feride_gursoy_1
Uygulamalar

Aile diziminin Türkiye’ye büyük bir şifası var çünkü…

… kolektif travmaların hala çok canlı olduğu bir yer burası.  Ne yazık ki kendi kolektif travmalarıyla ülke olarak henüz yüzleşmemiş, genç bir ülke olduğu için de bu çalışmalar, bu alanlarda büyük farkındalıklar kazandırmaya başladı bize. Bu coğrafyada farklı kültürlerin, farklı dinlerin bir araya gelmesi ve aynı toprakları paylaşan insanların artık din, dil, ırkın ötesinde bir birlik duygusu hissetmesi açısından da çok çok önemli bir dizim yöntemi…

diyor Feride Gürsoy.

2003 yılında Bodrum Karakaya’da ilk aile dizimini bugün ilk rehberim diyeceğim Feride Gürsoy ile beraber Swagito Libermeister’le yapmış, Türkiye’ye de “Keder de Genetik” haberiyle duyurmuştum. O gün attığımız tohumlar zeytin ağacı olmuş. 19 yılda Zeytin Ağacı dizisiyle Anadolu topraklarından dünyaya yayılan müthiş ışığın ilk meşalesini yakan, aile dizimi alanında öncü, saygın, güvenilir, eğitimli isim ve aynı zamanda müthiş bir şaman olan Feride Gürsoy’la Zeytin Ağacı dizisini, yansımalarını, kadına yönelik şiddetin köklerini, erkek-kadın ilişkilerindeki temel açmazı, enerjinin bedendeki somatik yansımalarını konuştuk.

Bereket ve kutsallığın sembolü olan zeytin ağacı sonunda bir diziye de adını vererek, kolektif bilinçaltına tohumlarını ekti ve neredeyse üç kişiden biri aile dizimini konuşuyor. Türkiye’ye aile dizimini ilk tanıtan ve öncü olanların başında sen geliyorsun.  Şimdi ne oluyor merak ediyorum, kapını aşındırıyorlar mı?  Bert Hellinger, aile diziminin Türkiye’den dünyaya yayıldığını görmedi ama kesin ruhu duyuyordur. Neler söyleyeceksin Feride?

Biz 2000 yılında Bodrum Karakaya’ya dünyanın en önde gelen aile dizimi terapistlerinden Swagito Libermeister’i çağırmıştık. Ondan önce aile dizimini Türkiye’de Halise Baydar ve Mehmet Zararsızoğlu başlatmıştı. 2000 yılından itibaren iyice hızlanmaya başladı ve Türkiye’de inanılmaz bir ivme kazandı ve gelişme gösterdi.

Ben 2003 yılında ilk kez Bodrum Karakaya’da seninle ve Swagito ile beraber deneyimledim ve ilk haberi de yaptım, “Keder de Genetik” başlığı ile o zaman çalıştığım Aktüel Dergisi’nde. O zaman için bayağı cüretkâr bir konuydu. 

Evet, aynen öyle oldu, üç sene sonra haberini yaptın. Türk yapısına çok uydu aile dizimi. Mesela Almanya’da aile dizimi çok yaygın. İsveç’te yeni, son derece yeni. Galiba çok tedirgin, çok dikkatli yaklaşıyorlar. Fransa’da o kadar yayılmadı. Gene var ama aile dizimi yapanlar ama daha çok yapısal gidiyor; bütün çalışmalarda. Türkiye’de ise bayağı hızlı bir şekilde yayıldı. Bence aile dizimi yöntemi, Türkiye ve Anadolu toprakları için çok uygun. Çünkü özünde bir travma çalışması ve travma çeşitliliğine baktığımız zaman bu kadar kültürün, bu kadar göçün, aynı zamanda doğal felaketlerin, depremlerin, bölgesi. O kadar farklı travma çeşidinin olduğu bir coğrafyada, aynı zamanda adet ve geleneklerin, törelerin, namus cinayetlerinin, kan davalarının, berdellerin olduğu bir yerde tam da olması gereken bir sistem. Dolayısıyla aile dizimine Türkiye’de başlamış olmak, bir uygulayıcı olarak bana muazzam bir deneyim kazandırdı. Çok farklı yaşam koşulları var ve o koşulların nesillerden aktarılan travmalarla insanların hayatlarında nelere neden olabileceğini gördüm. Aile diziminin de Türkiye’ye büyük bir şifası olduğu düşüncesindeyim. Çünkü kolektif travmaların hala çok canlı olduğu bir yer burası.  Ne yazık ki kendi kolektif travmalarıyla ülke olarak henüz yüzleşmemiş genç bir ülke olduğu için de bu çalışmalar, bu alanlarda büyük farkındalıklar kazandırmaya başladı bize. Bu coğrafyada farklı kültürlerin, farklı dinlerin bir araya gelmesi ve aynı toprakları paylaşan insanların artık din, dil, ırkın ötesinde bir birlik duygusu hissetmesi açısından da çok çok önemli bir dizim yöntemi… Çünkü dizimlere katıldıkça, temsilci olarak katılanlarda da sen de iyi biliyorsun ki müthiş bir hoşgörü geliştirmemize neden oluyor. Özünde herkesin insan olduğu, zaafları olduğu, herkesin kurban olduğunu anladığımız bir yere getiriyor. Hepimizde saldırganlık potansiyeli olduğunu anlıyoruz, bütün bunları farkındalığa çıkardığımız bir alana getiriyor bizi.

