Lise birinci sınıf İngilizce ders kitabımızdaki bir ünitenin konusu aklıma öyle işlemiştir ki her seyahatte fotoğraf çektirirken düşünürüm. Orada şöyle bir soru vardı: Seyahatteyken neden sadece bir tarihi eserin ya da bir manzaranın fotoğrafını çekmeyiz de önüne kendimizi koyarız? O kitabın editörleri bugün tarihi eserleri de bırakıp sosyal medyada sadece kendimizi fotoğraflayacağımızı bilmiyorlardı elbet ve soruları çok anlamlıydı. “Ben oraya gittim demek için mi?” diye soruyorlardı. Dediğim gibi o gün bugündür kendi adıma başka bir gerekçem olduğunu biliyordum ama adını koyamamıştım. Nihayet geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiğimiz Van seyahatinde cevabı buldum!
Duygularımı hatırlamak için…
Çünkü kendi habitatımızdan çıkıp başka topraklara gittiğimizde eğer algılarımızı açmayı başarırsak, bir şeylerden şikâyet etmek, konfor aramak, beklentilere girmek yerine kendimizi oraya bırakırsak çok değerli farkındalıklar yaşıyor ve bilinç sıçramaları gerçekleştiriyoruz. Tüm bunlar duygular aracılığı ile oluyor ve o seyahate ait fotoğrafta kendimi gördüğümde duyguyu da hatırlıyorum. Tabii ki “Ben oradaydım” deme isteği de bir yerlerde mutlaka duruyor.
Bu uzun girizgahtan sonra gelelim Van’a…
Van seyahati Mümkün Dergi adına yaptığımız ilk seyahat olma özelliği taşıdığından bizim için ayrı bir yere zaten sahip olacaktı ama şehrin ve insanının bize sunduğu güzellikler ile anılarımızdaki yeri taçlandı.
İLK KARŞILAŞMA
Her ne kadar bu ülkenin her karışını seviyor ve nereye gidersek gidelim güvende olacağımızı hissediyor olsak da Van’a girer girmez yine de önyargılarımız olduğunu fark ettim. Daha uçak alçalırken hissettiğim ferahlık, havaalanından çıkıp güzel bir Van kahvaltısı etmek üzere Göl’ün kıyısına giderken de hissediliyordu. Oysa ben daha ağır bir enerjiyi bekliyormuşum. Neye dayanarak? Görmeden dinlediklerimize, görmeden okuduklarımıza elbet…
İpek Yolu üzerinde birden fazla kültürün izlerini taşıdığı için Van’ın yemek kültürü de çok zengin. Van Kahvaltısının 50’ye yakın çeşitle hazırlandığı söyleniyor. Biz Van otlu peyniri, Van cacığı, bal, kaymak, kavurmalı yumurta, Kavut ve Murtoğa ile yetindik. Yetindik dediğime bakmayın, eşliğinde gelen pideyi de katınca biraz abartmış olabiliriz. Bu arada Kavut, bir Urartu tarifi… Uzun savaşlar sırasında askerlerin beslenmesi için kullanılmış. Sütle bekletilmiş ve öğütülmüş kabuklu buğday unu ile tereyağından hazırlanıyor. Üzerine pekmez, gül reçeli ya da bal dökülerek yeniyor. Murtoğa ise un, tereyağı ve yumurtayla hazırlanıyor ama malzemeler yöreye özel kullanılınca sonuç da bambaşka oluyor.
Kahvaltı sırasında arı gibi çalışan garsonlar ile başlayan “Hocam…” hitabını takip eden günlerde de sık sık duyduk. 5 yıl boyunca Van’da sosyal sorumluluk projelerinde çalışan, 1,5 yıl kadın istihdamı kapsamında yine Van’da kurulan bir atölyede yöneticilik yapan yol arkadaşımız İpek İlyasoğlu, bu şehirde kendisini en çok etkileyen halin “hürmet” olduğunu yolda anlatmıştı. İşte bu “Hocam…” hitabı da Vanlıların misafirlerine hürmetinden geliyor. Her yerde çok iyi ağırlandığınızı hissediyorsunuz.
