Felsefe

Tanrım bana iffet ver ama şimdi değil!

Bu ayki düşünürümüz, “Anlamak için inanmak zorundayım” savından yola çıkan ve zamanla tüm Hristiyanlık inanışını şekillendiren sevgili Augustinus.

Augustinus, umutsuzca Tanrı’ya inanırken her filozof gibi o da yine çok büyük soruların cevabını bulmaya uğraşmış bir teologdur.

Evet, evrendeki nizama bakılınca tüm bunları rastgele olmaktan alıkoyan Yüce bir Zekâ yani bir Tanrı vardır ama bu büyük zekâ ondan ne istiyordur?

Tanrı, insanın ne yapmasını, nasıl yaşamasını istiyor, ona nasıl bir anlam veriyordu?

Neyin nesiydi bu insan?

Ayrıca da insan denilen fani tüm bu soruların cevabını ortalarda görünmeyen bir kuvvetten nasıl alacaktı? 

Çok az uyuyarak yaşadığı hayatının büyük bir kısmını Tanrı ile konuşmaya adayan Augustinus, bu hareketiyle tarihte bilinen ilk otobiyografi sayılabilecek olan (yaklaşık on üç ciltten)  “İtiraflar” kitabını kaleme alırken , aynı zamanda onu bugünlere taşıyan en büyük eserini de açığa çıkarmıştır. (Ayrıca yine Augustinus, İtiraflar eseri sayesinde Batı entelektüel tarihinde insanı anlamak için esas olarak içe bakış yönteminin kullanılmasına da bir nevi öncülük etmiştir.)

Tanrı ile sohbet işini sistematik bir biçimde sürdüren bu adam “İtiraflar” kitabında okuyana fenalıklar geçirtecek kadar (böyle söylediğim için üzgünüm ama gerçek fikrim bu yönde) Tanrı’dan af dileme, aman ben şöyle işe yaramazım, böyle lütfuna layık değilim, gel sen bu faniyi büyüklüğüne ve kudretine yaraşır biçimde affeyle, sana da yakışan budur söylemleriyle bana ister istemez, “Yahu ne halt eyledin bu kadar sevgili Augustinus?” sorusunu sordurmuştur. Tamam anladım ben seni diyerek okumaktan vazgeçmişken yıllar sonra geri dönüp baktığımda 13 ciltlik eserin asıl son 4 bölümünde yer alan zaman, bellek ve varlık konularını ele alışındaki önemli nüveleri kavradım.

Sabır azizim sabır, bana da herkese de lazım olan esas haslet sabır!

Neyse ne diyorduk? Ha, ne halt işledin de bunca af diliyorsun be adam dedikten sonra azıcık hayat hikayesini kurcalayınca ooo bir de ne görelim; metres tutmalar, gayri meşru çocuk sahibi olmalar daha da yetmeyip arzularını yönemediği için Tanrım bana iffet ver ama şimdi değil gibi pazarlıkçı tavırlarıyla benim için aslında temeldeki sıkıntısını da anlaşılır kılmıştır.

Yani insanî tüm arzulara sahip olan ama tüm bunları yaptıktan sonra hissettiği vicdan rahatsızlığı hissi ile başa çıkmaya çalışan bu adamın yukarıda sayıp döktüğüm anlaşılması güç hezeyanlarını benim için daha açıklayıcı hale getirmiştir.

Ha sen öyle desene başkan!!!

Bana göre onun bu, “Beni affet ey Tanrım” hezeyanları hepimizin içinde olan ve zaman zaman ortaya çıkarak bizi kendimizden tiksindiren hatta “İyi bir insan değilim ben” yargısını kendimize yapıştıran düşüncenin kaynağı olan, bizi var eden çok aşrı, ulvi, saf kusursuz bir varlığın olduğuna ve bizim de sefilce davranarak bu varlıktan uzaklaştığımıza dair olan histir.

