20. yy.’ın ilk yarısının en etkili düşünürlerinden birisi olan Fransız düşünür Henri Bergson, filozof yönü olduğu kadar sanatçı yönüyle de öne çıkan bir figürdür. Hayatın içindeki birçok konuyla ilgili oldukça çarpıcı fikirleri olan Bergson’un eserlerini gayet kısa, akıcı ve aynı zamanda bol nüktelerle süslenmiş bir üslupla kaleme alınmıştır. Bergson’un ifadeleri diğer düşünürlere nispetle daha anlaşılır, basit ve doğaldır. Ben onun oldukça komplike duran birçok problematiğe bu kadar kolay yaklaşmasını keskin matematik zekasıyla ilişkilendiriyorum çünkü ünlü matematikçi Pascal tarafından çözümsüz bırakılan bir problemi çözerek kazandığı matematik ödülü onun matematikte Pascal’la boy ölçüşecek kadar yetenekli olduğu fikrini ortaya çıkarıyor. O ise matematiği bir kenara iterek bu alanda edindiği başarıyı önemsemeyip hayatının sonuna kadar felsefe ile uğraşmayı tercih ediyor.
Ayrıştırıcı Farkları İzah Eden İfadeler
Kendi düşünce dünyasını oluştururken sağlam bir matematik ve bilim formasyonu edindiği için pek çok alanda yeni ve özgün terkipler ortaya koymayı başarmış olan düşünür kendi kuramlarını ortaya koyarken ondan önceki evrimcilik düşüncelerini, insanın en ayırt edici özelliği saydığı yaratma fikrine açık olmadıkları gerekçesiyle eleştirerek yaratıcı evrim kuramını ortaya koymuştur. Bergson, ruhu, Descartes’ta olduğu gibi, bir cevher olarak tanımlamadan, ruhun ölümsüzlüğü fikrine dayanan bir psikoloji ve metafizik olarak kurgulamıştır. Vitalizm[¹] ve spiritüalizmi[²], düşüncelerini güçlendiren birçok argüman ileri sürmüştür. Bu yüzden de pozitivizm ve materyalizm karşısında yer alarak insan şahsiyeti ve onun haysiyetinin aşkınlığını işlemiştir. Ayrıca söz konusu nesnenin insan olduğu her alanda madde ve fizik bilimleriyle etkileşim içinde fakat onlara indirgenemeyecek olan ayrı ve müstakil bir psikoloji ve biyolojinin imkânını savunmuştur.
Bergson’u günümüze kadar taşıyan felsefesinin özü yani ana konuları hiçbir zaman merakımızın kaybolmayacağı zaman ve süre, madde ve hayat, zekâ ve sezgi, iç ve dış, kapalı ve açık, dinamik ve statik arasındaki kavramlara getirdiği ayrıştırıcı farkların izahıdır ve gerçekten çok açıklayıcıdır. Benim için Bergson felsefesinin en özgün yanı işte bu farkların onun tarafından yetkince açıklığa kavuşturulma arzusunda yatar. Yalapşap bir biçimde kanıksanmış ve alışılmış kavrayış biçimlerini aşmaya çalışan, her anlamda dinamik bir model ortaya koyması önemli bir çabadır. Hepimizin bildiği üzere yaşamın sürekliliğinin bir nedeni (belki de sonucu) dinamizm, hayat hamlesi ile varlığın temelinde bulunur ve epistemolojiden metafiziğe ve teolojiye kadar bütün alanlarda kendisini gösterir. Bergson’un indirgemeci bulduğu için monist materyalizm ve natüralizm eleştirileri sonucunda insanı önceleyerek vitalizm, spiritüalizm ve personalizmi destekleyen, metafiziği yeniden meşru bir felsefe disiplini haline getirerek, plüralist sezgici bir felsefe sistemi ortaya çıkarmıştır.
“Onun felsefesinin özü zaman ile sürenin birbirinden nasıl da başka şeyler olduğunun izahının resmi geçididir.”
