Her şey koşullar oluştuğunda gerçekleşiyor. Zamanı gelmeden, koşullar oluşmadan bir şeyleri zorlamak manasız.
Yaklaşık beş sene önce sevgili Cem Şen ile röportaj yapmak istemiştim, olmamıştı. Koşullar bugün oluştu, söyleşi okurla buluştu. Geçmişteki o temas benim bugün olduğum yer, yürüdüğüm için çok anlamlı. O an belki “kaybetmiştim” ama sonrasında çok kıymetli bir şey “kazanç” ile buluştum. Önce o ilk temas anına teşekkür ederim, sonra bugün öğretmenim olan sevgili Cem Şen’e.
Sevgili öğretmenimle berrak bir kalbe, taraf tutmayan bir zihne giden yolun aşamalarını konuştuk. Yol biz yürüdükçe yol oluyorsa eğer, bu yolu nasıl yürümeliyiz ki bizi aydınlığa çıkarsın?
Eğitimlerinizin adı KALP YOLU. Neden bu isim? Bu yol nereye çıkıyor?
Kalp Yolu ismini koyarken buradaki kalbin rahatlıkla gönül ile karıştırılabileceğini düşündüm aslında. Tasavvuftan romantizme kadar birçok yerde kalp sezgileri, iç görüyü ifade etse de bizim eğitimlerimizde üzerine çalıştığımız kalp bu değil.
Uzakdoğu’da –özellikle Taoizm ve Budizm’in birleştiği yerlerde – kalp, TARAF TUTMAYAN ZİHİN anlamına gelir: İki tarafı da gören ama iki tarafın da parçası olmayan, sadece hakikati görmeye odaklanan zihin. Ve buradan hareketle Kalp Yolu, zihni tarafsızlığa ulaştıracak yoldur. Gündelik hayatımızda olayların gerçeğini görmek sadece taraf tutmayan bir zihin ile mümkün. O nedenle, çok önemli. Hukuk, gözleri bağlı şekilde elinde terazi taşıyan bir kadınla ifade edilir. Terazinin iki tarafı da dengededir. Gözleri bağlı olduğu için kadının zihni bulanmaz, gördükleri tarafından etkilenmez ve ancak o şekilde doğru karar verebilir. Hayatın içinde de aynı şey geçerli: Bir işi yaparken yaptığımız işin tarafıysak genelde doğru karar veremeyiz, aslında doğru bile algılayamayız. İçsel anlamda gelişebilmek, hayatın içinde hakikati görmek istiyorsak tarafsız bir zihin geliştirmek zorundayız.
Düşünün ki bir depresyonun içindesiniz ya da panik atak yaşıyorsunuz. Bu noktada duygularla hareket ettiğinizde –ki sistem bizi buna zorluyor- o zaman gerçeği görmek de doğru karar vermek de mümkün değil. Bizi hakikati görmekten uzaklaştıranlardan arınabilmemizi sağlayan bir güce ihtiyacımız var. Burada bahsettiğim şey duygulardan tamamen arınmak, duyguları bir kenara bırakmak ve duygusuz olmak değil, duyguları fark etmek ve fakat onların etkisi altında hareket etmeden olanı tarafsızca görebilmek. Yani, benim kazancım ya da kaybım diye düşünmek yerine doğru bir şekilde olana odaklanmak.
“O an kaybediyor olabilirim ama bunun bir önemi yok, o an doğru olan budur ve doğru olan en nihayetinde bana kazandıracaktır.”
Kalp Yolu Eğitimi, bu tür bir zihni geliştirmek üzerine çalıştığımız bir yol.
Doğruluk dediğimizde de iki taraflı bir doğruluk değil bahsettiğimiz, öyle değil mi?
Taraflı bir doğruluktan bahsetmediğimiz gibi aynı zamanda, zamana doğru bir doğruluktan da bahsetmiyoruz. Bazı doğrular zamana bağlı olarak doğrudur ama o zaman geçtiğinde artık doğru değildir. Engizisyon zamanındaki doğrular belki o zaman için doğruydu ama evrensel açıdan baktığınızda doğru değildir. Nazi zamanındaki doğrular, belki Hitler Almanyasında o toplum için doğru gibi kabul edilebilir ama büyük resimde doğru değildir. O nedenle eylemlerimizin kısa, orta ve uzun vadedeki sonuçlarını görerek hareket etmeye gayret ederiz. Bu her zaman çok mümkün değil belki ama burada bahsettiğimiz doğru, bana ve diğerlerine iyilik ve güvenlik getirecek doğru anlamına geliyor. “Bana göre”den ziyade kendimizin de dâhil olduğu genelin mutluluğu ve uzun vadede kazancına odaklanmak asıl olan.