Feride Gürsoy, Kevser Aycan Aşkım Saroğlu’nun sorularını yanıtladı. Gümüşlük-Ağustos 2022

ENERJİYE YÜREĞİN GÖZÜYLE BAKIYORUZ

Hani hep derler ya, birisi sana bir şey söyler ya da yapar. Kötü veya iyi onun hissini hiç unutmazsın. Aile dizimi yaparken o travmaları yaşamış insanların hissini alabildiğin için bir anlayış mı gelişiyor sence?

Evet. Büyük bir anlayış gelişiyor ve aile diziminde öyle bir şey görüyoruz ki, mesela o bilen alan dediğimiz yerde, işte o şifanın olduğu yerde yüreğimizin gözüyle enerjiye bakıyoruz.  Enerjiye yürek gözüyle baktığımız o alanda neye en çok yargılıysak, hangi rollere yargılıysak o rollere takılıyoruz ve o insanların pabuçlarında da duruyoruz ve o zaman anlıyoruz ki bazen, şartlar bizi bazı şeylere zorluyor. Hepimizin içinde bir cani, hepimizin içinde bir acımasız taraf, hepimizin içinde çaresizlik, acizlik, kurban olmuşluklar var. Hepimizin büyükleri, bütün bu kaderleri yaşamış olanlar. Dolayısıyla bazen taraf tutuyoruz işte. Biz iyi ve adil olanız ama iyi ve adil olmayanların da torunlarıyız. Yani onu unutuyoruz. Bu adil olmayanların da arkasına baktığımız zaman, belki zaten onlar da sevgiyle büyütülememiş olanlar, bu travmalardan dolayı. Belki çocukluklarında bile en aciz hissettirilmiş olanlar. Ve o zaman anlıyoruz ki, insan olmak yorucu ve o kadar da basit bir şey değil. Ve herkes iyi olsa dünya cennet olur ama pek de öyle olmuyor. Bütün zorluklara rağmen, yine de kalbimi kapatmadan, taşlaştırmadan, hoşgörümü koruyarak sevgiyi seçebilir miyim? Ve hepimizin bireysel seçimi bu. Bizden önce yürümüş olanların, belki başka çareleri yoktu o dönemde hayatta kalmak için ve ne aile dizimi sistemi ne de başka bir şey vardı. Özellikle işte “travmalar fizyolojisi’’ dedikleri çalışmalara katıldıkça şunu gördüm. Bazen insanlık o kadar büyük dramlarla karşılaşıyor ki; mesela işte 99 depreminde 45 saniyede her şeyini kaybedebiliyorsun. Bütün yakınlarını, evini, paranı, her şeyini… Orada depreme kızamıyoruz fazla. Tanrı’ya küsebiliriz, “Niye bana böyle bir kader’’ verdi diye. “Hani ben iyi bir insandım, neden kötü şeyler hep iyi insanlara oluyor?” deriz. Çünkü hep böyle yanılsamalarımız oluyor. Çünkü her şeyi iyi ve doğru yaparsak hiç kötü bir şey olmayacak gibi düşünüyoruz. Ama hayat o kadar basit değil. Bazen de bu kayıplar savaşlarla oluyor ve o kişilerin, o savaşlarda bütün sevdiklerini kaybetmiş olanların, çöküp gitmemek için, yok olmamak için öfkeye sığınmaları gerekiyor. Çünkü öfke onları ayakta tutacak gücü veriyor. Öfke, ateş duygusudur. Öbür türlü belki de depresyona girip, hayata devam edemeyecekler ama belki bakmaları gereken üç çocuk daha var. Dolayısıyla o öfke, o kişiyi hayatta tutmaya yararken ondan sonraki nesillerde o öfke, gene o ikiliği yaratan sorun haline gelmeye başlıyor. Dolayısıyla şimdi bu nesilde hepimizin kendimizle çalışma lüksüne sahip olduğumuz, daha büyük nüfusların kendiyle çalışma lüksüne sahip olduğu zamanlarda bu yöntemlerin yayılması, hakikaten bizi kendi insanlığımıza, hoşgörümüze geri getiren bir akım başlattı.

Diziyi nasıl buldun?

