisinin sesine bürünüyordum. Sunak işi saygı istediğinden, Miguel beni sessizliğe davet ediyor ben de tekrar grubu hatırlıyordum. İşte grubu hatırladığım o önemli anlardan biri de beni kendime getiren soruyu soran arkadaşımın yanımdan ayrılması ve benim etrafıma dikkatle bakmamla yaşandı.
Tüm arkadaşlarım küçük bir su akıntısının bir kenarında, ben diğer kenarında onlara doğru bakarken idrak ettim BİRLİK’i…Hepsinin nasıl aynı anda BEN olduğunu, BİZ’i…Herkesin aynasından tek tek nasıl kendimi gördüğümü ve kolektif için yol boyunca tekrarladığım şarkımı “How many lives? How many lessons more?”[2]
ÖDÜL:
Yolun bundan sonrası biraz daha rahatlamış, ama bu sefer de farklı bir yükle devam etti. Ağlaya ağlaya yürüdüğüm yollarda yere baktıkça bilge BAYKUŞ’u görüyor, neden orada olduğumu biliyordum artık. Ta iki yıl öncesinden spritüel öğelerle süslü romanıma yerleştirdiğim kadim karakter yolu benimle yürüyor, “baykuşun da ben olduğunu” söylüyordu. Görevlerim bir bir veriliyor, otantik özüm, gerçek kimliğim bana görünür oluyordu. “Neden buradayım?” diye içimden sordukça cevap hep aynıydı. “İdrak etmek ve anlatabilmek için…” Bu şansı bana veren ilahi akış için kalbim minnetle doluyor, yolculuğumuza eşlik eden can kardeşlerim şamanlara şükranlarımı sunmak istiyordum. Takatim kalmadıkça, düştükçe, elimden tutan Daniel’in yeşil gözlerine bakıyor, “thank you brother, follow me, don’t leave me alone!”[3] diyordum. Uzaktan kafilenin başındaki Miguel’i göz kontağımdan asla kaçırmamaya çalışıyordum ama yine de ara ara bedenime yüklenen enerji çoğaldıkça titreşimim artıyor ve kâh bir yerde yere yatarak, kâh bir kayanın üzerinde görmem gerekenleri görmek için duruyordum. Her ne kadar Miguel durmamam ve yola devam edebilmem için beni kendime getirecek bir sıvıyı ağzıma zerk etse de yaşanacaklar her seferinde yaşanıyordu.
Vizyonlarım bu dünyanın dışından, hiç bilmediğim renkler ve geometriyle süslü bir varoluş halini yansıtıyor, bedenim sonsuz bir keyif ve neşeyle olduğu yere yığılıp kalıyordu. Toprağın üzerine yatıp, onun titreşimini, doğanın kudretini ve muhteşemliğini hissettikçe doğayla da bir oluyordum. Dünyanın bir başka boyuttan görünen hali gözlerimin önüne açılmış, ben onu seyrediyordum. Kulaklarımın içinde: “bu senin hediyen Nihan” sözlerini duyduğumda kendimi ne kadar şanslı hissettiğimi kimselere anlatamadım. Bunu ilk defa siz değerli okuyucularla, yol arkadaşlarımla paylaşıyorum ve biliyorum ki birimizin deneyimi hepimizin deneyimi olabilecek kıymette. Bu yazdıklarımı okuyup, kalbinde şu ana kadar hiç düşünmediği şeylere yer açabilecek insanlar olursa şayet ben hizmetimi tamamlamış, BİRLİK’i anlatmak için çıktığım yolda kutsanmış hissedeceğim.
Nihayet başladığımız yere dönüp haşlanmış patatesler, mısırlarla donatılmış yer sofrasına oturduğumuzda her şeyin bittiğini anlayabildim. Çok yorulmuş, ağlamış, ruhen ve fiziken yıpranmıştım. Herkes benim gibi miydi bilmiyorum ama ben yorgun ama mutlu hissediyordum. Yolu bir şekilde bitirebilmiştim ve bu saatler süren yolculuk sanki kısacık bir an gibi yaşanmış olsa da ömrümce unutamayacağım derslerle dolu olarak arkamda kalmıştı. O an Daniel ile iki kardeş, ruhdaş gibi bakıştık. Bana “seninle gurur duyuyorum. Sınav o kadar da büyük değilmiş, değil mi?” dedi. İçi kendi olabilmenin özgürlüğünü tatmış bir ruh olarak, “değilmiş” dedim. Hep beraber yedik, içtik kendimizi ödüllendirdik. Kız kardeşimle yol boyu yaşadığımız, inişli çıkışlı tüm mücadelenin sevgide buluşabildiğini görmek mutluluğuyla sarmalandık. Birbirimizin en yakınıydık, aynı karnı, aynı anne babayı paylaşmıştık. Bu hayat deneyiminde bir arada olmayı seçmiştik. Hiçbir şey boşuna değildi, birbirimizin en büyük öğretmenleriydik. Daha çook sınavımız vardı, onları da öğrenecektik, alan açılmıştı bir kere…Gösterilenler yaşanacak, bir büyük idrak’e dönüşecekti. Bilmiyordum, onları da öğrendim. Tıpkı arabalara binerken Daniel’in Jaguar bendim demesiyle öğrendiklerim gibi…[4]
Yazının sonraki bölümleri için lütfen tıklayın:
[1] Nihan’ı hatırla!
[2] Daha kaç yaşam, daha kaç ders?
[3] Teşekkür ederim kardeşim. Beni takip et, yalnız bırakma!
[4] Peru kültüründe üç kutsal hayvandan bahsediliyor. Perulular Kolomb öncesi dönemde evren anlayışlarını da bu kutsal hayvanlarla sembolize ediyorlardı. Akbaba (gökler), jaguar (dünya) ve yılan (yer altı). San Pedro ritüellerinde de insanlar çoğunlukla bu hayvanları halüsinatif olarak görebiliyorlar. Akbabanın geleceği, jaguarın şimdiyi, yılanın ise geçmişle ilgili çözülmemiş konuları temsil ettiği düşünülüyor. Ben kendi ruhsal deneyimim içerisinde jaguarla yol almamın nedenini an’da olabilmek ve de dünya için çalışabilmek ile ilgili dersleri almam gerektiği yönünde yorumladım. Tüm seremoni boyunca olmasa da jaguarla yol aldığım süreler boyunca an’da olma deneyimine açılıp büyük kazanımlar elde ettim.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.