Haz amaç değil araç olarak kullanılıyor
Bir insanın gelişmişliğinin en önemli belirtilerinden biri; hazları erteleyebilme kabiliyeti. Şu an aklına gelen bir hazzı tatmin etmeye uğraşan bir zihin gelişmiş bir zihin değil. Hepimizin geçmişinde hazlarımızı erteleyemediğimiz bir dönem olmuştur, oluyor ve biliyoruz ki bu dönemlerde işler kendimiz için de çevremizdekiler için de doğru gitmiyor. Bu aynı zamanda çok bulanık ve yapışkan bir durum: bu halin kendisi gerçeği görmemizi engelleyen bir bulanıklık yaratıyor ve sadece haz almaya odaklı yaşamaya başlıyoruz.
Asıl kaliteli olan; hazzı erteleyebilme, uzun vade kazanç için kısa vadeli kazançtan vazgeçebilme becerisi. Burada benim kayıp diye gördüğüm şey aslında kısa vade kazancım. O kısa vade kazançtan vazgeçerek büyük bir kazancı kabul edebilirim. Ancak, bunu tarafsız bir zihin olmadan görebilmem mümkün değil, çoğu zaman duygularımızın etkisi altında kaldığımız için olana tarafsız bakamıyoruz.
Dış uyaranlar çok fazla hazza yönlendiriyor: medya, kapitalist sistem, reklamlar… Burada tarafsız kalmak için bu kası güçlendirmek adına oldukça çalışmak gerekiyor.
Aslında günümüzde hazzın bir amaç değil, bir araç olarak kullanıldığını düşünüyorum. Bir peynir gibi. Eskiden haz belki bir amaçtı çünkü onun yokluğu vardı. Bugün, hazzın kendisi bir hedef olmaktan çıkıp daha çok bir manipülasyon aracına dönmüş halde. Kısa vade ve anında elde edilen hazlara çok odaklanmış durumdayız. Çok hızlı ve hemen elde edilen haz var ve bizler adım adım bu hazlara doğru giderken peynirin peşinden giderek tuzağa yakalanan fareler gibiyiz aslında. Bu hazlarla adım adım iki yere götürülüyoruz: Dikkatimizin nerede duracağına bizim adımıza başka bir şey karar veriyor ve karar verilen bu odakta kaldığımda kognitif yapımın tümüyle değişmesi, hayatı algılayan ve değerlendiren bölümün belli bir şekle sokulması.
Haz aracılığıyla ve bu hazzın sonucundaki konsantrasyonum belli bir yerde tutularak zihnimde bir yazılım oluşturuluyor. Ve bu yazılım, siyasi tercihlerden tüketim alışkanlıklarına kadar her şeyi kolaylıkla manipüle edebiliyor. Bugün teknoloji ile daha kolay yapılsa da aslında teknolojinin gelişiminden önce de dikkatimizin nereye odaklanacağı ve bunun sonucunda vereceğimiz tepkiler tasarlanabilir ve modifiye edilebilirdi. İşte bu yüzden haz amaç değil, bir araç olarak kullanılıyor gibi geliyor.
Uyanık olmak çok önemli ki zihnimiz manipülasyonla ele geçirilmesin.
Çok uyanık olmak gerekiyor, üstelik sadece bizim uyanık olmamızın da yeterli olduğunu düşünmüyorum. Bizler çocuğumuzun bilgisayar oyunu oynamasını istemeyebiliriz ama bugünün dünyasında bu, çocuğu yalnızlaştırmak olur.
“İnsan yalnızlaşmamak için büyük bir kitleye ait olmak zorunda kalıyor.”
Eski zaman insanları küçük topluluklar halinde yaşıyorlardı: kasaba, köy… Her topluluğun kendisine göre bir kuralı vardı ve herkes o kurallarla yaşıyordu. En çok korkulan şey, toplumun dışında kalmaktı çünkü toplum dışında kalırsan ihtiyaçlarını karşılayamazdın. Avrupa’daysan ve kiliseye gitmiyorsan, ihtiyaçlarını karşılayamazsın, Müslümansan ve Müslümanlığın kurallarına uymuyorsan, toplum dışına atılırsın ve ihtiyaçlarını karşılayamazsın. Bugünün insanı için toplum dışına atılmak çok önemli değil gibi görünebilir ama o günün dünyası için önemli. Dışarıdaysan tamamen devre dışı bırakılırsın, kendini savunamazsın, para kazanamazsın.
Bugün demokrasinin varlığı ve hakların eşit olduğu varsayımı ile toplum dışına itilsek bile var olmayı sürdürebileceğimiz sanrısı içindeyiz ama durum aslında pek değil. Bugün de aynı şekilde bir kasta ait olmak zorunda bırakılıyoruz, elimiz mahkûm bir şekilde çocuklarımızın bilgisayar oynamalarına müsaade ediyoruz.
Farkındalığımızı kaybettiğimiz an tuzağa düştüğümüz andır
Belli tarzda okullara göndermeye de mahkûm hissediyoruz kendimizi. Oğlum ilkokulu bitirdiğinde kendimde ve çevremde çok gözlemlediğim bir şeydi bu.
