Geçtiğimiz günlerde Fethiye’de dağların, köylerin arasında Likya’nın en önemli yerleşimlerinden olan Tlos Antik Kenti’ne çok yakın bir inziva merkezine gittim. Ağaçların ortasında, sessiz kendi halinde bir alan. Başta hiçbir şey algılamadım ama orada yaşayan insanların, kedi ve köpeklerin huzurlu, duran hallerine evrilmem çok da zaman almadı. İkinci gün böyle bir yaşam da mümkün demeye başladım. İnsanın zaman zaman kendiyle kalması gerekiyor. Ve bunun gibi inziva merkezlerinin çoğalması… Dharmapur, ülkemizde aşram mantığı ile kurulmuş ilk yer diyebiliriz. Ve gönüllülük esasına göre ilerliyor. Çalışan yok, herkes gönüllü. Bir yerden sonra gönüllülük inzivaya gelenleri de kapsamaya başlıyor. Ben de buradaki mantığı ve huzuru anlamak için Dharmapur’un kurucusu Oğuz Çağım Tuğ ile röportaj yapmaya karar verdim. Malum farkındalık ve kendini arama yolculuğuna çıkan bir erkekle karşılaşmak pek de sık rastlanan bir durum değil. Ona hem buradaki zamansızlık halini hem de erkeklerin neden kendilerini aramaya, derinleşmeye hevesli olmadıklarını sordum. Yanıtları çok ufuk açıcı. Günlük hayatımızda fazlasıyla kullanmaya başladığımız eril ve dişilin pratikteki tanımı gibi.
Dharmapur toplu yaşam alanı ne demek? Burası nasıl kuruldu?
Aslında iki kişi tarafından kuruldu ama pandemi sürecinde yollarımız ayrıldı. İlk kuruluş niyeti yoga okulu olmaktı. Şu an burası toplu yaşam alanı ve bir inziva merkezi. Buraya doğuda aşram diye bilinen merkezlerin ülkemizdeki yansıması diyebiliriz. Burada Budist ve Hindu geleneğinden ve köklerimizden de gelen önem verdiğimiz bazı kurallarımız var, alkol yok, zihni dalgalandıracak yasal olmayan maddeler kullanılamıyor. Sigara sadece bir ya da iki yerde içilebiliyor. Sessizliğe önem vermeye çalışıyoruz. Sessizlik şehirde pek üstünde durulan bir şey değil. Aslında sessizlik ve sessiz kalmak da bir hal ve ihtiyaç, Dharmapur’dabunu sağlamaya ve doğayla bütünlüklü, doğayı gözeten bir ilişki kurmaya çalışıyoruz.
Neden böyle bir yer açma ihtiyacı duydunuz?
Ben yurt dışında gezdiğim yerlerde çok huzur doldum, çok mutlu oldum. Oradaki pratikler hayatıma çok şey kattı. İlk olarak Hindistan’da Vipassana denilen bir sessizlik inzivasına katıldım ve o kadar çok dönüşüm yaşadım ki orada içime doğdu bu fikir.
Vipassana nedir?
Sessizlik inzivası… Dış dünyayla bütün bağı kopardığın, uzun saatler meditasyona oturduğun ve seni yönlendiren bir rehber eşliğinde çıktığın bir yolculuk aslında. İlk günler meditasyon ve beden odaklı, bulunduğun yere alışmak odaklı sonra biraz daha derinleşiyor. Aslında olan şey, dışarıda hiçbir uyaran yokken zihninde neler olup bittiğini, zihninden geçenleri bir televizyon ekranına yansıtmışsın gibi oturup izlemek. Gündelik hayatta bir iki kere fark ediyoruz zihnimizden geçenleri ve çok takılmıyoruz. Dikkati sadece zihinden geçenlere verdiğimiz zaman, bazı şeylerin ne kadar sık ve ne kadar lüzumsuz geçtiğini, o şeylere ne kadar çok enerji harcadığımızı fark ettiğimiz bir bakış oluşuveriyor. Dışarıdan hiçbir uyaran yokken ben ne haldeyim? Durduk yere öfkeleniyorum, durduk yere ağlıyorum, durduk yere mutlu oluyorum. Durduk yere bir şeyler yaşıyorum tamamen içsel sebeplerden. Bunu görmek çok güzel oluyor. Bütün öğretilerde denir ya “Ne varsa içinde var, karşındaki herkes senin aynan.” Bunu yaşamak kolay değil, bunu kabul etmek de idrak etmek de kolay değil cümle olarak. İnzivalarda bunu deneyimliyoruz.
