Felsefe

Tin’in mutlak yolculuğu

Modern Çağ’ın Aristoteles’i” olarak da anılan Hegel, diyalektik sistemini felsefe, bilim, sanat, siyaset ve din tarihinin tamamını açıklamak için kullanmıştır. Bu tavrı yüzünden gericilik ve “sözde felsefe” yapmak gibi suçlamalara maruz kalan Hegel, yine de 19. yüzyıl Alman düşüncesinin zirvesi olarak kabul edilir.

Yapıtlarını verirken genelde evren ve insanlık tarihinin akışına ve anlamına yönelik derin bir öngörüden esinlendiği söylenebilir, ona göre felsefe söz konusu olduğunda, gizemli mistik sezgilere ya da duygulara başvurmak kesinlikle onaylanacak bir yol değildir. Felsefede biçim ve içeriğin birliğine inanan Hegel felsefe ancak kavramsal dokusu açık, net ve bağlantılı bir sistem bütünlüğü içinde var olabildiğini savunur. Ona göre “gerçeklik”, ancak akılcı olanın yeniden kuruluşu içinde anlaşılabilir. Bir kısım felsefecinin yaptığı gibi kestirme yoldan giderek gizemli iç görülerle gerçekliğin yakalandığını ilan etmek içi boş bir imgeden başka bir şey değildir. Kısaca Hegel’de sezgilerle açıklanan bilgiye pek yer yoktur. (Kanıtla azizim kanıtla, diyor.)

Tinin Fenomonolojisi ve Diyalektik Kavramı

Hegel felsefesi her şeyden önce bireylerin kendi kendilerine ilişkin olarak özgür bir bilince ulaştıkları bir insanlık tarihi felsefesidir. Ama ona göre bilinç kendi başına özgür değildir; bilincin özgürleşmesi Tinin Fenomenolojisi’nde betimlenen karmaşık bir süreçle gerçekleşir. Bu eserde Hegel, bilincin bütün dünya ölçeğinde kendi kendini nasıl sınadığını ve yalın bir öznel kesinlik ile kendi kendinin nesnel bilgisine nasıl ulaştığını ortaya koyar. Bilinç, dünyanın bilincine vararak, kendi kendisinin bilincine de “efendi ile köle arasındaki diyalektik olarak adlandırdığı yolla” varabilecektir. Onun bu teorisini tin (yani ruh), tarih içinde kendi kendisini açan ve anlayan koca bir zihin gibi tahayyül edebilirsiniz.

Hegel bilince farklı bir bakış açısı geliştirerek insanları birbirlerinden ayıran ya da onların içinde yer alan bir benlik gibi bakmaz. Ona göre bilinç dünya ile bütünleşmiş, onun yapısında olan özsel bir şeydir. Bu düşüncesinden hareketle de şu kanıya varır; tüm insanlık tarihi ve onunla birlikte gelişen gerçeklik kendi kendisini anlamaya başlayan Tin’in yolculuğudur. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, yaşam mutlak bilmeye doğru ilerleyen Tin’in kendi kendinin bilincine varma sürecinden başka bir şey değildir. İşte Hegel’i günümüze kadar taşıyan Tinin Fenomenolojisi bu fikrini betimlediği bir eserdir. Hegel başyapıtında Tin’in bu seyrinin insanlara nasıl göründüğünü anlatır. Karmaşık ve zor yapısıyla öne çıkan bu esere ufacık olarak değinmem gerekirse en özet haliyle özbilincin ancak başka bir özbilinçle birlikte mümkün olduğu ve bu birlikteliğin başta toplumu, kültürü ve en nihayetinde de politikayı kurduğunu ifade eder. Bireyin bu ilişkideki kendilik bilincinin kuvvetinin bir köle / efendi ilişkisi açığa çıkardığını anlatır. Bu ilişkideki etkileşim tüm insanlık tarihini kurarken bunun değişen formları tüm medeniyetleri ve diğer tüm olguları açığa çıkardığını anlatır.

“Öz bilincin özerkliği veyahut bağımlılığı özgürlük mücadelesinin başlangıç noktasıdır.”