Zeytin Ağacı’nı da çok başarılı buldum, doğrusunu istersen. Çünkü hani biz yıllardır bu alanlarda, bu işlerin içindeyiz. Çalışıyoruz, elimizden geldiğince yayılıyor bu, bir çevreye ulaşıyor. Fakat ulaştığımız çevre de zaten kişisel gelişime merak salmış olanlardı. Şimdi Zeytin Ağacı’nı seyreden herkesin, “Ya acaba bu benim hayatımdaki durumlarla ilgili olabilir mi?’’, “Acaba ben de böyle bir şeyden faydalanabilir miyim?’’ diye sorduğu bir noktaya getirdi bizi. Yani işi daha olası hale getirdi. Herkesin seyredebileceği kadar akıcı, aynı zamanda kurgusunun da çok başarılı olduğunu düşünüyorum. İlk başta çok eleştiri aldı, aile dizimi tek seferde çözüm gibi sunuluyor gibi bir şeyler okudum ama diziyi izlediğim zaman hiç de öyle değildi. Çünkü çok güzel bir kurgu yapmışlar. Biraz harekete geçiriyor ama tamamlanmamış hareketler var, değil mi? Uygulayıcı olan Zaman beyin kendisinin birtakım sorunları olduğuna dair imalarda bulunması gibi. Demek ki her şey henüz çözülmemiş bir yolculukta o da. Burada bir yol kat etmemiz gerekiyor. Bir yandan hayata devam edip bu yöntemleri kullanarak yol almamız gerekiyor. Bunları Zeytin Ağacı dizisi çok iyi anlattı ve bu tür bir dizinin Türkiye’den çıkmış olması da çok anlamlı. Seninle de konuştuk bunu. Anadolu’da ben çok ciddi bir uyanış olduğunu görüyorum ve Anadolu insanının doğası, hamuru gereği ve coğrafi açıdan da Doğu ile Batı’nın arasında durması nedeniyle… Haçlı seferleri, İran’dan Acem baskınları, Moğolların inmesi; o kadar büyük bir kültürel alan ki burası, kültürlerin kaynaştığı bir alan.

Melez bir coğrafya

Evet melez. Dolayısıyla Anadolu halkı da sürekli uyumlanmayı, her yeni gelen medeniyete ayak uydurmayı öğrenmiş nesillerce. Gerekirse gelenek ve din değiştirerek yine de var olmayı başarmış. Binlerce yıldır var olmayı pratik eden bir halk. Yani acılarıyla da yaslarıyla da ağıtlarıyla da böyle. Çok derin bir sufizm var burada, mistik inançların da olduğu bir toprak burası. Bir dönem özümüzden belki çok uzaklaştık. Bizim hamurumuzda aşk yolu var ama daha yüzeysel, daha Amerikanvari bir yerlere, batılı hayatlara doğru gittik ama hepimizin hamurunda bu derinlik var. Dolayısıyla bu tarz, gerçekten ruha hitap eden enerji çalışmaları karşımıza geldiği zaman, çok çabuk tanıyıp köklerimizle bağlantı kurmaya başlıyoruz. Dünyada da galiba böyle oluyor. Bu diziyi izlediğinde insanlar, oradaki yöntemde bir şey tanıdık geldi onlara. Yani ruhları, “Ha, evet. Bu gerçekten bağlantılı” dediler ki bu böyle bir dalga oluşturdu diye düşünüyorum. Bu dışardan değil, içerden anladığı bir şey oldu insanların.

Kolektif bilincimizde bu varmış.

Varmış.

BU UYANIŞI KİTLELERE ULAŞTIRACAK DİZİNİN TÜRKİYE’DEN ÇIKMASI ÇOK ANLAMLI

İlk kökenimiz Afrika değil mi? Aile diziminin de bir kökü Afrika’ya uzanıyor.

Kesinlikle. Zaten çok şamanik bir çalışma. Aslında şamanik demek, gözün görmediği ama yüreğin hissettiğiyle beş duyumuzun ötesindekiyle çalışan bir şey demek. Şimdi mesela, aile diziminde de çok acayip bir şey oluyor. Bir temsilci koyuyorsun, tanımadığı birinin hissini hissediyor. İşte bu çok uçuk bir şey yani. Normal zihnimizin kavrayamayacağı bir şey. Çünkü zihin için çok mantıksız. Fakat bir kişi ne kadar yargıyla gelirse gelsin, kendisi bir kere bu alanda rol alıp, temsilci olduktan sonra, olan bitene ne kadar şaşırırsa şaşırsın, aynı zamanda olan biten her şey ona çok da doğal geliyor. Bir anda kabul ediveriyor ve kendini o akışa bırakıyor. Dolayısıyla ruh, ruhumuz biliyor. Bu uyanışın Anadolu’dan, bu uyanışı kitlelere ulaştıracak dizinin Türkiye’den çıkmış olması da çok anlamlı. Çünkü çok hazırız, çok bereketli topraklar ruhun uyanışı için. Mesela şimdi “Kökenler’’ kitabını okuyorum. O kitabın girişinde, coğrafya insanı nasıl şekillendirmiştir sorusunu soruyor yazar ve bir yerinde diyor ki “Biz, tektonik tabakaların çocuklarıyız.’’