Bir nevi derviş gibi misin burada?
Evet, aslında hikâye biraz öyle. Çünkü bizim burada yaptığımız şey hizmet etmek, dervişliğin de bir numaralı pratiği hizmet etmektir.
Bu düşüncelere ve yaşayış şekline nasıl geldin?
Sistem o kadar bozuk ki, bu kadar bozuk bir sistemin içinde durmak istemediğimden oldu her şey. Dervişliğe gelmek de “Ben derviş olacağım” diyerek olmuyor zaten. Sistemden uzaklaşıp doğaya yaklaştıkça ağacın, karıncanın, yağmurun doğa içinde nasıl bir fonksiyonu varsa, kendi fonksiyonunu ve doğadan ayrı ya da üstün olmadığını algılamaya başlıyorsun. Anlam bulmaya çalışır ya insan aslında bütün hikâye bu. Ben neyim, ben hangi ağacım, benim bu hayattaki fonksiyonum ne, onu anlamaya çalıştıkça, çalışmak da demeyelim, ne olduğunun kendini göstermesine izin verdikçe bir yerde bulunuveriyor insan. Ben şu an buradayım, burada olmamın nedeni arzum değil mesela. Başlangıcına dair bir arzum vardı, başladıktan sonra rutine dönmeye başladı. Her şeyin bir rutine dönmesi gibi. Burada olmak keyifli ama gittiğim ilk yerde tekrar mutlu ve heyecanlı bir şekilde devam edebilirim.
“BİZ TEMİZLİK İŞİ YAPMIYORUZ,
TEMİZLİK PRATİĞİ YAPIYORUZ”
Dharmapur nasıl işliyor, çünkü çok büyük bir para karşılığı gelinen bir yer değil, kendinizi nasıl döndürüyorsunuz?
Benim varlığımla şekilleniyor biraz burası. Doğuda gördüğüm ve bizdeki tasavvuf dergâhı mantığından da gelen yaklaşımlarla burası akıyor. Temeli hizmete dayanıyor. Bizim buradaki temel pratiğimiz mindfullnes diye geçen bilinçli ve farkında yaşam. Birbirimizle iletişim kurarken de bilinçli ve farkında olmaya çalışmak, eylemde bulunurken de bilinçli ve farkında olmaya çalışmak. Hep şunu hatırlatmaya çalışıyorum. Biz burada iş yapmıyoruz. Biz temizlik işi yapmıyoruz, temizlik pratiği, bulaşık pratiği yapıyoruz. Bunların hepsi pratiğe dönüşebilir eylemler meditasyon gibi. Duş alırken bunu iş diye yapmıyorsam eğer, tabağımı yıkarken de iş diye yapmayabilirim. Bulunduğum ortamı temizlemekle kendi bedenimi temizlemek arasında bir fark yok aslında. Buranın temeli hizmet ve o hizmetin bilinçli ve farkında şekilde yapılması.
Buraya gelen insanlar da o hizmete ve farkındalığa dahil oluyorlar mı?
Ona alan açıyoruz. Bunu zorunlu tutmuyoruz ama davetimiz bu yönde çünkü bu pratiklerde çok basit ama çok büyük farkındalıklar var.
“TATİLDE HAZ VAR, BURADA İSE AİDİYET”
İlk iki gün algılayamadık biz de bu durumu. Biraz tatil fikriyle de karışıyor inziva. Sonra dönüştük, kolektif bir şekilde bir şeyler yapmaya başladık.