Evet, ya da eli mahkûm cep telefonu kullanmak zorunda olmak gibi. İstisnalar yok mu, var ama onlar da çok fazla fedakârlık yapmak zorundalar. Bugün cep telefonu kullanmıyorsan e-devlet hesabına giremiyorsun, banka işlemini yapamıyorsun. Bunları kullanmak zorundasın yoksa sistem dışına, toplum dışına atılır ve toplumun korumasından ayrı kalırsın. O nedenle, her ne kadar Orta çağ’da yaşamıyoruz desek de aslında çok da bir fark yok; bugün de toplum dışında var olabilmek çok zor; ancak bir alt kültür yaratarak bunu başarabilirsen başarırsın. Günümüzde alt kültürlerin çok değer kazanması, gençlerin o kültürlere odaklanması da bu yüzden. 60’lardan beri bunu yapaya gayret ediyor gençler ama sistem kara delik gibi o kadar güçlü ki bir süre sonra geri çekiliyor. Üniversite yıllarında baterist olan gençlerin ilerleyen yaşlarında uzun saçlarını kesip iş adamı kimliğine büründüğüne, bir şirkette yönetici olarak sistemin içine dâhil olduğuna şahit olmuşuzdur, ben oldum.
“Ne oluyor da baterist olmak isteyen, müzik yapmak isteyen bir genç, bir zamanlar uzak durduğu iş adamı olmaya karar verip iş ve satış odaklı oluyor?”
Alt kültürdeki gençler, bir süre iyi niyetle alt kültürün içinde var olmak istiyorlar ama sonra toplum, derin ağırlığı ile onları imkânsızlıklarla yüz yüze bırakıp taraf olmaya itiyor. O nedenle, gençlikte zihinler özgürken toplumun yarattığı tehlikeyi fark edenler, çukurdan uzak durabiliyor ama bir süre sonra kendilerini yine bu tuzağın içinde buluyorlar çünkü aslında kaçarken bile tuzağa düşüyoruz.
Farkındalığımızı kaybettiğimiz an, tuzağa düştüğümüz andır. Gençlikteki o minicik farkındalık, korku ile ortadan kaldırılıyor. Gençliğin en büyük avantajı korkuyu tanımıyor, korkunun farkında olmuyor olması. 18 – 19 yaşlarımda ailem sigortalı bir işe girmemi isterken onlara gülen ben, bir süre sonra korkular devreye girdiğinde geleceği düşünmeye başladığımı hatırlıyorum. Gençlik yıllarımda, korkularıma rağmen cesaret bulup bugüne hareket etmeseydim, bugün şimdi yaşadığım gibi yaşayabilir miydim, bilmiyorum.
Kalbin sesini dinlemek çokça dile gelen bir konu. Kalbinin sesini dinleyerek işini bırakanlar, yeni bir işe başlayanlar mutlu olmayı hedeflerken, bir süre sonra mutsuzlukla karşılaşabiliyor. Bir hevesle butik otel açıp kapatan, restoranları kepenk indiren çok insan var. Burada dikkat edilmesi gereken şey nedir? Kalp Yolu bize bu şekilde ‘cesaret’ veren bir yol da değil, öyle değil mi?
Kesinlikle değil. New age akımların başlangıcı sanırım 70’ler ve 90’larda asıl yükselişini yaptı. Bu konuyla ilgili bir komplo teorisi anlatılırdı, hafızamda kaldığı haliyle aktarayım. Ne kadar doğru bir hikâyedir bilmiyorum ama bir yandan da çok anlamlı geliyor.
70’lerde 80’lerde bakıyorlar ki dünyada nüfus yaşlanıyor ve emeklilik maaşları büyük bir yük olmaya başlıyor. İnsanların ömrü uzadıkça da bu yük artıyor. Söylentiye göre, 80’lerde bir CIA projesi olarak Yeni Çağ akımları ortaya çıkıyor; işten çıkarmalarda insanların belki de böylesinin kendileri için daha hayırlı olduğu fikri veriliyor. Dinin toplumun afyonu olduğu önermesi gibi, Yeni Çağ öğretiler de biraz bu şekilde kullanılıyor. Tekrar söylüyorum, bunun ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama bana biraz anlamlı geliyor. Yeni Çağ öğretileri, durumdan rahatsız olan insanların afyonuna dönmeye başlıyor: Böylesi daha hayırlı, evrenden talep et, evrene mesaj gönder, ruh eşini bul… Böylelikle her duruma bir anlam getirir olma hali; bu senin karman, burada böylesin ama paralel evrende sen aslında bir kral/kraliçesin gibi… Bu düşüncelerin maalesef ayağı yere sağlam basmıyor.
Oysa bizim ayağı yere sağlam basan öğretilere ihtiyacımız var: Budizm, Taoizm, İslam Tasavvufu gibi. Bunlar ayakları yere sağlam basan, sağduyulu, mantıklı, zeki, disiplinli, aldığı işi sonuna kadar götürebilen, sağlam inşaların öğretileridir. Bu öğretiler tembellere göre değildir, bu öğretilere kaçarak giremezsin. Okuyucuların içinde belki bana kızacak olanlar olacaktır ama yaşam koçu kavramı da biraz böyle.