Çok güzelmiş…

Çünkü bütün medeniyetler, aslında tektonik tabakaların bu kıtaların birbirleriyle çarpışıp alttan o gazların, o bereketli mineralli toprakların, suyun yukarı çıktığı yerlerde oluşmuştur. O yarıklar üzerinde büyük medeniyetler de kuruldu gibi bir iddiası var ve Türkiye’de bu çok önemli bir durum. 99 depreminde ne gördük? Deprem oldu, büyük bir şoktu. Fakat depremden sonra bir anda bu tarz kitaplar patladı. Öncesinde en fazla kitapçılarda iki yoga kitabı bulurdun, işte 2-3 tane nefes kitabı, bir tane meditasyon kitabı derken böyle raflarda sadece bu kitapların yer almaya başladığı döneme girdik. Yani orada o depremle birlikte o ani kayıplar, o kayıp travması bizim yaşamımızın gerçek anlamını sorgulatmaya götürdü. Oradan müthiş bir uyanış başladı Türkiye’de. Zaten olan bir şey açığa çıktı diye düşünüyorum.

Sen daha çok Batı’da yaşayan birisin, Batılı eğitim aldın, bir tahmin yürütmeni istiyorum. Sence dünyanın bu diziye, bu sisteme tavrı ne olacaktır?

Bence Batı da çok hazır böyle bir şey için. Özellikle son on yılda bütün o yüzeysel kalan ya da psikolojik derinliği sadece çocukluğa kadar götüren filmlerin yerine, nesillerden aktarımların daha çok işlendiği filmler çıkmaya başladı. Fakat Zeytin Ağacı, yaşanmış hikayeyle bugünkü yaşamın nasıl örtüşebileceğini ilk defa gösteren bir dizi. Dolayısıyla Batı’da da ben bunun çok büyük talep göreceğini düşünüyorum. Güney Amerika’da bambaşka. Çünkü Güney Amerika’nın masalsı gerçekliği vardır değil mi? Onların öyle bir literatürü var. Zaten onlar için çok doğal bir şeydi. Zaten içsel olarak çok uzakta kalmamış, fazla unutmadıkları yakın bir geçmişle bağlantıdalar. Onun için orada bence çok daha talep görebilir. Ama sen söyledin, İngiltere’de de büyük ilgi görmüş.

BEDEN BİLGELİĞİ VE KOLLEKTİF TRAVMALAR KONUSUNDA BÜYÜK UYANIŞLAR VAR

Bu ülke hakikaten çok acılı. Özellikle kadın-erkek ilişkilerinde ve şiddet, özellikle kadına şiddette büyük acı var. Acaba böyle toplu iyileşmeler sağlanabilir mi? Ülke için toplu bir açılım sağlayabilir mi bu dizimler?