Tatil dediğiniz yerde orayı sahiplenmeden yaşıyorsunuz. Anlık bir alışveriş var orada, haz var. Bizim buradaki niyetimiz insanların ev gibi hissetmesi, aidiyet hissetmesi. Çünkü sahiplenilen yerde konfor alanı daha güvenli bir yerden hissediliyorveaçılımlar daha büyük oluyor.
“YOLCULUĞUMUN ŞU AN EN TEMEL PARÇASI TASAVVUF”
Tasavvufla ilgileniyorsun anladığım kadarıyla…
Budizm’le başladı benim yolculuğum. 10 yıldan fazla bir zamandır okuyorum, geziyorum, anlamaya çalışıyorum. Son iki yıldır kültürümüzdeki öğretilere daha fazla merak sarmaya başladım. Önce tasavvufla ilgili 9 aylık bir yolculuğa çıktım. İslami yolculuğu takip etmek şeklinde. Burada Cem Baba diye bir babamız var Rifai geleneğinden gelen bir baba onun sohbetlerine katılarak pratik etmek mümkün oluyor. Ve tasavvufun bana daha çok hitap ettiğini, dünyayı, evreni, hayat denen akışı ikiliğe düşmeden, iyi ve kötüye, doğru ve yanlışa düşmeden daha bütün halinde anlatabildiğini veya benim o anlatımla daha iyi anlayabildiğimi fark ettim. O yüzden tasavvuf, yolculuğumun şu an en temel parçası.
Bütün bunlardan önce sen ne iş yapıyordun?
Jeoloji mühendisiydim, maden araması yapıyordum, altın madeni, değerli madenler aramacılığı. Jeoloji mühendisliği de hep doğada vakit geçirmek üzerine kurulu. Madencilik üzerine bir dergi çıkardım 7- 8 yıl sürdü. Sonra bıraktım. Gezi zamanlarının çok etkisi oldu. Bu sistemin -büyük bir şeyden bahsediyorum, Türkiye özelinde değil- şu an insanların içinde bulunduğu sistemin çalışmadığını zaten hissediyordum. İçimde bir boşluk, tatminsizlik vardı. Şu an dayatılan daha materyal bir mutluluk halinin, kariyere ulaşmak, hayal edilen arabaya ulaşmak gibi şeylerin bir süre mutluluk getirdiğini sonra yük olduğunu deneyimledim. Babamın genç yaşta kaybı da beni etkiledi. O emekli olduktan sonra yapacağı şeyler üzerine çok hayal kurar ve konuşurdu. Emekliliğinde hayalini kurduğu şeyleri yapamadan vefat etti. Güvenlik algısının, yaşam algısının ne kadar sürprizli bir şey olduğunu birebir deneyimlemiş oldum. Dolayısıyla sistemin içinde güvenli diye tanımlanan hiçbir şey bana güvenli gelmemeye başladı. O güvensizlik kişiyi, doğayı ve yaşamı daha iyi anlamaya itiyor. Mekanizmanın görünen kısmının arkasında kocaman başka bir mekanizma olduğunu fark ettim. Aslında onun da bilimsel şekilde aktığını, aynı şeyleri yaptığında aynı sonuçlara ulaşabileceğini, içsel bir yerden gönlünü takip ettiğinde mantıksal hiçbir açıklaması yoksa da gönlünün seni hakikaten çok güzel ve hayal bile edemeyeceğin yerlere götürülebileceğini deneyimlemek benim için çok kıymetli.
“HEPİMİZ AYNI YERDEN YARALANMIŞIZ”
Sen burada insanlara ne gibi pratikler yaptırıyorsun?
Buranın temel pratiği 5- 7 günlük sessizlik inzivaları.
Hiç konuşulmuyor mu gerçekten?