“Yaşam koçu olan bir insanın yaşam hakkında çok şey biliyor olması gerekiyor ki karşısındakine yaşamı öğretebilsin.”
Ancak, bir insana iç görü kazandırmak başka bir şey, tarafsız bir şekilde aynalama yapmak başka bir şey ki bu alanda da psikologlar, psikiyatrlar var. Burada amacım eleştiri yapmak değil. Anlatmak istediğim şey, bir alanda mutlu olmadığında, işini bırakıp yaşam koçu olduğunda olanın doğru bir şey olmadığı. İşler öyle güllük gülistanlık olmuyor. Benim öğrencim Dost Can Deniz, yaşam koçluğu alanında Türkiye’nin duayen isimlerinden biri. Dost’un bu alanda aldığı eğitimin, kendi üzerinde çalışmasının haddi hesabı yok. Psikiyatrlar da mutlaka kendi üzerlerinde çalışmak zorundalar. Burada çok ciddi bir çaba var. İşi bıraktım, insan kaynakları yöneticiliğinden yaşam koçluğuna geçtim demek kimseye mutluluk getirmez. O nedenle bu kalbin sesini dinleme hali bana gerçekçi gelmediği gibi doğru da gelmiyor.
Asıl mesele yaptığımız işin anlam taşıması
Kalbinin sesini dinleme konusunda şöyle bir kuram var: Mutlu olmak için seni mutlu edecek bir şey bulmalısın ama şu iddia yok: MUTLU OLMAK İÇİN YAPTIĞIN İŞİ SEVMELİSİN.
Zen öğretisinin temelinde, yaptığın işi sevmek, sevmediğin işi yapmamak vardır. Bu ikisi paradoksal olarak birleştiğinde şu sonuç ortaya çıkıyor: Yaptığın işin önemi yok, ona verdiğin emekle o işi sevmeye başlayabilirsin. Elbette bunun sınırları var, silah satıcısı olmayı sevemem, uyuşturucu satmayı sevemem.
Soru şu: İşimin arkasında neyi hedeflemeliyim ki işimi sevebileyim?
İşin hedefi para kazanmaksa o işi sevebilmenin çok ihtimali olduğunu sanmıyorum. Yaptığım işte insanlara fayda sağlamak bir hedefse, yaptığım işte bir anlam bulabiliyorsam o zaman yaptığım işi sevebilirim ve bunun sonucunda para gelir. Burada asıl mesele yaptığımız işin anlam taşıması. Onun dışında dünyada benim için uygun bir iş var ve ben kalbimi izleyerek onu bulacağım değil. Kalbin sesinin nereden geliyor, anlamak zor: doğru değerlendiren bir zihinden mi yoksa sadece duygulardan mı? Genelde duygulardan ve arzulardan geliyor.
En çok karşılaşılan yorum, ekonomik şartlar dolayısı ile insanların sevmedikleri işlerde olmak zorunda oldukları yönünde. Bir iş olsun da ne olursa olsun. Ev kirası, okul giderleri, temel ihtiyaçlar derken kimse yaptığı işe, işini sevmeye odaklanamıyor ve sevmedikleri işlerde çalışmak durumunda kalıyor.
Her zaman bir sebep vardır Özlem. Özellikle de sorun bulan zihin daima bir sorun bulur. Bazen insanlar bana benim gibi yaşamak istediklerini söylerler. Ben de derim ki “Yaşayın. Yaşamamanız için bir sebep yok.” Benim de parasız kaldığım çok zaman oldu. Bir hedefe yürümek âşık olmaya benzer. Aşık olduğunuz kızın babası, görüşmenize izin vermese de bir yolunu bulur ve onunla görüşürsünüz. Bu kadar basit. Yaptığımız işlerde birilerinin işlerimizi kolaylaştırması hoş olur tabii ama olmazsa da bu bizim vazgeçmemizi gerektirmez. Sen yaptığın işi sürdürür, hedefine doğru ilerlersin, o kadar.
Şunu anlamaya ihtiyacımız var: Sorunu kabul etmeden sorunu çözemeyiz. Sorunu çoğu zaman dışsal bir sebebe bağlarız: parasız olduğum için bunu yapmak zorundayım, bundan dolayı bu işi yapmak zorundayım. Bu zihinle kaldığımız sürece bu işin içinden çıkamayız ama parasız kalmaktan korkuyorum, ihtiyaçlarımın karşılanmamasından korkuyorum, sorumlu olduğum insanları yüz üstü bırakmaktan korkuyorum ve bu nedenle kendimi bu işe bağlı tutuyorum, burada benim bir korkum var diyerek utanmadan, sıkılmadan gerçeği tanımladığımda ne yapabileceğimize de bakabilir oluruz. O zaman bunun üzerinde düşünebilir ve çalışabiliriz. Belki biraz zaman alır ama bir şekilde yolu bulunur.
Kalp Yolu buraya gitmek için yürüdüğümü yol diyebilir miyiz?