İşte Augustinus da Tanrı fikrinin ya da benim deyimimle bu hissin üzerinde çok durmuştur. Ona göre Tanrı kavramı öyle veya böyle tüm insanlarda, bütün toplumlarda mevcut olan en eski inanıştır. Tasviri, nitelikleri, nicelikleri farklı farklı olsa da sonunda herkesin bildiği bir Tanrı kavramı vardır. Öyle ki herhangi bir Tanrı’ya inanmadığını söyleyenlerin bile kafalarında bir yaratıcı kavramı bulunur. Augustinus’a göre işte bu fenomen insanın, kalıcı ruhsal hafızasından silinmemiş olan bir hatırlama olan Tanrı’nın taşıdığı “ezelilik” özelliğinden ileri gelmektedir. Günümüze kalan önemli eserlerinden olan “Trinite” kitabında detaylı bir biçimde yer verdiği Tanrı’nın ezelilik sıfatını kendi düşüncesi etrafında şöyle tanımlar:

Varlık kavramının tanımı olan,Tanrı’nın sahip olduğu değerler arasında değişmez ilkesini en başa koyar. Augustinus’a göre Tanrı değişmez çünkü O, “varlığının” zirvesindedir, varlık kavramının en yüce özü O’dur. Tanrı’nın bu özelliği yani, hakikatinin değişmezliği diğer niteliklerinin garantisidir. Tanrı’nın nitelikleri olarak ikinci sıraya Ezelilik kavramını koyar. Birinci öge olan değişmezlik zorunlu olarak ikinci öge olan ezeliliği gerektirmektedir. Bu düşünce yapısını daha iyi anlatabilmek için burada bir dip not düşmekte fayda görüyorum Augustinus’un Tanrı’nın taşıdığını söylediği ezelilik ile bizim bildiğimiz “zaman” arasında kavram farkı vardır.

Ona göre “Hakikat”in dolayısıyla da “değişme”nin olmadığı bir yerde bildiğimiz anlamdaki “zaman” yoktur. Tanrı’nın zamandan bağımsız bir biçimde Ezeli oluşu Tanrı’nın değişmezlik yönünü kendiliğinden gerektirir.

Böylece Augustinus ezeliliğin, başlangıcı ve sonu belirsiz, çok uzun bir zaman dilimi gibi düşünülmesinin önüne geçer. Ona göre Tanrı’nın zamandan önce oluşunun ölçüsü zaman değildir. Aksi halde bütün zamanlardan önce Tanrı olmayacaktır. Daima var olan bir ezelilik her geçmişe üstün olduğundan dolayı, Tanrı zamandan öncedir. Gelecek de daha gelecek olduğundan ve geldikten sonra da geçmiş olacağından, Tanrı geleceği de aşar. O daima aynıdır. Onun yılları geçmez. Tanrı bu iki özelliğinden (değişmezlik ve ezelilik) dolayı da ifade edilemezdir. Augustinus’ta Tanrı, var olan her şeyin ilk, tek ve evrensel nedeni olan mutlak bir varlıktır. Bu sebeple de Augustinus’a göre Tanrı’yı bütün mahiyetiyle anlayamayız.

Onun Tanrı’yı zamandan bağımsız konumlayan bu düşünceleri zaman hakkındaki, zamanın tam içi ve bizzat tam ötesi konularını ele alan Heidegger ve Ricouer felsefelerine zemin hazırlar niteliktedir. Şimdiki zamanda eriyen geçmiş ve gelecek, kozmik zamanın dizgelerini yıkmakta, elde kalan şimdiki zamansa kopuklukları ve geçmişe atıfları ve geleceğe özlemleriyle aslında orada öylece tam da insanın içinde durmaktadır. Augustinus sadece basit bir Kartezyen öncesi düşünür değil, aslında çözemediğimiz zaman kavramı ile ilgili neyin ne olduğunu bize ilk gösteren filozoftur da.

Augustinus, “Zaman nedir sormazsanız biliyorum; sorarsanız bilmiyorum” demiş ve idrak edilen fakat açıklanamayan kavramlar hakkında kendinden sonra geleceklere iyi bir çıkış kapısı göstermiştir.

Yazının en başında belirttiğim gibi Augustınus’un tüm felsefesi içerisinde benim için anlamını ayrı tuttuğum tek öge de onun “zaman” kavramına karşı dönemine göre yenilikçi tavrıdır.

