Bu toprakların en büyük kadın mitinginin 1919’da 3 bin kadın ile Kastamonu’da yapıldığını, ülkemizin en derin kanyonlarından Horna’nın eşsiz güzelliğini, Şapka Devrimi’nin detaylarını, Hababam Sınıfı’nın sırrını ve daha birçok güzelliği üç günlük Kastamonu gezimizde keşfettik.
Bulunduğum bir WhatsApp grubunda sevgili arkadaşım Melda, Kastamonu gezisini duyurduğu anda cevabımı yazdım: Geliyoruuum. Bu hızlı kararda etkili olan ilk neden TBMM’nin 2-3-4 ve 5’inci dönemlerinde büyük dedemiz Veled Çelebi İzbudak’ın Kastamonu milletvekilliği yapmış olmasıydı. Kastamonu ile bir kök bağımız yok, o yıllarda milletvekillerinin merkezden belirlenmesi ile ilgili bir durum bu. Neden Kastamonu (daha sonra Yozgat), bu konuda maalesef detaylı bilgim yok. Ancak yazının devamında anlatacağım bazı detaylar tahminde bulunmamıza yardımcı olacak.
Seyahat için heyecanlı olmamın ikinci ama belki de daha önemli bir nedeni ise Şapka Devrimi’nin ilan edildiği şehir olması ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Kastamonu dönüşü Ankara Garı’nda, kendisini karşılamaya başında Mevlevi sikkesi (Mevlevi dervişlerinin giydikleri yüksek ve tepesi düz keçe külah) ile gelen büyük dedemiz ile arasında geçenler ki bunu da yazının devamında anlatacağım.
Üçüncü neden ise bulduğum her fırsatta güzel ülkemizin güzel şehirlerini iki gün için bile olsa ziyaret etmeye motive oluşum. Önyargıların, kutuplaşmaların, öfkelerin, kırgınlıkların ortadan kalkması için bu küçük ziyaretleri yapmanın vatansever herkesin hobisi haline gelmesi gerektiğine de inanıyorum. Ayrıca kimsenin gittiği yerden aynı şekilde dönmediğini de inkâr edemezsiniz değil mi? Her seyahat bir gelişim fırsatı, önce kişisel, sonra toplumsal.
1 Mayıs sabahı erkenden, İstanbul’dan ayrılıyoruz. Can arkadaşlarım Serda ve Sahil de yanımda, keyfim yerinde. Ekibin geri kalanı da çocukları saymazsak kadınlardan oluşuyor. Doğrusu gün boyu gözümüz sık sık sosyal medyaya takılsa da günlerdir içinde olduğumuz kaos enerjisinden uzaklaşmış olmak iyi geliyor. İlk durağımız Batı Karadeniz’in en ünlü ilçelerinden Amasra. Ancak önce Zonguldak Devrek’teki Bastoncular Çarşısı’nda bir çay molası veriyoruz. Amasra’nın merkezine inmeden önce de Kuş Kayası Yol Anıtı’na uğruyoruz. Rehberlerimiz o gün detaylı hikayesini anlatmış olsa da ben hemen Bartın Valiliği’nin sitesinden kopya çekerek hata yapma ihtimalimi azaltıyorum. Bu anıtın hikayesi şöyle: “Amasra-Bartın karayolu üzerinde, Amasra’ya 4 km uzaklıktaki anıt, Gaius Julius Aquila tarafından Roma İmparatoru Tiberius Germanicus Claudius adına M.S. 41-54 yılları arasında yaptırılmıştır. Anadolu’da tek olduğu bilinen anıt, kayalara oyulmuş insan figürlü başsız bir heykel, hâkimiyeti sembolize eden bir Roma kartal figürü, iki kitabeden oluşmaktadır.”
ÇEŞM-İ CİHAN BU MU OLA?
Fatih Sultan Mehmet’in Amasra’yı gördüğünde çok beğenerek, lalasına, “Lala, Çeşm-i Cihan bu mu ola?” dediği rivayet ediliyor. Yani dünyanın gözü, en güzel yeri demek istiyor ki haklı. İki koyla çevrili bu küçük yarımada insanı etkiliyor. Bir Ege havası da var sanki. Gitmişken müzesini gezmeden, taze balık yemeden, kale içinde dolaşmadan, Kemere Köprüsü ve Fatih Camii’ni görmeden, doğanın oluşturduğu eşsiz arka planları kullanarak fotoğraf çekmeden dönmeyin.