Bu Kalp Yolu’nun en önemli adımlarından biri: Sorunu gerçekte olduğu haliyle tanımlama ve bundan çekinmemek. Ben bundan korkuyorum, benim zihnim böyle kusurlu işliyor diyebilmek, hatalarını görebilmek ve söyleyebilmek. Keşke mükemmel doğsaydık ama hiçbirimiz mükemmel değiliz.
Eğitimlerin ilk aşamasından erdemleri çalışıyor olmak da bu sebeple sanırım. Korkularımızı ve kendi gerçeklerimizi görebilmek, öncelikle kendimize dürüst olabilmek ve yola o netlikle devam edebilmek önemli.
Erdemler bizi korkusuzluğa ulaştırıyor
Bir öğretmenim, “Benim öğretmen olarak burada olma sebebim sizden daha çok bilmem değil, sizden daha çok hata yapmış olmam.” demişti. Bugün ben de aynı şeyi söylüyorum. Ben de çok hata yaptığım için bugün öğretmenlik yapabiliyorum. Hatalara bakmak, onları görmek ve onları düzeltmek gerekiyor. Her şeyi düzelttiğimi zannettiğim zaman yine hata yaptım. Her şeyi düzelttiğin zaman hata yapmak ve orada kalmak, zaten her şeyi hatalı yaparken hata yaptığında orada kalmaktan daha zordur. Her şeyi düzeltmişsin ama hata yapmışsın, bu insanı kendi yolundan şüphe etmeye götürebilir, yolun başarısız olduğunu düşündürebilir. Oralarda ayağa kalmak çok büyük irade gerektirir.
Bütün bu süreçlere baktığımda insanın gerçekten doğru yolu bulabilmesi ve ilerleyebilmesi için gerekli olan iki şeyin olduğunu söyleyebilirim: Enerji ve cesaret. Bu ikisi birbirleri ile çok yakından ilişkili. Bir insan enerjisi olmadığında hiçbir şey yapamadığı gibi cesareti olmadığında da hiçbir şey yapamıyor. Sormamız gereken soru: Benim enerjimi ortadan kaldıran şey ne?
Gençken enerjimiz vardı, hata yapmaktan korkmuyorduk ama şimdi neredeyse altmış yaşına gelmiş bir insan için aynı hatanın altına girip kalkmak zor gelir. Yapılamaz mı? Yapılabilir ama zor gelir. Kendi çocuklarıma da söylüyorum; “Gençlikte hata yapın ama otuzlarda artık hatalarınızı azaltın.” Öğrenmenin yolu hata yapmak.
Enerji ve cesarete sahip olmak önemli. Gençken kendiliğinden olan bu hal daha ileride nasıl olacak? Enerji aynı zamanda cesaret de veriyor. Enerjimi ortadan kaldıran şey fiziksel olabilir, çok fazla yemek olabiliri, uyuşturucu olabilir, egzersize zaman ayırmamak olabilir. Bunlar için elimden geleni yapmam gerekiyor: Egzersiz yapmak, düzgün beslenmek, iyi uyumak… Ancak, bunlar da bir yere kadar. Enerjimizi asıl tüketen şey zihnimizdeki duygu ve düşünceler, zihin hallerimiz.
“Zihinde stres varsa, endişe, kaygı varsa, zihin arzu ya da pişmanlıkla doluysa küvetin tıpası çekilmiş gibi enerji bir anda aşağı doğru akıp gidiyor.”
Aydınlanma, varlığın tamamen gevşemesi halidir
Enerjiye sahip olmak için stresi kontrol altına almam gerekiyor ama bu birtakım teknikler kullanarak yapılacak şey değil. Stresin derin düzeyde kontrol altına alınması gerekiyor.Bizim gevşemeye ihtiyacımız var. Erdemler bu gevşemeyi sağlarken aynı zamanda zihinde huzursuz hallerin doğmasını da engelliyor. Burada bahsettiğim şey çok katı bir ahlak anlayışı değil.
Ahlak ve erdem arasında nasıl bir fark var?
Katı ahlak anlayışında kendimi disiplin altına alıp onu yapmamalıyım, bunu etmemeliyim dediğimiz bir hal var ki bu hal, gevşeme değil, gerilim yaratır. Aynı zamanda buradan doğacak şey yobazlık, fanatiklik olur ki bu, istediğimiz bir şey değil. Erdem dediğimde cömertlikle tutunmayı azaltmak gibi hallerden bahsediyorum. Tutunma, bütün korkuların temeli aslında. Bir şeye tutundukça onu kaybetmekten dolayı korkumuz artıyor, ihtiyacımız olup olmaması önemli değil. Tutundukça ihtiyaç olmayan şeyi ihtiyaçmış gibi algılıyor zihin.
Masanın üzerinde duran bir vazoya ihtiyacım olmasa da ona öyle bir tutunuyorum ki o kırıldığında hayatım parçalara ayrılmış gibi hissediyorum. Tutunmanın mantıklı hiçbir tarafı yok, sadece korkuları arttırıyor. Cömertlik, korkularla başa çıkmamı sağlarken şefkat beni saldırganlıktan ve şiddetten koruyor. Saldırganlık, şiddet, öfke gibi şeyler zaten tutunmadan ve korkudan doğar. Cömertlik ve şefkat gibi erdemleri pratik yaptıkça bilgeliğimiz de artmaya başlar ve o zaman enerjimizi de dikkatsizce tüketmeyiz.