Bunu yapıyorlar aslında. Ben 2010 yılında eğitim alırken Albert Maher diye daha çok kolektif travmalarla ilgilenen meşhur bir hoca gelmişti. Aslında barışla ilgilenen büyük kuruluşlarda, özellikle Afrika’da yaşanmış Tutsiler ile Hutular arasındaki soykırım sonrasında bu tarz çalışmaları kullanıyorlar iyileşme için. Tek başına değil tabii çünkü çok yeni yaralar. Ve orada bir aktarım yok. Travma o sırada orada. Onun için başka tarz çalışmalarla desteklenmesi lazım. Fakat doğru, kolektif travmalara çok yöneldiğimiz bir zamandayız. Şu anda mesela ben, işim gereği sürekli yeni eğitimlere katılıyorum. Neler çıkıyor, hangi hocalar neler yapıyor? Gördüğüm şu ki, iki çok büyük hareket var. Biri bedenin bilgeliği üzerine. Bütün yeni yöntemler, işin içine bedendeki duyumsamaları da katmaya başladılar ve ancak bedeni katarsak dönüşümün çok daha köklü ve kalıcı olduğunu anladığımız zamandayız. İkincisi de müthiş bir akımla kolektif travmaların aslında bizi nasıl etkilediği üzerine. Dizim yöntemi olarak aileden daha da geriye gitmemiz lazım. Çünkü sadece aile değil, atalarla çalışan bir dizimi sadece güncel durumu tespit etmek için de kullanabiliriz. Sadece aile içinde çocuklukta yaşanmış durum için de kullanılabilir. Çok daha geriye de gidilebilir. O ataların, atalarımızın yaşamış olduğu kolektif travmaları tespit etmek için de kullanabiliriz; onların nasıl bugün bizi etkilediği üzerine… İşte bu kolektif travma çalışmaları üzerine, özellikle Thomas Hübl diye bir adam var. Şu anda yaptığı eğitimlerde beş bin kişi falan oluyor. Hübl, Alman ve bununla ilgili zirveler düzenliyorlar ve bu yaptıkları kolektif travma çalışmalarını, meditasyonları ve farklı dizim yöntemlerini kullanıyorlar. Almanya’da uzun zamandır dizim yöntemi mesela 300 kişilik gruplarda olabiliyor.  Almanya 2. Dünya Savaşı üzerine çalışmalar yapıyor. Çok da enteresan sonuçlar çıkıyor. Fakat bu tarz büyük ülkelerle ilgili yapılan dizimlerde gerçekten unsurları çok iyi bilmek lazım. Yani kimleri temsilen kimleri alana çıkaracağını… Biz mesela Albert Mayer ile yaptığımız zaman, o zamanki hükümet, muhalefet, Türkiye’deki etnik yapılar, bütün onları koyduğumuz zaman sürekli her yeni eklediğim unsurla birlikte hepsinin dinamiği değişiyor birbirine göre. Dolayısıyla çok bilgili ve işin içinde olmak gerektiğini düşünüyorum. Özellikle günümüzdeki güncel politik dizimlere girilirse… Kolektif travmalara gittiğinizde ise toplu şifalar oluyor. Çünkü bireysel bir sorun belki iki jenerasyonda çözümlenebilir. Fakat arkasında hala yankısı devam eden daha büyük bir kolektif travma varsa? Biz oraya gittiğimiz, o kadar derin köke indiğimiz zaman ve o derin kökte bir şey değiştirdiğimiz zaman o derin kökün zamansal, bugüne olan uzantıları başka başka aileler ve bireylerde ortaya çıkacak. Dolayısıyla aslında kökte, derinde yapılan çalışmalar, yüzeyde daha büyük bir alanı kapsamaya başlıyor ve “Bunu nasıl biliyorsun?’’ diyeceksin. Çok enteresan geri bildirimler alıyorum. Mesela güçlü bir kolektif travma diziminden sonra bir azınlık grupta bir şey çözüldüğü zaman hiç orada bulunmamış ama o kültüre ait insanlardan bana sanki orada bulunmuşlarcasına çok enteresan geri bildirimler gelmeye başlıyor. Hayretler içerisinde bakıyorum. Onlar belki, neden onu söylediklerini bile bilmiyorlar ama bana mesajı çok net oluyor. Dolayısıyla kolektif travma çalışmaları, toplu şifa çalışmaları çok çok önemli.

KADIN ŞİDDETİ, ERKEKLERİMİZ GÜÇLENDİĞİ ZAMAN ÇÖZÜLÜR

Türkiye için çok büyük bir hayalim var. Kadın şiddeti üzerine toplu çalışmalar yapılsın. Çok büyük bir hayalim ve ümidim var.

Kadın şiddeti ne zaman çözülür biliyor musun? Erkeklerimiz güçlendiği zaman! Erkeklerimiz ergenlikten çıkamıyor. Türkiye’deki eril aslında çok baskılanmış bir eril. Dolayısıyla çok büyük ve çok sert bir kalıba sokulmuş, kendi kalıbıyla yüreği arasında bağlantısı kopmuş ve güçlü olmak, görünmek zorunda kalmış…

Balzac’ın bir sözü var çok severim, “korkaklık ile zalimlik yan yanadır” diye.  

İşte o. Çok güçlü olanlar, bence daha çok korkuyorlar.

KIRILGANLIĞI GÖSTEREBİLMEK BÜYÜK GÜÇ İSTER

Neden korktuklarını bilmiyorum ama…

Ben onu görüyorum dizimlerde. Şimdi tam da onu söyleyecektim. Kırılganlığı kabul etmek ve kırılganlığını gösterebilmek büyük güç ister. Zayıflığımızı gösterebilmek… Dolayısıyla erilin böyle bir korkusu var ve bunla ilgili birtakım belgeseller de var. Tarım öncesi toplumlara bakıyorlar. Orada kadın ve erkek daha eşit. Dişlerden ve kafatasından ikisinin aynı diyete sahip olduğu görülüyor ve mağara resimleri var ya, onların hepsinin kadın eli olduğu anlaşıldı. Eskiden erkek elleri olduğu düşünülüyordu fakat elin yapısından artık o mağara resimlerinin hepsinin kadın olduğu ortaya çıkarıldı. Bu da kadınların erkeklerle ava gittiğini gösteriyor ve diyorlar ki “Gitmek zorundalardı.’’ Çünkü o kadar azlar ki, çok insana ihtiyaçları var av için, hayvanı taşımak için… Kadın-erkek herkes gidiyordu. Küçük çocuklar, yaşlılara emanet ediliyor ve gençlerin hepsi gidiyordu. Kadınla erkeğin eşit olduğu zamanlar. Fakat biz tarım toplumuna girdiğimiz zaman, şöyle bir şey oluşuyor. Mal biriktirmeye başlıyoruz. Kış için buğdayımız oluyor. Malımız olduğu zaman, o malı korumamız lazım. Hayvanımız olmaya başlıyor. Onları korumak için birilerinin bekçilik yapması lazım. Tarım toplumuna geçtikten sonra kafatasları ve dişler üzerinde yapılan araştırmalarda etlerin hep erkeklere verildiği, kadınların daha zayıf bir diyette olduğu, erkeklerin hep bir savaşçı-asker-bekçi olarak yetiştirildiği, malı koruyacak varlıklar olarak görüldüğü ortaya çıktı. Bunun bedeli de erkeklerimizin duygularından ve hislerinden uzaklaşması oldu.