Bergson’un düalist spiritüal felsfesini şekillendiren temel ayrım “madde ile hayat” ve “ruh ile beden” arasında ortaya çıkan başkalıkta yatar diyebilirim. Hepimizin bildiği üzere madde, ölçülebilir olmak, niceliksel ilişkilerle kayıtlı olmak, determine edilebilir ve homojen parçalara ayrılabilir olmak gibi özelliklere sahiptir. Bu özelliklerle, zekânın bilme şekli ve yöntemi sanki birbirleri için tasarlanmıştır. Madde, kendisini zekâya ve onun kavrayışına sunmak, zekâ da sanki maddi ilişkiler ve süreçleri bilmek ve kavramak için var olmuştur. Bergson, zekâ için kendisini madde âleminde evinde gibi hisseder demesinin sebebi bu düşüncedir. Madde ile hayatı ruh ve bedeni birbirinden yalınkat bir biçimde ayırıp bunları ayrı ayrı kavramsallaştıran düşünür aynı yöntemi zaman ve süre kavramları içinde kullanır.
Bergson tüm felsefesinin aksını ardışıklığın nasıl mümkün olduğuna, zaman kavramının insandan bağımsız olup olmadığına, zaman ve sürenin aslındalığına, geçmişin hangi yetke ile şimdiye nüfus edebildiğine oturtmuş ve tüm bu düşünce pratiklerinin sonunda ise zaman kavramının doğal yerinin ‘bilinç’ olduğuna kani olmuştur. Bergson’a göre zaman psikolojik bir olgudur. Biz insanlar süreyi zihnimizde bölümlemez de kendimizi zamanın akışına bırakırsak işte o zaman süre bilincimizin aldığı biçim olur. O halde sürenin en mühim özelliği, ardışık, bölünemez, uzamsız bu yüzden de ölçülemez olmasıdır. Bergson için “süre” bu anlamlara gelirken, “zaman” ise statik olarak saatle ölçülen bir şey olarak tanımlar. Ve bu ayırdımlar eşliğinde süreye yeni anlamlar ekler: o dinamik, özgür ve yaratıcı olan, yaşanan bir olgudur. Süre öznenin zamanıdır ve asıl zaman budur. Yani matematik zaman ile yaşanan zaman birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Gerçek zaman, yaşanan zaman, sürekli bir değişme ve oluştur. Bu nedenle biz onu ölçülüp parçalayamayız. Geçmiş dediğimiz şey anın içinde bizimle birlikte var olmaya işte bu yüzden devam eder.
Yaratmanın ve Varlığın Tanrı ile Bağlantısı
Bu problematiği bu şekilde izah ettikten sonra da “varlık” kavramının da madde ve fizik gerçekliğe indirgenemeyeceğini belirtir. Çünkü varlığın temelinde, adına hayat hamlesi (élan vital) dediği ve yaratma gücü ve isteği olarak betimlenen, tinsel ve canlı bir güç görmektedir. Hayat hamlesi, başlangıçtan çizilmiş bir planı veya rotayı takip etmediği için bu süreç, finalizmle açıklanamaz. Zira hayat hamlesi, özgür ve yaratıcı hamlelerle kendisini açar. Böylece bitki, hayvan ve insan olmak üzere, maddi ve fizik evren içerisinde, hayat ve ruhsallık açığa çıkar. Hayat hamlesi, tinsel (spiritüel) ve canlı bir güç olarak kendisini açarken bitkilerde, hayvanlarda ve insanda, farklı doğrultularda ve farklı düzeylerde canlılık ve bilinç katmanları oluşur. Bu farklı düzey ve katmanların sebebi, hayat hamlesinin doğrusal bir hat üzerinde açılmamış olmasıdır. Hayat hamlesinin bir havai fişeği andırırcasına değişik istikametler ve düzeylerde patlaması bu hareketin finalizm ve mekanizmle açıklanamazlığını ve bilinen evrim kuramlarının hiçbirine benzemediğini ortaya koyar. Burada evrimi idare eden mekanizma ne doğal ayıklanma ne de Darvinci bir uyum sağlama yetisidir. Bergson’a göre evrim, “Tanrı ile içten bağlantılı bir yaratma hadisesidir.”