Hiç konuşulmuyor, hiç telefona bakılmıyor, kitap okunmuyor, yazı yazılmıyor, resim çizilmiyor, müzik yapılmıyor, dinlenmiyor. Hiçbir şey yok. Tamamen kendi başına doğa ve meditasyonla temas halindesin. Meditasyon dediğimiz şey sadece durmak değil. Ben yönlendirmeler yapıyorum, bomboş kalmıyor. Başlamadan önce bir çember kuruyoruz ve anlatıyoruz buraya neden geldik ve bu çember neden var. İnsanlar burada bağlarını kesip yalnızlaşmaktan çekiniyorlar. 12-13 kere yaptım sessizlik meditasyonlarını. Standarttır, bittiğinde ne kadar özel ve sevgi odaklı bir bağ kurulduğunu deneyimliyor herkes, sarılmak ve tekrar görüşmek istiyor insan. Şehirde benim görüştüğüm, tanıştığım ve yakın olduğum insanlar dostum, görüşmediğim ve tanışmadığım diğer herkes yabancı hatta düşman hissiyatı geliştirebiliyoruz. Değil aslında. Burada yaptığımız pratiklerden biri de çember. Çemberin özelliği de ben dilinden konuşmak ve başkası hakkında yorum veya yargıya düşmeden kendi hikâyeni anlatmak, kalpten dinlemek ve gizlilik. “Çemberde ne konuşulursa orada kalır” kuralını bildiği zaman insan, ağzından neler çıkacak tahmin bile edemiyor. Zaten öyle bir hale geliyor ki ben bazen kendi konuşmama şahitlik etmeye başlıyorum. Ne dökülmek istiyorsa o dökülmeye başlıyor. Hepimiz aynı yerden yaralanmışız, yalnızlık hissediyoruz, sevgisizlik hissediyoruz, değersizlik hissediyoruz. Bir farkımız yok. Topluluklar bir araya gelebilmek için ortak noktalar seviyorlar.
Bedensel pratikler var mı?
Qigong ve Tai chi… Ben daha çok onlara ağırlık veriyorum. Bir de burada en önem verdiğimiz şeylerden biri beslenme. Bizi zinde tutacak, hazmı kolay malzemelerden yiyecek yapıyoruz. Soğansız yapıyoruz yemekleri, tatlıları şekersiz yapıyoruz. Soğan antibiyotik diyorlar ama her gün antibiyotik alıyor muyuz, hastaysan almak gerek. Ya da kahve gerçekten çok düştüğümde ya da bir iş yapmam gerektiğinde ilaç oluyor. Her gün sabah uyanıp kahve içmeye başladığımda bu beni düşürmeye başlıyor. Alışkanlık haline getirdiğimde ve kendime zihnimin nasıl olduğunu sormadığımda zihin aktif diyelim bir de üzerine kahve içersem, zihnim iyice at koşturuyor gibi oluyor ve bu da benim hormonal dengemi bozmaya başlıyor. Beni anksiyeteye açık hale getiriyor, öfkem yükseliyor, midemdeki yanma artıyor. O kadar çok yan etkisi var ki. Dolayısıyla biz burada bir şeyleri kıvamında kullanmaya çalışıyoruz.
“BİLMİYORUM DEMEK BANA ÇOK BÜYÜK ÖZGÜRLÜK GETİRDİ”
Mühendis birinin böyle bir inziva ve iyi yaşam merkezi açması nasıl mümkün oldu?
Ben bayağı mühendis kafasında büyüdüm sonra bir yerlerde kırılmalar oldu. Bilimin ne kadar değişken olduğunu fark etmeye başladım. Ben lisedeyken atom maddenin en küçük parçasıydı ve bölünemez diye öğrendik biz, sonra nelere bölündü. Ben jeoloji mühendisliğine girdiğimde plaka tektoniği teorisi daha yeni kabul oldu. Bu da dünyanın yapısının son haline gelmesi demek ve 1999 yılına denk geliyor. Bilimin evrilmesinin içinde yaşıyoruz çok enteresan. Sonra “Hayatın içindeki hangi olgular bilimsel yolla test edilemiyor ve anlaşılamıyor?” diye sorgulamaya başladım. En temeli ölüm. Ölümün ne olduğu bilimsel olarak bilenemiyor ve hiçbir zaman anlaşılamayacak. Test edilebilir bir şey değil. Plasebo ve nosebo etkisinin de nasıl çalıştığını bilmiyorlar. Ay mesela, dünyanın bu kadar yakınında bu kadar büyük bir uydunun olması ve ayın hep aynı yüzünü görmemiz çok saçma. Nedeni bilinmiyor. Yerçekimini her yerde aynı diye biliyoruz ama değil, her gün değişiyor ve dünyanın her yerinde başka bir rakam. Ben kendi yolculuğumda bir şeyleri kendim algılamaya çalışacağım diye düşünmeye başladım ve “Bilmiyorum” demek bana çok büyük özgürlük getirdi.