Kahvaltı bitiyor. Kahvelerimizi içerken 60’lı yaşlarda bir beyefendinin Van Gölü’nde sörf yapışını izliyor ve şu espriyi de yapmadan geçemiyoruz: Alaçatı olsa beğenirsiniz!
AKDAMAR (AHDAMAR) KİLİSESİ
İkinci durağımız Akdamar Adası ve Kilisesi… Gevaş ilçesinden binilen teknelerle 20 dakikada ulaşılan Ada, baharda badem ağaçları açtığında bir başka güzel oluyormuş ama haziran sonunda da muhteşemdi.
Vaspurakan Kralı I. Gagik tarafından 915-921 yılları arasında Keşiş Manuel’e yaptırılan kilisenin adının nereden geldiği ile ilgili çeşitli rivayetler var. Bunlardan biri de bu adada yaşayan Ermeni baş keşişin Tamara adlı güzel kızına âşık olan çobana dair… Genç çoban kızla buluşmak için her gece adaya yüzer, kız da onu elinde fenerle bekler. Ermeni keşiş bunu öğrenince fırtınalı bir gecede elinde fenerle genci bekler, sürekli yer değiştirip onu şaşırtır ve boğulmasına neden olur. Çoban boğulmadan önce “Ah Tamar!” diye haykırır.
Bu kederli hikâye doğru mu bilinmez ama adanın enerjisi çok güzel. Benim gibi kutsal geometri meraklısı biri için kilisenin duvarlarında bulunan yaşam çiçeği kesitleri de bir başka… Adaya, göle girmek için gelenler de var. Suyun rengi inanılmaz. Aynı espriyi burada da tekrarlamaktan kendimizi alamıyoruz: Maldivler olsa beğenirsiniz!
KİLİM DESENLERİNDE BİNLERCE YILLIK AKTARIM
Son yıllarda ev dekorasyonuna olan ilgi pandemi ile birlikte tavan yaptı ve birçoğumuz evimizin daha şık ve konforlu olmasını istiyoruz. İşte Van’da bizim gibiler için kaçırılmayacak bir fırsatın kapısındayız! Van Büyükşehir Belediyesi Süphan Kilim Atölyesi… Van kilimlerine dair detaylı bilgiyi buradan okuyabilirsiniz. Van Büyükşehir Belediyesi ile irtibata geçerek Van’a gitmeden de bu harika kilimleri inanılmaz uygun fiyatlara sipariş verebilirsiniz. Böylece Belediye’nin bu projeyi sürdürmesine, Van kilimlerinin yaşamasına ve o yetenekli kadınların kilim dokumaya devam etmesine katkı sağlayabilirsiniz. Eğer girişimci ruhunuz varsa bu kilimlerin daha çok insana ulaşması için fikir üretmekten de çekinmeyin.
İlk günün akşamı Firavin (öğle yemeği anlamına geliyor) Restoran’da yine Van’ın yöresel yemeklerini tadıyoruz. Etli yaprak sarma, soğan dolması, Keledoş ve Doğaba yiyoruz. Keledoş otu, nohut, mercimek, buğday ve etle hazırlanan Keledoş yemeğinin 1800 yıllık geçmişi var. Buğday, yoğurt ve köfteden oluşan Doğaba benim favorim.
AĞRI DAĞIN ETEĞİNDE…
Ağrı Dağın eteğinde uçan güvercin olsam…
Bugüne kadar benim için herhangi bir türküye ait olan bu sözler şimdi gözlerime yaş dolmasına neden oluyor. Çünkü manasını bizzat yaşayarak kavramış sayılabilirim.