Erdemler geliştikçe enerji artıyor ve kör değil, gerçekçi bir cesaret oluşuyor diye anlıyorum.
Sağduyulu bir cesaret. Erdemler bana bu sağduyulu cesareti verdiğinde değişmek için gerekli koşullar da kendiliğinden oluşmaya başlıyor: Tarafsızlık, doğru değerlendirme, gerçek ihtiyaçları belirleme.
İnsanlar bir şeyleri istiyorlar ama neyi neden istediklerini bile bilmiyorlar çünkü oldukları hali doğru değerlendirebilecekleri bir durumda olmuyorlar. Burada kendimize sormamız gereken sorular var:
- Ben neye sahibim?
- Şu andaki durumum ne?
- Buradaki gerçek problem ne?
Bu soruların cevapları olmadan sadece “istiyorum” ya da “istemiyorum” demek bizi bir yere götürmüyor. Neyi neden istiyorum ya da istemiyorum sorularına da kaçamak cevaplar veriyoruz. Bu cevaplar bizim büyük resmi görmemize de engel oluyor. Ahlaki değerler şüphesiz ki erdemlerin içinde var ama onlara tek başlarına “erdem” demek doğru değil.
“Erdemler, tıpkı bir zeytin ağacının su alıp zeytin olması gibi. İklim belli bir şekilde olacak ki zeytin ağacı yetişecek ve meyve verecek.”
Hiçbir olgu tek başına var olamaz
Olgular arasında tam bir uyum var. Olguların bir olma biçimi, olma hali, belli bir mekanizması, bir işleyişi var ve bu işleyiş şekilleri de tanımlanabilir durumda. Kaostan her zaman düzen çıkar ama bir yandan da düzenin içinde bir kaos vardır. Bütün evren paradoksaldır ama bu paradoksallığın içinde paradoksal olmayan yin ve yang vardır. Hiçbir olay kendi kendini yönetebilme, idare edebilme gücüne sahip değildir. Her olgu ancak diğer şeylerle birlikte var olabilir. Bir tuzluk, tuzluktur ama gerçekte o tuzluk değildir; silikondur, onu işleyen insandır, binlerce yıl önce deniz tabanında oluşmuş hareketlerdir, güneşin deniz üzerindeki etkisidir. Masada basit bir tuzluk aslında çok şeydir ve diğer şeylerden bağımsız olarak var olamaz. Eğer bir olgu, evrenin geri kalanından bağımsız olarak hareket edemiyorsa o olgu üzerinde çok sınırlı bir kontrolüm var demektir. Bu da demek oluyor ki, hayatımızı etkileyen olaylar üzerinde etkimiz çok sınırlı. Olaylar olur, benim onlar üzerindeki etkim sınırlıdır ama bu onun çok büyük bir güç olduğu gerçeğini değiştirmez; nasıl baktığıma bağlı. “Minicik bir etki ile nasıl maksimum sonuç doğurabilir mi” yi anlayabilmek bilgelik gerektirir.
Diyelim ki elinde bin lira var, bu bin lirayı hayatının hangi zamanında değerlendirirsen zengin olursun? Yirmi yaşındayken mi altmış yaşındayken mi? Bin lira hep bin lira aslında ama yirmi yaşında tasarruf ettiğinde bugün seni daha rahat ettirebilir, altmış yaşında yapacağın bir tasarruf yüz yaşına geldiğinde o kadar rahat ettirmeyecektir. O nedenle, o minicik etkinin hangi zamanlama ile yapıldığı da inanılmaz önemlidir. Her olgu, negatiften pozitife ya da pozitiften negatife dönerken, o dönüm anlarında tamamen ağırlıksız bir yere gelir ve orada onu hareket ettirebilmek için hiç güce ihtiyaç yoktur. Bin tonluk bir kadar uygun denge durumunda bir çocuğun parmağı ile itmesi durumunda düşebilir ama uygun bir yerde değilse onu itmek için belki de bir vince ihtiyaç olacaktır.
Benim etkim bir çocuğun parmağı kadarsa o halde, zamanlamanın çok doğru olması gerekir. Hayatımdaki gerçek değişimi ancak doğru zamanlama ile yapabilirim. Bu doğru zamanlamayı yakalayabilmek için zihnimin erdemle tarafsız hale gelmesi, kaygı ve hevesten arınması gerekiyor. Bunun için Kalp Yolu’na ihtiyacım var.
Siz şefkatin gelişmesi için de erdemlerin gelişmesi gerektiğinden, aksi takdirde şefkatin eksik kalacağından bahsedersiniz derslerde ve hep erdemleri pratik etmemizi hatırlatırsınız biz öğrencilerinize. Okuyucular adına size sorsam: Erdemler nasıl pratik edilir? Örneğin cömertliği hayatımıza nasıl dâhil edebiliriz?