KASTAMONU’NUN EŞSİZ KANYONLARI
İkinci gün kanyon ziyaretlerimiz var. Yoğun geçen ilk günün akşamında bir an bu yolculuğa çıkarken programdaki kanyonların sayısına pek dikkat etmediğimi fark ediyorum. Bu yürüyüşler için tam teçhizatlı gelmiş bazı arkadaşları da dinleyince içimi hafif bir pişmanlık kaplamıyor değil. Serda ile odamızda kolaylık duası etmeye başlıyoruz. Neyse ki ertesi gün yorulmak bir yana hayatımızın en güzel günlerinden birini yaşıyoruz.
İlk durağımız Valla Kanyonu. Tabii otelden çıkıp kanyona hop diye gitmek yok, yine 2,5 saat kadar yol gidiyoruz. Kastamonu’nun Pınarbaşı ilçesinde, Küre Dağları Milli Parkı içinde yer alan kanyon, dünyanın en derini olma özelliğine sahip. Kanyon yürüyüşüne başlamadan önce çay molası veriyoruz. Ardından yürüyüşümüz başlıyor. Yol düzenlemesi çok güzel, yürüyüş rahat. Baktığımız her yer olabildiğince yeşil. Renk renk yeşil, yeşilin her rengi, yeşilin her tonu, nasıl tarif edilir bilmiyorum. Öyle kareler çekiyoruz ki tam sosyal medyada paylayıp altına “İsviçre olsa beğenirsiniz” denilecek türden. Hiç zorlanmadan gerçekleşen yürüyüşümüzün sonunda seyir terasına ulaşıyoruz. Manzara muazzam. Yine yeşilin her tonunda ağaçlar, aşağıda derin bir kanyon, suyun sesi, sert bir rüzgâr… Önceden uyarıldığımız gibi burada fotoğraf faslı hayli uzun sürüyor. Bir selfie, bir de hep birlikte, haydi bir de of çekelim karşıki dağlar yıkılsın videosu dedikten sonra dönüşe geçiyoruz. Yürüyüşe başladığımız çay bahçesine döndüğümüzde hepimiz terden sırılsıklamız. Misafirperverlikte bir usta olduğunu çoktan anlamış olduğumuz mekân sahibi sırtımıza koymamız için kağıt havlular yetiştirmeye çalışıyor. Tek sorun umduğumuz gözlemeye ulaşamamak. Ona da kendi bisküvi paketini bizimle paylaşarak çözüm getiriyor. Biz çay kahve molasındayken rehberlerimiz Ömer ve Ercan yeni bir gözlemeci ayarlıyorlar. Bu bizim planımızda şöyle bir değişikliğe neden oluyor; Horma Kanyonu’na üstteki girişten değil alttan gireceğiz. Yani… Yukarı çıkacağız. Tabii bunu bize açıkça söylemiyorlar, ima ediyorlar ama biz gözlemeye o kadar odaklanmışız ki başımıza gelecekleri pek fark etmiyoruz.