 İşte bu mücadeleye Hegel ölüm ile çalışma arasındaki arzunun tarihi der. İnsanın indirgenmiş “ben”inin (hayatta kalma itkisi)  hayvandan farkının olmayışının bireyde kendilik bilinci değil, “kendi kendinin duygusunu” yarattığını bunun da yapısal olarak insanı “olumsuzlayıcı” kıldığını ifade eder. İnsanda bir diğer mekanizma olarak var olan bilinç ise (arzu olarak özbilinç) kendi kendinin hakikatine varmak isteyen bilinç ancak ve ancak bir diğer bilinçle etkileşime geçtiğinde gerçekleşebilir. İnsanın dünyada bir sürü şeklinde var olmasının nedeni budur. Lakin insanı sürüden ayıran onun toplumsallığıdır. Sürü için arzuların çok olması yeterliyken, toplumsallık için arzuların birbirlerine yönelmiş olması koşulu vardır. Kısaca insani gerçeklik olarak toplumsallık birbirlerini arzulayan arzuların birleşimidir.

Bilincin Akla Ulaşma Mücadelesi

Hegel’in köle/ efendi eğretilemesi ile neyi ifade ettiğine tekrardan dönecek olursak gerçekte bu diyalektik, her biri kendisini olduğu gibi tanıtmak isteyen iki bilinç biçimi arasındaki kölelik ve egemenliklerini insanlık içinde -çünkü insanlık hayvanlardan kesinlikle farklı olarak, yaşamı aşma yeteneğine sahiptir- betimler. Her biri bunu bir ölüm kalım savaşı gibi hem kendisi hem öteki için yapacaktır. Köle kaybedecek, yaşam önünde diz çökecek ve efendi için çalışarak ona hizmet edecektir. Ancak köle esaretinden de bu çalışma içinde ve bunun sayesinde kurtulacaktır; çünkü dünyayı dönüştürerek, kendi kendisine bağımsızlığa ulaşmanın somut araçlarını arayacaktır.

İşte bu kökensel mücadele sonunda, bilinç akla ulaşır. Dünya bireye yabancı olmaktan çıkar; dünyaya ilişkin bilgisi artık onun(bireyin) gerçek bilgisidir ve onun gerçek bilgisi de dünyaya ilişkin bilgisidir. Ama bilinç artık sadece bireyin bilinci değildir; bilinç, içinde “ben’in biz olduğu, biz’in ben olduğu” tinsel topluluğun bilincidir. İşte bu bilinçte onu oluşturan bireylere değil kendi kendinin farkına varmak isteyen Tin’in bilincidir.

Hegel’de Mutlak İdealizm

Yukarıda ifade etmeye çalıştığım Tin kavramını serimlemek adına Hegel’in mutlak idealizm diye kodladığı düşünce sisteminin genel olarak açıklaması da şu şekildedir: Doğal dünya bütünüyle insan aklının bir eseridir fakat bu sıradan insanların aklının bir eseri değildir. Bilgimizin nesneleri bizim zihinlerimiz tarafından yaratılmamıştır. Buna göre şöyle demek mümkündür: Bu dünya, bu dünyayı meydana getiren ve bilgimizin konusu olan nesneler, sonlu bireyin, insanın zihninden başka bir zihnin eseri olmalıdır. Bilginin nesneleri ve dolayısıyla bütün bir evren mutlak bir öznenin, mutlak bir zihin Akıl ya da Tinin ürünüdür. (Aslında bizlik bişey yok demeye getiriyorJ )

Hegel’in Tin, Geist, İde, Mutlak, Mutlak Zihin adını verdiği bu tinsel varlık tüm bireysel, sonlu insan ruhlarının dışındaki nesnel bir varlık olup Tanrı’dan başka bir şey değildir. Hegel, Mutlak Zihnin, Geist’in özüne, insan aklı tarafından nüfuz edildiğine inanır, çünkü Mutlak Zihin, insan aklının işleyişinde olduğu kadar, doğada da açığa çıkar. Yani, Geist kendisini Hegel’e göre, doğada ve insan aklında ifade eder. Ona göre, gerçekliğin tümü yalnızca bir İde, Mutlak ya da Nesnel Akıl, bir Mutlak Tin aracılığıyla anlaşılabilir. Bu Mutlak Akıl, dünya tarihi boyunca bir evrim süreci içinde olmuştur. Mutlak Akıl aşkın, kendi kendisine yeten, kendi kendisinin mutlak olarak bilincinde olan, tam olarak bağımsız bir varlık olmaya çalışmaktadır. Söz konusu evrim süreci, mutlak Aklın tam olarak rasyonel ve anlaşılır bir varlık haline gelme çabasıdır.