Çünkü öldürmek ve ölümü göze almak için hissetmemeyi öğrenmek gerekiyor ve böyle bir yerden evriliyoruz. Bu dönem ilk defa erkeklerin de göz yaşlarını da kabul edebilecekleri bir dönem… Şimdi mesela dizim yapıyoruz, baksana kaç kişi geliyor. Yetmiş kişi geliyor, yüz kişi geliyor. Dört tane erkek, beş tane erkek, bilemedin on tane erkek. O kadar düşük bir yüzde ki. Avrupa’da, Batı’da biraz daha fazla ama gene kadınlar çoğunlukta. Dolayısıyla erkeklerin asker olarak yetiştirilmesi ve dışarıdan güçlü durmaları aslında içlerinden gücü hiç hissetmedikleri anlamına geliyor. Böyle olunca da dişiyle erilin iletişimi kopuyor. Kadın duygularını gösteren, ağlayan daha zayıf varlık da erkek asla yapmaz gibi, daha güçlü varlık gibi… Fakat içte hep bir boşluk var. Çünkü kendi yürekleriyle bağlantıları zedelenmiş olabiliyor. Kendi gücünü ispat etmek için, şiddet uyguladığı için kadın da iletişimi kesiyor. Dolayısıyla o kırılgan tarafıyla hiçbir şekilde bütünleşemiyor ve gitgide daha da öfkelenmeye başlıyor, sevilmediği için. Ben ne zaman aile diziminde acımasız bir karakterle karşılaşırsam, yani “Hiç kimse umrumda değil, hepsini öldürdüm. Gayet de mutluyum, hiçbir şey de hissetmiyorum” diyen, tek yapman gereken arkaya annelerini koymak.

Çok güzel bir yere geldin.

Çünkü yüzde doksanında anneleri koyduğun zaman, yapayalnız küçücük bir çocukla karşılaşıyorsun. Sevilmemiş, anneyi erken kaybetmiş, sokakta büyümüş… Yani kendisi çocukken aciz ve çaresiz bırakılıp hayvan muamelesi görmüş insanlarla karşılaşıyorsun. Kendisini insan olarak görmüyor ki, kendisinin kötü olduğuna yaşamın kötü olduğuna o kadar ikna ki, zaten o kötülüğü var etmek için yaşamaya devam ediyor. Ne zaman o anneyle buluşma olup da yürek açılmaya başlarsa geri dönüp pişmanlığı ancak birini hatırladıktan sonra hissedebiliyor.

Yaptıklarının ne kadar acı bir şey olduğunu ancak o yürek buluşmasından sonra kabul edebiliyor, farkına varabiliyor ve gerçek pişmanlığı hissettiği zaman da kurbanların ona duyduğu öfke ve “asla affetmem’’ duygusu da dönüşmeye başlıyor. Çünkü onun insan olduğunu görebilmeye başlıyor. Dolayısıyla en zalim insanların, dışardan en güçlü duranların içlerinde aslında çok yalnız, çok kırılmış, sevilmemiş çocuklar olduğunu; gelişmemiş bir benlik olduğunu görüyoruz.

Sevilmemiş ve bence sevememiş de.

Sevilmeyen sevemez. Çok enteresan bir şey var. Eğer sen insan olarak kendinin kötü olduğuna inanırsan ki bir çocuk için eğer annesi ona kötü davranıyorsa, “Benim annem hasta ruhlu” demek yerine “Ben yanlışım, annem hasta olamaz” demek daha güvende hissettiriyor. Çünkü eğer annem hasta ruhlu derse, kendisini daha da güvensiz hissedecek ama “Bende bir yanlış var, annem o yüzden bana böyle davranıyor” derse o zaman hiç olmazsa anneyle bağını tutabilecek.

Dolayısıyla kendine alıyor suçu çoğunlukla ve kendine aldığı zaman da biri onu sevdiğinde “Bu kişi beni gerçekten seviyorsa bu benden de hasta olmalı” diye düşünüyor.