Önce 15 metreden dökülen Ilıca Şelalesi’ni görüyor ardından kanyonun içine doğru ilerliyoruz. Horma Kanyonu, Türkiye’nin en heyecan verici kanyonlarından biri. Bir doğa yürüyüşçüsü olan rehberimiz Ömer, bir kez denemiş ve kim bilir neler yaşadıysa kanyonda trekking’in herkesin harcı olmadığını birden fazla kez söylüyor. Zaten bunu anlamak için yürüdüğümüz ahşap parkurdan aşağı bakmak yeterli. Profesyonel olmayan ekiplere de zaten izin verilmiyormuş. Kanyon yer yer 200 metreye kadar derinleşiyormuş, yürüyüş yolu ise 50-60 metre yükseklikte. Bu yürüyüş yoluna hepimiz hayran kalıyoruz. Yapımına 2016’da başlanmış ve dört yıl sürmüş. Yükseklik korkusu olanlar için zorlayıcı bir parkur olacağını söyleyebiliriz ancak bebek arabaları ile dahi gelenler olduğunu da ekleyelim ki korkup vazgeçmeyin. Gerçekten bir doğa harikası ve her bir anı yaşanmaya değer bir yürüyüş. Tabii biz parkura aşağıdan girdiğimiz için biraz nefes nefese kalıyoruz ama avuntumuz Rehber Ömer’in dediği gibi şu: Aşağıya doğru inenler ıslak ahşapta ayakları kaymasın diye sürekli yere bakarken bizler hep etrafımıza bakabiliyoruz. Yaklaşık 3 km’nin sonunda grubumuzun toparlayıcısı Melda’nın sürprizi ile minik bir kutlama yapıp çıkışa, daha doğrusu girişe ulaşıyoruz. Yolun sonunda kocaman bir Türk bayrağı var. Ekibin en genç üyesi 15 yaşındaki Oğuz, bir anda hoparlöründen,“Bir Başkadır Benim Memleketim”i çalmaya başlıyor. Hep birlikte eşlik ediyoruz. Güzel ülkemizde harika işler çıkarılmış bir doğal alan gördük, mutluyuz, gururluyuz.

MİLLİ MÜCADELENİN İZİNDİ SÜRDÜK
En heyecanlı gün üçüncü gün! Hükümet Meydanı’na gideceğiz, şehrin müzesini gezeceğiz, Millî Mücadele’nin ve Cumhuriyet devrimlerinin izini süreceğiz, ardından da şehrin çarşısında gezeceğiz, yöresel yemekleri tadıp alışverişlerimizi yapacağız. Ama önce Kastamonu Kalesi’ne çıkıp şehre bir de tepeden bakıyoruz. Ardından Saat Kulesi’ni görüyoruz. 1885 yılında, Vali Abdurrahman Paşa tarafından yaptırılan kulenin İstanbul’dan sürgün edildiğine dair bir efsane varmış. Saatin zamansız çalması nedeniyle rahatsız olan padişah, kulenin Kastamonu’ya sürgün edilmesini buyurmuş. Bir an “Hepimiz saat kulesiyiz” deyiveriyorum, dile getirdiğimiz fikirlerimizden rahatsızlık duyan zamane padişahlarını düşünerek.

Kastamonu merkezdeki en heybetli bina Hükümet Konağı. Sirkeci’deki Postane Binası, Moda iskelesi gibi eşsiz yapıların mimarı olan Vedat Tek tarafından 1901 yılında yapılmış. Günlerden cumartesi olması nedeniyle etrafta kimsecikler yok.

Aynı meydanda Kurtuluş Savaşı sırasında İnebolu limanından Ankara’ya top ve mermi gibi mühimmat taşıyan Şerife Bacı Anıtı da var. Üzerinde Atatürk’ün şu sözleri yer alıyor:
“Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi, halâsa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim diyemez.”
Sonraki durağımız kentin belleğini korumak ve güçlendirmek amacıyla kurulan Kastamonu Kent Müzesi. Osmanlı döneminden bugüne, yemeklerinden bitki örtüsüne, Kastamonulu sanatçılardan yerel basının ilk örneklerine kadar müzede yok yok. Ancak hepimizi en çok çarpan bölüm, müze görevlisi Sibel hanımın da harika anlatımı ile Kastamonu’da milli mücadele ve şapka devrimi bölümü oluyor. Hiç işgal görmeyen ancak cephelere en çok asker gönderen illerin başında yer alan Kastamonu, İnebolu-Ankara hattında yürütülen kağnı kolları (İstiklal Yolu) ile Millî Mücadele’nin kazanılmasındaki lojistik hattın can damarı olarak tanımlanıyor.