“Hegel insanların geniş ölçüde tarihsel olduklarını savunur.”

Hegel, varlığın her şey dahil bir bütün olarak nihai olarak anlaşılabilir olduğunu savunur. Düşünce öznesinin (insan aklının veya bilincin) nesnesini (dünyayı) hemen görebilmesi için, bir bakıma bir düşünce ve varlık kimliğine sahip olması gerektiğini ileri sürer. Aksi takdirde, nesne hiçbir zaman cisime erişemez, nesnellik oluşturamazdı ve dünyadaki tüm bilgimiz hakkında hiçbir kesinlik kazanamazdı.

İnsanlar geçmişten aldıkları mirası geliştirip ve değiştirip gelecek nesillere aktarırlar. Örneğin dil, öğrendiğimiz ve geliştirerek değiştirdiğimiz bir şeydir. Ve aynı şey bilim için de geçerlidir. Bilim adamları, bir teoriler demetiyle yola çıkarlar. Ardından o teori ya doğrulanır ya da yanlış olarak işaretlenir. Aynı şey eski uygulamaların ya da kurumların değiştirilmiş halleri olan aile, devlet, banka, kilise gibi sosyal kurumlar için de geçerlidir. İnsanlar bu yüzden varoluşlarına asla rast gele başlamazlar, her zaman bir tür bağlam —bazen tek bir nesilde radikal biçimde değişen bir bağlam—(devrimler) içinde başlarlar.

Bu tür bir şeye örnek olarak bilincin evrimi de verilebilir. İstenç değişimimizin bilincinde olmanın ne olduğunu kesinlikle biliyoruz, ama bilinçli olmak —uyanık olmak, farkında olmak düşünmek ve kararlar almaya muktedir olmak nasıl bir şeydir— herkes için aynı olduğuna inandığımız bir şey olsa da durum pek öyle değildir. Benzer şekilde düşünce yapılarının tarihsel olmadığını öne sürmemiz mantıklı gibi görünmektedir. Düşünce faaliyeti ve bunun dayandığı zihinsel yetiler (bellek, algıi anlayış vb.) tarih boyunca her zaman herkes için aynı olagelmiştir. Bu, Hegel’in selefi, büyük idealist Kant’ın da temel inancıdır. Yani demem o ki Hegel’i daha iyi anlamak için onun Kant’ın eserleri hakkındaki düşüncelerini bilmek faydalı olabilir.

Hegel’i böyle birkaç sayfada anlatmak haylice güç olduğu için yazımı burada sonlandırıyorum. İyi de şimdi biz ne yapalım, diye soranlarınız için ise belli ki nefes alıp vermeye devam ettiğimiz sürece bir “efendi” hep olacak. Ona zorunlu kölelikten kurtulmak için efendiyi iyi tanıyacak özbilinci geliştirmek ödevimiz var gibi duruyor. Çünkü bu bilinç bize kendi özerkliğimizin değerini bildiğimizi gösteren şey olacak. Özgürlüğün tam olarak ne olduğunu anlamak adına karşılıklı olarak tarafların birbirini tanıması bize aradığımız tatmini getirebilir. Ve eğer insan kendini aşıp kölelik bilincinden sıyrılırsa, -olası şartlar dahilinde- gerçek bir bireye(özne) dönüşebilir. Kendi insansal gerçekliğini bu dünyada fark etmeye başlar ve yeni nesnel başka gerçeklikler yaratma kudretini kendinde bulur. O halde yüce Tin’e verilebilecek en büyük katkı şu mudur; bilincinin farkına var, ilkel doğandan kurtul ve yeni gerçeklikler inşa et, çünkü kim bilir belki de Hegel bunu becerdiği için hala bugün ondan bahsetmek gerekiyordur.

Önümüzdeki ay görüşmek üzere, sevgiler.


©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

eftalya-koseoglu
MSM konservatuarı Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Mezunu. Reklam sektöründe yaratıcı yazarlık ve prodüktörlük yaptı. New York Film Academy’de Senaryo Yazarlığı ve Yönetmenlik Eğitimi aldı. Halen akademi dışı felsefe eğitimi almaya devam ediyor.