Bergson’da varlığın genel yapısı ile özne anlayışı arasında sıkı bir ilişki vardır. Hayat, mekanizm ve materyalizmle açıklanıp tüketilemediği gibi, bilinç ve öznede de aynı durum geçerlidir. Hayatın ve ruhun oluşlarında tekrarlanış ve geriye dönüş yoktur. Daima ileri doğru bir devinim söz konusudur. Hayatı yaratıcı evrim kuramıyla açıklayan Bergson, bilinç ve özne tasarımını da bu özgürlük ve dinamizm esasına dayandırır. Bu nedenle derin ben ve yüzeysel ben arasında temel bir fark görür. Yüzeysel ben, gündelik olaylara dönük olduğundan, yarı otomatize bir hale gelmişken, asıl ben dediği derin ben, derin hafıza ile ilişki halinde dinamik bir psikolojik gerçekliktir. İnsan kişiliğinin özü de budur. Yüzeysel ben dediği şey onun konu bile etmediği bir atık madde gibidir. Bergson’un “derin ben” ile “yüzeysel ben” arasındaki farkı detaylandırmak için oluşturduğu hafıza kuramı, benlik kuramını tamamlar. Derin ben ve yüzeysel ben arasında görmüş olduğu ayrımı iki tür hafıza taşıyor olmamıza bağlar. Bunlardan biri gündelik hayatın gereklerini yerine getirmeye yarayan yüzeysel hafıza, diğeri de kişiliğimizin ve benliğimizin esasını oluşturan yaratıcı ve özgür olan derin hafızadır. (Bergson, bilinç-beyin özdeşliği kuramını reddettiği gibi, hatıraların beyinde lokalize olduklarını söyleyen görüşü de eleştirir.) Hafızayı; bilinç ve beyinle ilişkili olmakla birlikte, onlardan birine indirgeyen bütün kuramlara karşıdır. Ona göre hafıza, ruhsal tecrübenin esasıdır. İnsan da hatırlama yetisinden dolayı hayat hamlesinin açılımında ortaya çıkan en yetkin, karmaşık ve özel bir varlıktır. Evrim, insanoğlu üzerinden beşerileşerek kültür ve uygarlığı yaratmaktadır. Bu bakımdan sanatçılar, düşünürler, dâhiler, ahlâk ve din kahramanları; yaratıcı-dinamik-evrimsel süreci kendilerinde devam ettiren, evrimin manasını kavramış, onunla temas kurmayı başarmış yapısal olarak özel varlıklardır.
Kapalı ve Açık Ahlak
Bireyciliği bunca detaylı olarak ele alan düşünür elbette ki her türlü kolektivist ve sınıf çatışmasına dayalı, otoriter ve totaliter rejim ve ideolojilere yaşamı boyunca mesafeli durmuş ve felsefesinde de yer vermemiştir. Bu tür oluşumların insan doğasını örselediğini ve kişiliği baskı altına aldığını düşünür. Böylece o, açık toplum, şevk ve sevgi ahlâkı ile dinamik dinlerin özü olan mistisizme dayalı plüralist, spiritüalist bir sosyal felsefeye de ulaşır. Onu bu bakış açısı bir tarz umut felsefesi olarak da okunabilir. Hatta öyle ki onun bu tüm kavramları insanın iç beni ve dışarıdaki dünyanın ondan önceki kurulu düzenin beni olarak ayırması ahlak kavramına bile yeni bir boyut eklemiştir. Ahlak kavramını da iki türlü olarak açıklar. Biri içedönük (kapalı) ahlak öteki dışadönük (açık) ahlaktır.