“SESSİZLİK İNZİVALARINA ERKEKLER DAHA ÇOK GELİYOR”
Erkek çemberi yapıyor musun?
Ben erkek çemberi yapmaya çalışmayı bıraktım. Çemberin doğası gereği dişil bir aktivite olduğunu, erkeklere ulaşma yönteminin çember değil de daha eril bir pratik olduğunu deneyimledim. O da “Gelin buradan Elmalı’ya yürüyeceğiz” deyip orada her akşam oturduğumuzda çember yapmak mesela. Sessizlik inzivalarına erkekler daha çok geliyor. Bu ilginç geliyor bana, neden olduğunu tam bilmiyorum.
Erkekler konuşmayı sevmediği için mi çember olmuyor? Anlatmayı mı sevmiyor erkekler?
Yok seviyorlar. Çoğu erkek şunu diyor: “Biz zaten çember yapıyoruz mangal başında veya balığa gidiyoruz.” Doğru da! Meyhaneye gidiliyor, çember dönüyor orada, ne hikayeler anlatılıyor. Çocukluk, sevgililer… Ama çemberin büyüsünde bilinçli olmak ve dinlemek, karışmamak var.
“ERKEKLERİN DENGEYE GELMESİ YETERLİ”
Senin gibi kendini anlama, içselleşme, derinleşme, farkında olmaya çalışma gibi pratikler yapan ya da hayata bu şekilde bakan çok erkek yok. Bu daha çok kadınlara özgü bir şeymiş gibi duruyor. Neden?
Ben bunu biraz daha ezoterik bir yerden cevaplamak istiyorum. Anlatılan hikâyeye göre kadınlar evrenin merkezi. Ve sezgileriyle rahim olanla bağlantıda oldukları için bu dünyadaki içsel mevzular zaten kadınlara ait. Kadınların sadece bir alana ihtiyacı var veya bir çerçeveye, yönlendirilmeye ihtiyacı var. Bunlar da eril özellikler. Yönlendirme ve çerçeveyle korunduklarını hissettikleri zaman çok kıymetli olan hallerini odaklı bir şekilde doğaya ve topluluğa yansıtabiliyorlar. Erkekler de buraları hissedebiliyor ama genelde bir kadın kadar derinleşemiyorlar. Çünkü mekanizma, bedenler, hormonlar böyle. Erkeklerin böyle bir şey yapması göze batıyor. Bunun nedeni de bence erkeklerin birçoğunun dengede değil de çok fazla eril tarafta olması.
Peki erkekler ne yapmalı?