İkinci günün sabahında erkenden kalkıyoruz. Yolumuz uzun, 2,5 saat yol gidip Ağrı Dağı’nı, İshak Paşa Sarayı’nı ve Doğubayazıt’ı göreceğiz. Otelin restoranı dolu. Başarılı televizyoncu Armağan Çağlayan ve Van’a onunla seyahat etmeyi seçen kalabalık bir grup orada. Bir de protokol olduğu söyleniyor, otelin etrafı korumalarla dolu. Biz hayat İstanbul’da dönüyor sanırken Van’daki bu hareketlilik inanılmaz. Yine yanılmış görünüyoruz.
Yolda Muradiye Şelalesi’nde biraz soluklandıktan sonra tekrar yola koyuluyoruz, artık İran tabelalarını görmeye başladık. Kısa bir süre sonra sağ tarafımızda Ağrı Dağı yüceliyor. 5200 metre ile ülkemizin en yüksek dağı… Tepesi hala karlı… Otoyol sakin, tepeler ıssız, neredeyse bitkisiz, en yükseklerde kalekollar görünüyor. O sırada Kürtlerin Sezen Aksusu diye anılan Raperin (Dilek Demir)’in sesi yükseliyor teypten… “Li xwe bas binere” diyor, yani “Kendine iyi bak.” Rehberimiz İpek de harika sesi ile eşlik edince gözlerimden yaşlar iniyor. Daha sonra konuşunca hepimiz aynı şeyleri hissettiğimizi fark ediyoruz. Burada hissedilen bir acı var, herkesin acısı…
Uygun bir yerde arabadan inip dağın önünde fotoğraflar çektiriyoruz ve yeniden neşeleniyoruz.
Programa “sürpriz” ibaresi ile eklenen bir yerde durmak üzere yine hareket ediyoruz ve beş dakika sonra Van seyahatimizin bir numarasına oturacak olan yere varıyoruz: AĞRI DAĞI ARARAT ÇAY EVİ… Derme çatma bir dükkânın yanında tahta masalarda heybetli dağa bakarak belki de hayatımızın en anlamlı çayını içiyoruz. Çünkü orada sadece çay içiliyor ve dağa bakılıyor. Başka hiçbir şeye gerek de yok zaten. İnternette dolaşan bir fotoğraf var, bu minicik çay evinin duvarına ünlü Amerikan kahve markasının adını yazmışlar. Güzel espri ama kahve sizin olsun, bize amcanın çayından getirin.
DOĞUBAYAZIT’TA SÜRPRİZ KARŞILAŞMA
İshakpaşa Sarayı’na gitmeden önce öğle yemeği yemek üzere Doğubayazıt merkezinde duruyoruz. Ergül’ün Mutfağı’nda Abdigör köfte yiyeceğiz. Rivayete göre İshakpaşa’nın babası Abdi Paşa midesinden hastalanır. Öyle bir yemek yapılsın ki midesi rahatsız olmasın diye haber salınır. İyice dövülmüş, sinirleri alınmış etten yapılan haşlanmış köfte Paşa’nın gözünü açar. Küçük bir top büyüklüğündeki köfteyi zevkle yiyoruz. Ergül hanım oğulları ile birlikte restoranda, bizim masaya da uğruyor. “Kadın eli değmiş” dedirten mis gibi bu mekan için kendisini tebrik ediyoruz.
Arabaya dönerken yanıma yaklaşan bir hanımefendi nereden geldiğimiz soruyor. Elinde alışveriş poşetleri var. Meraklı biri herhalde diye düşünüp cevap veriyorum. Konuşunca anlaşılıyor ki Doğubayazıt Cumhuriyet Savcısı Gülay Arda imiş. Telefonda kendisini savcı olarak tanıtanlara inanmamaya öyle alışmışız ki bir an Gülay Hanım da gerçek değilmiş gibi geliyor. Oysa çok gerçek ve çok candan… Bir iki dakikada sıcacık bir sohbet gerçekleşiyor, hatta Serda, “Salgın önlemleri olmasa şu an size sarılırdım” diyor Gülay Hanım’a.