Bu konuda zihni eğitmek ve bu konuda bir eğitmenden destek almak yadsınamaz derecede önemli. İdeali bu konuda eğitim almak, benim içi de öyleydi. Ve bu eğitimleri uzun vadeli düşünmek gerekiyor, hiç kimse altı ayda ya da bir yılda hayatını değiştirecek bir anlayışa varamaz. Bu yıllar içinde kademeli olarak gelişebilir. Uzun vadeli eğitimleri bir kenara koyarak konuşalım.
Cömertliğin pratiğini yapabilmek için pratiğini yapabilmek için dikkate alınması gereken şey şu: İnsan ihtiyacı olan şeyi veremez, bu kadar basit. Sadece ihtiyacınız olmayan bir şeyi verebilirsiniz. Cömertlik, ihtiyacımız olan bir şeyi vermek değil, ihtiyacımız olmayanı verebilir halde olmaktır.
İhtiyaçlarımızı karşılamanın ötesinde kalan fazladır
Zihnim ihtiyacımın ne olduğu konusunda beni kolayca kandırabiliyor. Burada gerçek ihtiyacımı nasıl belirleyebilirim?
Haklısın. Bunun için bilgeliğe ihtiyaç var. İhtiyacım olmayan şeyi verebilir olmak için neye ihtiyacım olmadığını anlayabilir halde olmam gerekiyor. Fakat ben, sahip oldukça ihtiyaçlarını arttıran kusurlu bir zihne sahibim. Ne kadar fazlaya sahip olursam o kadar çok ihtiyacım var diyorum. Biraz önceki vazo hikâyesindeki gibi. İhtiyacım var mı? Yok. Ama kırıldığı zaman hayatım paramparça olmuş gibi hissediyorum. Neden? Çünkü tutunuyorum.
“Sahip olduklarımla birlikte artan bir ihtiyacım varsa kötü yoldayım demektir.”
Onun için sahip olduklarım artarken ihtiyaçlarımın artmamasına ihtiyacım var. Kalbimin burada huzur bulmasına ihtiyacım var. Ben zaten böyle yaşayabiliyorum, bu artı olarak geldi.
Burada kendimize eziyet çektirmekten bahsetmiyorum. Temel ihtiyaçlarımın mutlaka karşılanması gerekiyor: barınma, yemek, güvenlik, ulaşım, çocuklarımın ihtiyaçları… Dünyada açlık sınırının altında yaşayan insanlar var. Bu insanlara her gün en az bir öğün yemek garanti edildiğinde bu insanlar kendilerini mutlu hissetmeye başlıyorlar. Eğer her gün iki öğün yemek yiyecekleri garanti edilirse çok daha mutlu oluyorlar, mutluluk kademe kademe artıyor. Bugün bizler olduğumuz yerden yoksulluk sınırına gelirsek bu bizi mutsuz eder, psikolojik sağlamlığımızı korumakta zorlanabiliriz. Aydınlanma yolunda Buddha, kendisi, bilerek ve isteyerek elindeki tüm imkânları bırakarak aydınlanma yoluna çıkıyor ve biraz önce bahsettiğimiz yokluk sınırındaki hayatı özgürlük olarak tanımlıyor. Günde bir öğün yemek bulacak mı belli değil, bir barınağı yok, tek bir kumaş parçasından başka kıyafeti yok. Burada söylemeye çalıştığım şey yoksul hayatı övmek değil ama mutluluğu tanımlayan şeyin koşullardan daha çok zihin olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Biz, temel ihtiyaçları karşılanan insanların bunu yapabildiğimizin bilincinde olmaya ihtiyacımız var. Doyuyoruz, çocuklarımızı okula gönderebiliyoruz, bir yerden bir yere ulaşabilme imkânımız var. Hiç kimse ile kıyaslama yapmadan elimizdekileri görmeye ihtiyacımız var. İhtiyaçlarımızı karşılamanın ötesinde kalan, fazladır. Bu fazlanın ortalığa saçılması gerekmez, bu cömertlik değildir. Bir arkadaşımın ihtiyacı olduğunda bende fazla olanı verebilmektir cömertliğin temel adımı.
Cömertliğin bir versiyonu da almaktır
Siz yine derslerde cömertliğin sadece maddi şeylerle olmadığını da hatırlatırsınız.
Evet. Zaman olabilir, dikkatin olabilir, dinleme olabilir. Benim hayalim şu anda kitap okumak olabilir ama bir arkadaşımın benimle konuşmaya ihtiyacı vardır ve ben onu dinliyorumdur. Bu dinleme esnasında gerçekten orada olmak, cömertliktir. Arkadaşımı dinliyorum ama aklım okumak istediğim kitapta olursa, bu cömertlik değil.