“Çünkü ben sevilemez biriyim. Annem beni sevmedi, bu kişi de beni sevmez. Bu kişi sevilemez, yani benim kadar değersiz birini seviyorsa demek ki bu kişi çok değersiz bir insan” diye düşünüyor.

KADINLIK GÜCÜ, HER ŞEYE RAĞMEN ACIYI GÖĞÜSLEME GÜCÜDÜR

Ben anne konusunu soracaktım, çünkü aile diziminde anne en önemli konulardan biri. Bebek spermi babadan alıyor, yani yaşam suyu oradan geliyor ama annenin karnında büyüyor. Annenin özellikle hem erkek hem kadın için nasıl yansımaları oluyor?

Bak Zeytin Ağacı filminde ilk bölümde hatırlarsan Sevgi’nin babasının öldürülme sahnesinde, Sevgi babasının cesedinin yanında yerde. Annesi arkadan geliyor ve Sevgi’nin arkasına saklanıyor. Onun arkasına yıkılıyor. Aslında çocuğun üzerine yıkılmış oluyor. Kendisi bakamıyor “Kızım sen bak ama ben görmeyeyim’’ durumu gerçekten. Şimdi bir kadın, eğer ölümle, eşinin ölümü ya da öldürülmesiyle yüzleşemeyip bir çocuğun arkasına saklanıyorsa benim ilk aklıma gelen şey, “Bu kadının arkasında anneleri durmuyor” oluyor. Bu kadının arkası boş, güç almıyor bu kadın. Zaten öğreniyoruz ki aslında kadının ilk eşi de yani Sevgi’nin gerçek babası da aynı şekilde öldürülmüş. Bu ikinci kaybı. İlkinde sevdiği adamı kaybediyor, ikincide güvendiği adamı kaybediyor. Ama bu ikisi bile yeterli değil bir çocuğun üzerine yığılıp da bunu sır olarak saklayıp yıllarca hiç söylememesi için. O zaman nereye bakarız? Sevgi’nin annesinin arkasındaki kadınlar nerede? Çünkü kadınlık gücü her şeye rağmen acıyı göğüsleme gücüdür ama bu, Sevgi’nin annesinde yok. 

Burada annenin arkasında annelerin durması çok çok önemli. Eğer annelerimiz, anneannelerimiz sağlam bir şekilde durup bize baktıklarında gözlerinin içi gülüyorsa ve bizi görüyorlarsa enerjetik olarak biz arkamızı sağlam hissediyoruz. Hayatın bize getirdiklerini çok daha rahat göğüsleyebilir durumdayız. Erkeklerin arkasında da babalarının durması gerekiyor. Eğer erkeğin arkasında baba durmuyor, anne duruyorsa aslında bu erkeği daha güçsüz kılar. Orada ters bir şey vardır. Baktığımızda da hep bunu buluruz. Ama annenin şöyle bir önemi var.  Annem, anneannemin karnında rahminde bir fetüs iken beni bugün oluşturan yumurta da orada. Çünkü fetüste yumurtalar oluşuyor. Dolayısıyla tüm jenerasyon, sinir sistemini paylaşıyorlar. Yani anneannem, annem fetüs ve ben annemin fetüsündeki yumurtayım, benim X kromozumum aynı sinir sisteminde fiziksel olarak var olmuş durumda. Y kromozomum babada, ama daha babam yok. Dolayısıyla burada bu anneannenin hamileliğinde ne yaşamış olduğu tabii X kromozomunu çok etkiliyor. Fiziksel olarak da çok etkiliyor, sadece enerjetik değil. Artık fiziksel boyuta da geçmiş oluyor bunun etkileri. Onun için annelerin de çok büyük önemi olduğu konusunda hemfikirim ama istisnalarını görmedim mi? Gördüm. Şunu çok görüyorum. Yine anneye gideceğiz ama babaanneye gideceğiz. Diyelim ki babaanne ya da baba tarafındaki büyük halalardan bir tanesi ağır bir kader yaşamışsa… Mesela babaanne oğlunu eşi olarak aldıysa (yerine koyduysa) ve doğan torunu da kendi çocuğu olarak görüyorsa o çocuk annesini görmüyor. Anneyle çocuk arasında bir bağ oluşmuyor bile. Anne olarak o babaanneyle bağlanmaya başlıyor. Dolayısıyla önce baba tarafına gidip orayı çözdükten sonra anne tarafına yönelebiliyoruz. Yani çok genel kurallardan bahsetmek istemiyorum. Çünkü istisnalarını görüyoruz. Şu çok önemli aile diziminde, unutulmuş olanlara ve dışarıdan çok güçlü gözükenlere, işte hanım ağa gibi karakterlere de bir bakmak lazım. Eğer böyle birileri varsa… Unutulmuş olanlar, çok güçlü gözüküp kalbi taşlaşmış olanlar, bütün o hissedilmeyenleri ya da unutulmuş olan gerçekleri bir sonraki nesilden birileri taşımak zorunda kalıyor ve bu anneyle yaşanan bağdan daha öncelikli olabiliyor.