İSHAKPAŞA SARAYI’NDA BİR YAŞAM ÇİÇEĞİ DAHA
Yapımı 99 yıl süren bu saray Osmanlı mimarisinin, Anadolu’da günümüze ulaşabilen tek saray yapısı olarak kabul ediliyor. 1784 yılında Çıldıroğullarından II. İshakpaşa tarafından yaptırılmış. Tam 116 odası var. İlk merkezi ısıtma sistemi de bu sarayda uygulanmış. Ocaklarda ısıtılan sıcak suyun, toprak künkler vasıtasıyla yapı içerisinde dolaştırılmasıyla iç mekânlar ısıtılmış. Daha arkalardaki büyükçe ve loş odanın Paşa’ya ait olduğu düşünülüyormuş. Ve işte yine orada: Duvara kazınmış bir Yaşam Çiçeği motifi!
Bu bölgede gördüğümüz en kabalık ziyaretçi grubu burada karşımıza çıkıyor.
Az önce gördüğümüz heybetli Ağrı Dağı, İshakpaşa Sarayı’ndan görünmeyince bunun nedenini sorgulamadan edemiyoruz. Sarayın içindeki camide kendi ekibine sunum yapan rehbere kulak kabartıyorum. Rivayete göre Çolak Abdi Paşa’nın kızı, Ağrı Dağı eteklerinde dolaşan bir çobana âşık olur. Kız da ona gönlünü kaptırır. Kızı istemeye gelir ama vermezler. Günün birinde çoban ölür. Kız bu haberi alınca babasına gider ve “Öyle bir saray yap ki bir daha Ağrı Dağı’nı görmeyeyim, acımı hatırlamayayım” der. İşte yine bir kavuşamayanlar hikayesi… Kollektif bilincimizde ne çok kederli öykü var.
Neyse ki hayat o inanılmaz sürprizlerinden birini Şebnem’e tam da burada yapıyor ve tekrar yükseliyoruz. Kim tahmin edebilir ki İstanbul’da yapılan bir niyetin yanıtının Van’da geleceğini…
Saraya 500 metre uzakta bulunan, büyük İslam âlimlerinden, “Memu Zin” adlı eserin sahibi Şeyh Ahmedi Hani’nin türbesi de oldukça kalabalık. Tasavvufi düşüncesinin yanında dönemin sosyal sıkıntıları üzerinde duran ve halkın sahipsizliğinden yakınan Hani, insanların ilim ve hikmet yerine maddi menfaatlere değer verdiklerini vurgularmış. 1651 yılında doğmuş olan mutasavvıf Hani’den bugüne ne k adar yol kat edebildik, insan düşünmeden edemiyor.
Pazar akşamı dönüş günümüz. Ama önce Arubani Bedesteni’nde savat işçiliğinin inceliklerini öğreniyoruz. Urartulardan bugüne kullanılan semboller gümüş takılarda yaşıyor. Bir küpe beni çekiyor, anlamını sormadan satın almaya karar veriyorum. Mean adlı bu sembolün anlamı, “Su akar, yolunu bulur, her şey olacağına varır” imiş. Hatırlamak ne kadar da iyi geliyor!
Burada bir de Van Kedi Evi var. Kedilerin korunmaya alınmış olması iyi bir fikir olsa da açıkçası kedileri daha iyi şartlarda görmek isterdim. Yine de yanlarına girip öğle uykusundaki yavruları biraz rahatsız ediyorum. Ardından Van Kalesi’nin eteklerinde dolaşıyor, Horhor çeşmesinin başında buz gibi suyla serinliyoruz.
Daha yazacak çok şey var elbet ama anlatılmaz yaşanır dedikleri kadar var. Başka yerlerle kıyaslamak işin esprisi olsa da ülkemizin farklı yerlerini görmek çok iyi geliyor insana. Ve daha mutlu ve birlik içinde bir ülke istiyorsak, hepimiz bunu daha çok yapmalıyız diye düşünüyorum. Mümkün Dergi olarak hedefimiz de buna aracı olmak…
Kendine iyi bak Van…
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.