Diğer haliyle (bütüncül olarak) felsefesi inandığı dogmatik ögeleri bir düşünce bütünlüğüne yerleştirmeye çalışması açısından bana pek de hoşlanmadığım birçok günümüz yöntemini çağrıştırıyor. Filozofun yaşadığı Orta Çağ düşünce dünyasında “inanma” ile “bilme” etkinliklerinin sınırları belirsizleşmiş bir dönemdir. Bu durumun ortaya çıkmasında, inancını felsefî bilgi aracılığıyla gerekçelendirmeye çalışan Augustinus gibi düşünürlerin payı büyüktür. Orta Çağ’daki bu tutum, “olduğu bilinen” ile “olduğuna inanılan”ın, yani “bilgi” ile “inanç”ın birbirinin içine geçmesine yol açan tutumdur. (Ne kadar da tanıdık!) Augustinus’un öncülük ettiği bu tavır kendisini özellikle onun varlık ve bilgi felsefesinde gösterir.

Bu tavrı çok kısaca özetlemek gerekirse;

Var olanları “hakiki olup olmamalarına göre” bir değer sıralaması içinde ele alan Augustinus, Platon’un ideası ile aynı özelliklere sahip olduğu için, en üste Tanrı’yı yerleştirir. Var olanların geri kalanını da özelliklerinin ona benzerliğine ya da benzemezliğine, yakınlığına ya da uzaklığına bağlı olarak onun altına dizer.

Augustinus, varlık sıralamasını bu ölçüde dayandırdığı için, bilinmeye değer olanların sınıflanması ve sıralanması da aynı ölçütten nasibini alır ve bilmeye değer tek hakikatin Tanrı olduğunu; geri kalan her şeyin de ancak onun temsili oldukları ölçüde bilinmeye değer olduğunu söyler. Böylelikle, bilgi için yapılan araştırmalarda, temel bilgi nesnesi olarak -şeylerin kendileri değil de kutsal kitabın onlar hakkında buyurdukları ve öte yandan da Tanrı’nın sureti olarak tasarlanan ve hakikatin barındığı insan ruhu esas alınmıştır. Bilgi nesnesi konusundaki bu ciddi tutum değişikliği Orta Çağ’ın bilgi ve bilim anlayışının yani aslında neden gelişmediğinin ana özelliklerini belirlemiştir.

Augustinus, Orta Çağ’daki bu eğilim doğrultusunda bilim ve bilgi gelişiminin önünü tıkayan düşünce şekline önemli bir örnektir ve felsefe tarihinde bu açıdan özel bir yere sahiptir. Bana göre Augustinus’un amacı, felsefe yapmak ya da felsefe ile bilgi üretmekten çok, felsefede üretilmiş bilgileri kendi inançlarını temellendirmek ve haklılaştırmak için kullanmaktır. Bu tutum, felsefenin kendindeki değerini yitirmesinin yanında, felsefenin, teolojinin hizmetine girmesi sonucunu da doğurmuştur ki bugün bile etkileri hala devam etmektedir.

Her zaman söylediğim gibi bilmek başka inanmak başka şeydir ve iki kavramın arasındaki farkı ayrışmaz hale getirinceye kadar birbirine ulamak hayatın içindeki içinden çıkılamayan en temel problemlerin çimentosudur. Ve o derece katılaşmış malzemeler kaçınılmaz olarak  değişen ve dönüşen yani her daim devinim halinde olan bir dünya da şekil almazlıklarıyla her zaman problem olmuşlardır.

Hepinize bilmek ile inanmak arasında makul konumlar dilerim.

Bu çağda ve her çağda… 

 

Fotoğraf: suju-foto-Pixabay

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

eftalya-koseoglu
MSM konservatuarı Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Mezunu. Reklam sektöründe yaratıcı yazarlık ve prodüktörlük yaptı. New York Film Academy’de Senaryo Yazarlığı ve Yönetmenlik Eğitimi aldı. Halen akademi dışı felsefe eğitimi almaya devam ediyor.