Kapalı ahlak’ın kaynağı içgüdüye dayalı eylemlerin toplumla olan ilişkileridir. Bu eylemler, toplum yaşamının sürekli baskısı altında, kendiliğinden biçimlenerek birer töre niteliği kazanmıştır. Kişi bunlara bir içgüdü eyleminde olduğu gibi uyarak davranır. Bireyin “ben”i ile bu tür ahlak ilkeleri arasında uyuşmazlık çıktığında içsel gerginlik artar, kişi topluma karşı uyumsuzlaşır. Bu ahlak türü baskı altına alıcıdır. Açık ahlak ise üstün insanlara özgü olan ve tarihte az bulunan kişilerde ortaya çıkan bireysel ahlaktır. Bu ahlakın kaynağı baskı değil esindir, yaratıcı, ilerletici bir nitelik taşır. Onun açık oluşu bütün yaşamı kuşatması yüzündendir. Özgürlük duygusunun gelişmesinde etkili olan açık ahlakın ise belli bir nesnesi yoktur. O adeta Kantçı bir ifade ile “kendinde ahlaktır.” Ahlak kavramıyla ilişkilendirdiği bilgi anlayışı ise içgüdü, zekâ ve sezgi kavramları çerçevesinde şekillenmektedir. Bu çerçeve içinde maddeyi algılayacak olan unsur, zekâdır. Ancak zekânın yaptığı bütün analiz ve sentezler sadece pratik amaçlara yöneliktir. Bu nedenle de zekâ yalnızca maddeye hâkim olabilir ve fakat hayat alanına hâkim olamaz. Zekânın hayatı anlamamasının nedeni hayatla kaynaşmaması ve geçmişte de ona göre yoğrulmamasıdır. Zekânın karakteri, yapısı icabı, hayatı anlamamaktır. Zekânın doğal hâliyle başlıca konusu, organik olmayan katı şeylerdir. Çünkü zekâ ancak süreksizi tasarlar. Hayat ise bir yaratmadır. Yaratıcılık da sürenin eseri, hatta ta kendisidir. Şu hâlde zekâ açık olarak ancak hareketsizliği tasarladığı için yaratma fikrine tamamen yabancıdır ve hayatı anlamaya yetkin değildir. Zekâ, başlı başına hayatı, yaratmayı, oluşu, süreyi anlayamadığı için yalnız zekâ ve yalnız akılla mantığa dayanan bir felsefe hiçbir işe yaramaz. Bilimleri aşması için felsefenin zekâyı değil, zekâ ile içgüdünün kaynaşmasından doğan sezgiyi kullanması gerekir. Bergson, zekâdan ayırdığı sezginin ise içgüdüden doğduğunu söyler.
“Hayat, bir tohumdan diğerine, gelişmiş bir organizma aracılığıyla geçen bir akışı andırır. Bu akış zekâ ile kavranamaz çünkü hayat, zekâyı aşar.”
İçgüdü, canlının çevreye en iyi şekilde uyum sağlayıp ondan faydalanmasını sağlamak için, tabiat tarafından kendisine verilen bir yetidir. Sürekli devinim halinde olan varoluş bu amaca ulaşmak için zekâ gibi alet yapar. Ancak onun alet yapıcılığı, zekânınkinden tamamen farklıdır. Olgunlaşmış bir içgüdü, organik aletler kullanmak hatta yapmak yetisidir. Olgunlaşmış bir zekâ ise cansız aletler yapmak ve kullanmak yetisidir. İkisinin temin ettiği bilgiler tamamen başka cinsten bilgilerdir. İçgüdü ile zekâdaki doğuştan bilgilere bakılacak olursa bunların içgüdüde eşyaya, zekâda ise karşılıklı ilişkilere karşılık geldikleri görülür. İçgüdünün yapısı zekâdan farklıdır fakat o, sıradan bir refleks de değildir. İçgüdü bir sempatidir. Eğer bu sempati, konusunu darlıktan kurtararak genişletebilse ve kendi üzerine katlanarak düşünebilseydi gelişmiş ve kendine sahip olmuş zekânın maddeye nüfuz etmesi gibi o da hayata nüfuz edecekti. Ancak içgüdü, içgüdü olarak kaldıkça hayata nüfuz edemez. Hayata nüfuz eden sezgidir.