“BU SERPUŞUN ADINA ŞAPKA DENİR”
Mustafa Kemal, 23 Ağustos 1925 Pazar günü başında Panama şapkası ile Çankaya Köşkü’nden ayrıldı, Derbent’te Kastamonu’nun bürokratları ve öğretmenleri tarafından karşılandı. 8 günlük ziyarette ilin her noktasını ziyaret etti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli devrimlerinden biri olan Şapka Devrimi’ni Kastamonu halkı ile birlikte yaptı. 27 Ağustos tarihli Şapka Nutku’ndaki önemli bölümlerden biri de müzenin duvarlarını süslüyor:
“Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis eden Türk halkı medenidir. Tarihinde medenidir, hakikatte medenidir. Fakat ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi haber vermeye mecburum ki, medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı; fikriyle, zihniyle medeni olduğunu ispat ve izhar etmek mecburiyetindedir.”
Aynı nutkun bir bölümünde Mustafa Kemal, şunları da söylüyor:
“Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherli, milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu iktisa edeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve bittabi bunların mütemmimi olmak üzere başta siperi şemsli serpuş. Bunu çok açık söylemek isterim: Bu Serpuşun İsmine Şapka Denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi.… İşte şapkamız. Buna caiz değil diyenler vardır. Onlara diyeyim ki, çok gafilsiniz ve çok cahilsiniz. Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olur da, şapkayı giymek neden olmaz ve yine onlara, bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının kisvei mahsusası olan cübbeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?


“ÇELEBİ EFENDİ, BAŞINIZI AÇIN”
Şimdi yazının başında bahsettiğim anıya geliyorum. Mustafa Kemal Paşa, Şapka Devrimini ilan ettikten sonra 31 Ağustos’ta Ankara’ya doğru yola çıkıyor. 1 Eylül’de Ankara Garı’nda kendisini karşılayanlar arasında anneannemizin babası, büyük dedemiz Veled Çelebi (İzbudak) de vardır. Tabii başında Mevlevi sikkesi ile… Devlet büyüklerinin ellerinde ise şapkaları vardır. Trenden inen Mustafa Kemal, Çelebi’yi görünce, “Çelebi Efendi, başınızı açın” der. O da “Eyvallah” diyerek sikkeyi koltuğunun altına koyar. Ertesi sabah saat yedi sularında Kavaklıdere’deki evlerinde eşi Enise (İzbudak) hanım bahçıvanın “Paşa hazretleri geliyor!” demesiyle uyanır. Hemen koşup karşılar. İçeri girip oturduktan sonra Mustafa Kemal, Enise hanıma şöyle der: “Çelebi Efendi’ye başını aç dedim. Eve dönünce acaba gücendi mi diye çok üzüldüm, gönlünü almaya geldim.” Biraz sonra odaya giren Veled Çelebi’ye bakıp tekrar Enise hanıma döner ve “Bakın Çelebi’nin ne güzel başı var” der. Veled Çelebi’nin gerçekten güzel hatlı bir başı ve alnı vardır. Bu güzel hatıradan anlıyoruz ki Veled Çelebi doğru yolda olduğuna inandığı ve saygı duyduğu bir insana mutlak itaat göstermiş, Atatürk ise devrimlerin başarısı için yerinde, zamanında yapması gerekeni yapmış ama insanlığı ve şefkati de asla unutmamıştır. Veled Çelebi İzbudak takip eden günlerde şapka takmaya başlamış, bazı kişiler tarafından eleştirilmiş ve ardından “Dokunma Hoca Şapkama” adlı bir şiir yazmıştır.
TÜRKİYE’NİN İLK KADIN MİTİNGİ
Kastamonu’da milli mücadele yıllarında tam 3 bin kadının katıldığı bir miting yapıldığını biliyor muydunuz? Kastamonulu kadınlar yurdun işgal altında olmasını ve halka uygulanan vahşeti protesto etmek için 10 Aralık 1919’da Kız Öğretmen Okulu bahçesinde toplanarak protesto gerçekleştirmişler. Bu yazıyı yazarken yaptığım araştırmaya göre ertesi gün yayınlanan Açıksöz gazetesinde Tertip Komitesi başkanı Zekiye hanımın şu sözleri yer almış:
Hanımlar!
Büyük felâketlerimiz önünde evlatlarımızın, kardeşlerimizin kanıyla suladığımız yurtlarımızın işgaline, kardeşlerimizin felâketine susacak mıyız?
Hayır hanımefendiler! Mağlubuz, silâhımız yok, fakat göğsümüzde imanımız, bütün dünyayı halkeden Allahımız var.
İşte biz de imanımıza ve Allahımıza istinaden haksızlara haksızlıklarını yüzlerine vurur ve cihan huzurunda ilân ettikleri adaleti taleb ederiz.
Hanımlar!
Biz, dünyayı kanlara boğan, insanları tavuklar gibi boğazlayan erkeklere müracaat edecek değiliz.
Bizim gibi şefkatle, merhametle düşündüklerine şüphe etmediğimiz İtilâf devletlerinin büyük kadınlarına müracaat edecek ve birer telgrafla, bize yapılan haksızlıkları yazacak ve anlatacağız. Eğer onlar da hakkımızı teslim etmezlerse, evlatlarımızın kanlarına kendi kanımızı karıştırarak erkeklerimizle bir safta, dinimiz ve istiklalimiz için ölecek; haksızlıklara, zalimlere tarihin lanetlerini terk ederek şehametle öleceğiz.
Protestonun ardından ABD Başkanı’nın, Fransa Cumhurbaşkanı’nın eşlerine, İngiltere Kraliçesine ve daha birçok isme telgraflar çekilerek durum anlatılıyor. (Kaynak: Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi)
HABABAM SINIFI KASTAMONU’DAYMIŞ
Kent Müzesi ziyaretimizin sonunda daha yakın tarihimize damgasının vuran Hababam Sınıfı romanının yazarı Rıfat Ilgaz’ı ve bu sınıfın sanılanın aksine Galatasaray Lisesi’nde değil Kastamonu Öğretmen Okulu’nda geçtiğini, Güdük Necmi’nin de Rıfat Ilgaz’ın ta kendisini olduğunu anlatan kaynakları okuyup neşeleniyoruz. Şimdi sıra şehir merkezinde!