Türkiye’de hep erkek çocuk istenir ama en büyük çatışmayı da erkek çocuklarla yaşarlar.

Baktığın zaman zaten erkek çocukların çoğu, babalarından “adam ol” diye dayak yiyerek büyüyorlar. Bazen babalar oğullarını tehdit olarak bile görebiliyorlar, güç konusunda. Çünkü içinden güçlü biri gibi hissetmediği için kendi gücünü göstermenin yolu, otorite kurup korkutmak. Dolayısıyla bu şekilde geçebiliyor jenerasyonlar içinde. Aynı zamanda bizim unutmamamız lazım ki, erkek çocuklar da kız çocuklar kadar tacize uğruyor. Biz şimdi hep kadınların uğradığı cinsel tacizlerden bahsediyoruz. Erkek çocukların uğradığı tacizin henüz hiç kapağı açılmamış bir durumda. Ben bugüne kadar bunu aile dizimine çıkıp da alanda söyleyip aşan tek bir kişi gördüm. Sadece bu topraklarda değil Batı’da da….

Ne oluyor? Bir çocuk, çocukken tacize uğrarsa zaten bunu yapmaya meyilli oluyor. Yani çok aydınlanmış olması ya da onu çok seven, çok iyi tutan biri olması lazım ki bunu kırabilsin. Yoksa ilk cinsel hazzını da böyle öğrenmiş oluyor. Dolayısıyla kendinden güçsüzlere doğru gitmeye başlıyor. Yani cinselliği bir dominasyon olarak görüyor ve kurban-saldırgan polaritesiyle cinsel hazza sıkışmış kalıyor. Çok ciddi bir durum aslında. Yani biz hep şunu düşünüyoruz; erkek şiddeti, kadınlara yönelik. Erkek şiddeti çocuklara da yönelik, erkek şiddeti erkek çocuklara da yönelik, dolayısıyla erkek şiddeti kendisine de yönelik. Yargılamamız gereken erkek ve kadından ziyade şiddet ve taciz.

Me too hareketinden sonra birçok erkek de tacize ve saldırıya uğramaya başladı hak etmeden. O kadar çok geçmişinde taciz yaşamış ve onun öfkesi ile dolu kadınlar var ki… Eski kurbanların yeni saldırganları oluyor.

Geçen yıl yaptığınız bir dizimde açık kalp ameliyatı ve Zerdüştlük üzerine çok değişik bir hikâye paylaşmıştın, hala etkisindeyim… Böyle yeni hikâyeler var mı?

Geçenlerde şöyle bir şey oldu. İşin fizyolojik bağlantısı beni çok etkiledi. Dizimi hatırlamıyorum bile, dizimler zaten unutuluyor ama bir iki ay geçtikten sonra dizimi yaptığım kişiyle karşılaştım. Dizim o kişinin büyük büyük dedesi ile ilgiliydi ve çok acılı bir hikâyede hakikaten güzel sonuçlanan bir kısım olmuştu.  Karşılaştığımızda bana dedi ki “Feride, bu olabilir mi? Benim bir hafta boyunca idrarımda acayip koku oldu. Pek bağlantısını kurmadım. Fakat on gün sonra kuzenimle konuştum, onun da dört yaşındaki oğlunun aynı günlerde idrarında koku olmuş.” Sonra aynı dede soyundan gelen bir akrabasıyla konuşurken onun da on bir yaşındaki çocuğunda aynı durumun olduğunu öğrenmiş. Dizimle eş zamanlı olarak bunun yaşanması bizim için gerçekten çok enteresan bir şey. Bir şey aslında enerjetik olarak değiştiği zaman bedende tutulan bir şey de mi değişmeye başlıyor? Bu nasıl bir şey yani? Zehirli duyguların fizyolojik yansımaları neler?

Bu müthiş güzel hikayeyle bu röportajı bitirelim. Çok teşekkür ederim Feride, iyi ki varsın.

Ben de teşekkür ederim hepinize. Sizler de iyi ki varsınız.

İlgili yazı linki : https://mumkundergi.com/feride-gursoy-buraya-enerji-ustasi-olmaya-geldik/

*Kökenler: Yeryüzünün Tarihi İnsanlık Tarihini Nasıl Şekillendirdi?, Lewis Dartnell, Tellekt Yayınevi

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

kevser-aycan-saroglu
Kul, insan, kadın, gazeteci, yazar, editör, yazar kâşifi, rüya avcısı. Amerikan Dili ve Edebiyatı mezunu. Medya sektöründe çok uzun yıllar muhabir, editör, köşe yazarı olarak görev yaptı. Halihazırda büyük bir yayınevinde yayın danışmanlığı yapıyor. Kendisini ‘ebedi hayat öğrencisi’ olarak görüyor.