Konu dişil tarafta derinleşmek değil, dengeye gelmek aslında. Erkek dengedeyken güzel. Erkeklerin de eril olmasını çok normal karşılıyorum. Büyürken ya da bazı ilişkilerde erkek eril olmaya teşvik ediliyor. Johnny Depp ve Amber Heard davasında denk geldim. Kadıncağız diyor ki, “Bir problem oldu, Johnny yatağa oturdu ve ağladı. Ben babamın ağladığını görmedim, burada bir problem var.” Konu sadece Türkiye’de değil. Ağlayan bir erkeğin kırılganlığını ortaya koymasının normal kabul edildiği alan çok az. Ve bu ortamı kadın erkek birlikte kuruyor. Kadınların içsel yolculukta derinleşmek ve mana boyutunda daha derin bir bilgeliğe ulaşmak için doğduğuna dair bir yerden bakıyorum ben hayata. Erkekler de onlara alana tutmak için buradalar gibi görüyorum. Hizmetin kadınların yapmakta zorlandığı yerlerini hayata geçirmek için belki de. Erkeklerin dengeye gelmesi yeterli gibi geliyor bana. Hiçbir zaman kadınların yaptığı gibi çalışmalar yapması gerekmiyor. Aydınlanma denen şey erkek için yapmaya devam etmek. Kadın için daha içsel bir yere ezoterik, sezgisel tarafına temas etmek. Dans etmek, sanat, çocuğu öyle bir incelikle yetiştirmek ki o çocuktan acayip bir nesil çıkması gibi çok daha derin yerler, duygularla çalışılan yerler, ilahi olanla temasa geçilen yerler. Bireysel seanslarıma da yüzde 80 kadınlar katılıyor ve hikayelerinin yüzde 100’ünde çocukken var olmayan bir şeyi görmek ve sezmek üzerine kurulu hikayeler var. Kadın dünyaya geldiğinde bizim görmediğimiz dünyayla bağlantılı geliyor. Sonra kültürel, ailesel sebeplerle bunlar törpüleniyor. Sezgilerini açtığı zaman her şey çok daha kolay oluyor, zihni aradan çıkardığında, eril tarafı dengelediğinde…
“KADIN NEREYE GİDERSE ERKEK ORAYA GİDER”
Sürekli kadınlar kendilerini geliştiriyor, erkekler ne yapıyor? Bu durum erkek ve kadın arasında bir uçurum oluşturmaz mı?
Bence bu güzel bir yer; erkekler kadınlarla daha güzel ilişki kurmak istiyorsa girecekler buralara. Kadın nereye giderse erkek oraya gider. Üniversitedeyken dans kulübüne gidiyordu erkekler çünkü oraya çok kadın geliyordu, erkekler de dans öğreniyordu. Erkek çok basit. Dolayısıyla kadınların yürüdüğü yolda devam etmesi zaten onları oraya çekiyor.
“DHARMAPUR’DA ZAMAN ALGISI BÜKÜLMEYE BAŞLIYOR”
Burada yaşam çok mümkün ve hiç mümkün değilmiş gibi sonsuzluk ve gün gibi…
Evet zaman uzamaya başlıyor zaman algısı bükülmeye başlıyor.
Bundan sonra bir hayalin var mı?
Gönül ne istiyorsa nereye çekiliyorsa oradayım dediğim yer, o kadar büyük özgürlük ki! İdealize ettiğim bir şey yok, çağrı hissettiğim yerler var. Ne bankadaki para ne de bireysel emeklilik… Benim güvendiğim şey, insanlarla kurduğum ilişkiler. “Benim evim yok, açıkta kaldım, hizmetlerim de bunlar beni alır mısınız arazine?” dediğimde 3 kişi, 5 kişi “Gel” diyorsa bu benim için güvendir. Bundan öte güven yoktur benim için.
Burası çok sessiz bir yer burada vakit nasıl geçiyor, mesela eğlenebiliyor musunuz?
Eğleniyoruz, müzik yapıyoruz birlikte, oyun oynuyoruz kart oyunlarımız var, başka oyunlarımız var. Dışarıda frizbi ya da top oynuyoruz. Tasavvufta zevk etmek deniyor, ne yapıyorsan ondan keyif almayı becermek. Bunun ne olduğu da çok önemi değil. Hayata bunun keyfine varmak için geliyoruz. Yemek yemeyi zevk et, kuş sesini zevk et, bunların hepsi sabit geçen gününe armağan olsun. İşten özgürleştirince pratikleri pratik etmek zevke dönüşüyor. İnsana haz veriyor. Yatakları çok temiz yaptık insanlar burada kalacaklar ve bir dönüşüm yaşayacaklar bunun birinci aşaması temiz bir odaya gelmek belki. İnsanların da zevk etmesini sağlamak bir noktada ve büyüyor ve tatmin oluşuyor.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.