Sezgi, insanı hayatın içine götürecek, yani kendi kendisinin bilincine varmış, konusunu düşünebilecek ve sınırsızca genişletebilecek bir hâle gelmiş içgüdüdür. Kendine özgü yapısı bakımından aslında zekâdan ayrılan içgüdünün gelişmesinden doğmuş olan sezgide de bilinç vardır. Sezgi ile zekâ, bilinçli çalışmanın birbirlerine zıt iki istikametini gösterir. Sezgi hayat istikametinde gider, zekâ ise doğası gereği, maddenin hareketlerine göre ayarlanır. Ancak içgüdünün bir eksikliği vardır, o da bir öz bilinç sahibi olmayışıdır. İçgüdünün bu eksikliğini gidermesi için insanda bu yetinin sezgi olarak doğmasını beklemek gerekmektedir.
“Sezginin bir yeti olarak ortaya çıkması kolay değildir. Kişide kendi iç evrenine dönmeyi, kendi “temel ben”inin “varlık” alanına girmeyi sağlayan bir çabayı gerektirir.”
Bu çaba doğal eğilimlerin akışına karşıt bir girişimdir. Bu girişim ise güçlü bir içedönüş eylemidir. İşte bilgi kuramı ile yaşam kuramı arasındaki varlık bağlaşımını sağlayan ilkeyi bilmek bu içe dönüş esnasında sezginin işidir. Sezginin güçlülüğü, derinliği bu bağlantıyı kavramasıyla doğru orantılıdır.
O halde zaman nedir? Bergson için düzlemsel zaman ile yaşanan zaman birbirinden farklı iki şey olarak betimler. Somut zaman; bilincimizin oluş hâllerinden birisidir ve yaratıcı bir evrimsel mekanizmadır. O hâlde canlı zaman ancak bilinçte görülebilir. Onun her anında değişme ve yenilik vardır. Sürenin ölçülüp parçalanamamasının nedeni de budur. Bergson felsefesinde zaman ve süre ayrımı, en hassas noktalardan biridir. O, “zamanı saatin ölçtüğü objektif bir gerçekliğe karşılık gelen şey, süre öznenin hissettiği ı şey” olarak açıklar.
Yani Bergson’a göre süre, yaşanan zamandır. Bizim içimizde geçen zaman, herhangi bir sayısal anın yerine diğer bir anın geçmesi değildir. Çünkü Bergson’a göre durum böyle olsaydı şimdiki hâlden başka bir şeyin olmasına imkân kalmaz, geçmişin şimdide uzaması, evrim ve somut süre asla var bulunamazdı. Süre; geleceği kemiren ve ilerledikçe büyüyen geçmişin daimî bir ilerlemesinin adıdır. Gerçek süre, bilincin algıladığı süredir. O hâlde sürenin ne olduğunu anlamak için bilinç hâllerinin akışını bilmek gerekir. Bilinç hâllerinin akışında hiç kesinti bulunmaz. Bütün değişmeler hissedilemeyecek derecede, yavaş yavaş meydana gelir. Bu değişmelerin her birinde bilincin bütün geçmişi yoğunlaşmış bir biçimde var bulunur. Kısacası gerçek zaman; bilinç hâlleridir, yaşanan zamandır, yani süredir.
Gelecek ay görüşmek üzere sevgiler
[1]*Vitalizm: Evrendeki bütün ilişki biçimlerinin maddi ve fizik süreçlerden oluştuğunu veya onlara indirgenebilir olduğunu savunan görüş.
[2] *Spiritüalizm: Varlığın temelinde ruh veya ruhsal bir gerçeklik bulunduğunu ve bunun maddî ve fizik süreçlerle açıklanıp tüketilemez olduğunu savunan görüş.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.