Bu, her koşulda çevremizdekilerin taleplerine evet diyeceğiz demek değil. Benim dinlenmeye ihtiyacım varsa, o zaman kırmadan hayır diyebilmeliyim. Burada da abartıya kaçtığımızda vermek artık vermekten çok ego tanımına dönmeye başlıyor. Yorgunum, eve geldim ve çocuğum parka çıkmak istiyor. Biraz dinlenip çocuğumla parka çıkabilirim ama çocuğumun ihtiyacını tamamen görmezden geldiğimde burada cömertlik yapma fırsatını kaçırıyorum.
O zaman özetle, ihtiyacım olmayan ama tutunduğum herhangi bir şeyi başkasının hayrı için verebilme yeteneğine CÖMERTLİK diyoruz.
Tutundukça cimrileşmeye başlar insan. Bunu anlamaya ihtiyacımız var.
“Neye tutunuyorsak onda cimrileşiriz.”
Paraya çok tutunan bir insan parada zengin olabilir ama zihinde fakirdir. Cimrilik mutsuzluk ve stresi artırıyor. Böyle bir zihin gevşeyemiyor, rahatlayamıyor, huzurlu bir hale gelemiyor. Cömertlik erdemlerden sadece bir tanesi, bunun gibi pek çok erdem var bizi gevşetip, enerjimizi artıran ve o enerjiyi kullanacak bir sağduyu geliştirmemize yardımcı olan. Erdemler geliştikçe sağduyu ile gelişen bir tür korkusuzlukla tutunmayan bir zihin hali ile problemlere bakabiliyoruz. Ve hatta biz bu hale geldikçe problem de kendiliğinden çözülmüş oluyor.
Bakış açısı berraklaştıkça problem dediğimiz şey de form değiştiriyor, değil mi?
Evet, olayları çok daha berrak görebiliyoruz. Görüş berraklaştıkça hayatın paradoksal yapısını da görmek mümkün. Berraklık doğru değerlendirmeyi getiriyor. Cömert olurken aynı zamanda tutumlu olmak, verirken alma beklentisini bırakmak, hangi niyetle hareket ettiğimi farkında olmak, verme beklentisini bırakmak ama aynı zamanda almaya açık olmak. Cömertliğin bir versiyonu da almaktır.
Ben bu konuda çok zorlanıyorum.
Çok güçlü bir egonun göstergesi ama almak büyük cömertliktir. Bazen durursun ve bir insanın sana cömertlikte, iyilikte bulunmasına izin verirsin. İhtiyacın olduğu için değil ama veren insana çok iyi geleceğini bildiğin için.
Bir inzivada verirken aslında zihnimde bir beklenti olduğunu fark ettiğim bir zaman olmuştu ve kendimi çok ikiyüzlü hissetmiştim. Zor bir deneyimdi benim için.
Hayatın içinde hep bir paradoks olduğundan bahsediyoruz. Burada yine paradoksu hatırlamak gerek. Beklenti olmaması gerekiyor ama öte taraftan bu çok da yanlış bir şey değil. Buddha’nı bize öğrettiği şeylerden biri de bu. Verirken bu verme eylemi zihnimi arındırsın, beni Brahma boyutuna ulaştırsın diye düşünebiliyorum. Zihnin çok ilginç bir yapısı, plastisitesi var ve bu plastisite zihnin şekil almasını sağlıyor. Cömertlik eylemi ya da şefkat eylemi yaparken bu eylem, benim zihnime şunu yapsın diyerek zihnimin aksamını, donanımını değiştirebiliyorum. Ve bunu yaparak kendime cömertlik yapıyorum.
Kendime cömertlik yapmadan başkasına cömertlik yapamam. Her şeyin kendimde başlıyor olması gerekiyor. Sonra o verme eyleminden alacağım şeye baktığımda açgözlülüğe değil kendime cömertliğe girer. Kendimden başlar ve dışarıya doğru yayılır. Çok kısıtlı düşünmemek gerekiyor.
Teşekkür ederim. Bahsettiğim deneyimde zihnim berraklaşsın diyerek yaptığım bir cömertliğin ne kadar ehil olduğundan şüphe etmiştim. Rüşvet veriyormuşum gibi bir yanlış anlamaya girmiştim.
Kendine cömertlik bu. Aç gözlülük değil. Karşımdaki besinle doymayı nasıl hak ediyorsa, ben de bu besinin sağladığı iyilikle mutlu olmayı hak ediyorum. Burada kötü bir şey yok. Doğru anlayış önemli. Çok nüans var ve çok paradoksal bir yapı. Onun için de kaygan bir zemin ve bu yüzden yolda yürürken bir öğretmene ihtiyacımız oluyor ki, bizi uyarsın, düzeltsin, sorularımızı yanıtlayabilsin. Öğretmen olmadan da bu kaygan zeminden geçilir mi? Geçilir ama çok daha uzun sürede ve çok daha fazla hata yaparak.
Sizinle konuşmak, sizden öğrenmek, sizin deneyimlerinizden ilham almak benim için büyük keyif. Öğrenciniz olmak kalbimi minnetle dolduruyor. Ayırdığınız zaman için teşekkürler.
Ben de çok teşekkür ederim.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.