Helvalar, pastırmalar, pirinçler, bulgurlar, simitler… Hepsi birbirinden iştah açıcı görünüyor. Yerel bir restoranda yufka, tavuk ve cevizle yapılan banduma, simit tiridi ve ekşili pilavın tadına bakıyorum. Evdekilere götürmek üzere pastırma ve helva alıyorum. Dükkanlarda sohbetle karşılanıyoruz, turist olduğumuzu anlayan ihtiyar bir Kastamonulu, ayaküstü şehrin hikayesini anlatıyor gururla.
Dönüş yolunda bir de Çivisiz Camii’ye uğruyoruz. Kasaba Köyü’ndeki Mahmut Bey Camii, çivisiz camii olarak da biliniyor çünkü tamamen geçme ve kenetleme tekniği ile 1366’da, Candaroğulları döneminde yapılmış. Tavanındaki işlemeler, kalem işi süslemeler harika. Eskiden bir kasaba iken göç nedeniyle boşalınca bir köye dönüştüğünü ve adının Kasaba Köyü olduğunu, neyse ki son yıllarda hane sayısının 23’ten tekrar 50’ye doğru arttığını camiinin güvenlik görevlisinden öğreniyoruz. Köye dönenler daha önce gidenler değil, farklı şehirlerde yaşamaktan yorulup kendilerine yeni bir yurt arayanlar olduğunu da belirtmek lazım.
Dönüş vakti geldi. Aslında listede bir kanyon daha var ama biz direksiyonu Safranbolu’ya kırıp cumartesi neşesi yaşayan bu özel kentin havasını solumayı tercih ediyoruz. Bir saatlik bu tatlı molada Serda ile, eski Belediye binasındaki deftere Safranbolu Belediye Başkanı Elif Köse için mesajlarımızı yazıp İstanbul’a doğru yola çıkıyoruz.
Bu ülkeyi seviyoruz, bu ülkenin insanlarını seviyoruz, bu ülkenin kadınlarını daha çok seviyoruz, birbirimize güveniyoruz.

Açılış Fotoğrafı: Pırıl Sahil Tekin/Kastamonu Kalesi
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.