Adam: “Hatırlıyor musun, sen bana bir zamanlar bazı davranışlarımı değiştirmeyi başarabilirsem eğer, beni tümüyle bağışlayabileceğini söylemiştin, böyle söylediğine göre demek ki sana karşı suçlu olduğumu düşünüyorsun.
Onun için şimdi, soğukkanlılığını yitirmeden, kısa kısa cümlelerle, benim anlayabileceğim şekilde, ne bakımdan suçlu olduğumu söyleyebilir misin bana lütfen?
Nasıl bir suç bu? Ben sana ne yaptım? Bilmek istiyorum.”
Kadın: “Sen çekilmez bir adamsın… Bencil, kinci, alaycı… Kibirlisin.”
Adam: “Olabilir, olabilir. Kim bilir belki de böyle biriyim, ama hiç olmazsa ara sıra hatalarını da kabul edebilen birisiyim. Oysa senin bir kere bile kendine fatura kestiğini görmedim ben.”
Kadın: “Beni kemirmek niyetindeysen, sana haber vereyim, artık gücüm kalmadı. En güzel yıllarım gitti. Seninle cebelleşeceğim diye, tüm güzel huylarım değişti.
Sert, kaba, ürkek, işkilli bir insan oldum. Daha başka ne diyeyim…
Adam: “Sen, kafası çalışan, mantıklı, sağduyulu bir kadınsın. Söylediğin, yaptığın her şey de son derece akıllıca, ama karşındakini olduğu gibi görmeyip onu Tanrılaştırmak …?
Sonra da böyle bir Tanrı olabilirmiş de olmuyormuş gibi ona kızmak…?
Sence bana biraz haksızlık etmiyor musun? Keşke ben, başından beri hayal ettiğin o karizmatik başarılı kişi olsaydım ama değilim. Ben basit bir adamım. İşin kötüsü de böyle kalmak istiyorum.
AŞK HİÇBİRİMİZİ DEĞİŞTİRMEZ, O SADECE BİZİ AÇIĞA ÇIKARIR
Alıntılamış olduğum diyaloglar ülkemize sayısız ödül kazandıran, senaryosunu Ebru Ceylan ve Nuri Bilge Ceylan’ın kaleme aldığı “Kış Uykusu” filmine ait.
İlhamını Dostoyevski, Tolstoy, Anton Çehov ve Voltaire gibi edebiyat dünyasının saygın yazarlarının farklı eserlerinden alan “Kış Uykusu” nu yüksek seyir değerinin yanı sıra, dolgun gövdeli diyalogları ve insan ilişkilerine ayna tuttuğu gerçekçi üslubuyla sayısız katmanda değerlendirmek mümkün. Ben bu değerlendirmelerden birisini aşk üzerinden yapacağım.
Filmin içerisindeki önemli yüzleşme sahnelerinden birisi olan yukarıdaki diyalog, zamanında birbirlerini sevmiş, aşk münasebetiyle evlenmiş baş karakterlerin bitmeye yüz tutmuş ilişkilerini neredeyse otopsiye yatırdıkları anlarda gerçekleşir.
Alıntıladığım diyalogun filmi izlememiş ve hatta konusunu dahi bilmeyenler için bile -yine de- içerdiği tüm imaları, yermeleri, sukut-ü hayalleri ve daha birçok şeyi oldukça kolay algılanır kılmaya muktedir evrensel payda sanırım aşkın hepimizin gözlerine perde indiren, bu bağlamda zaman-uzam ve kişi tanımayan aldatıcı yapısı olsa gerek.
İçine düştüğümüz anda (Fall in love!) rasyonel tüm göstergeleri başka perspektifler içinde değerlendirmemize neden olan, en aklı başında olanlarımızı bile irrasyonel masal kahramanlarına dönüştüren bu fenomen yani aşk, gözümüze indirdiği o perdeyi kaldırdığında -yani aşk bittiğinde- hepimizi bekleyen kaçınılmaz son herkesin hezeyanlar içerisinde kendine sorduğu şu büyük soru oluyor:
Ben bu insana nasıl âşık oldum?
Psikanaliz biliminin kurucusu Freud, hepimizdeki aşka dair ortak eğilimi, “Anneden ayrışmanın yarattığı boşluktan önceki o ilk bir olma evresinin yeniden inşası” olarak tanımlar.
Yani Freud’a göre âşık olduğumuzda aslında bebekliğimizde annemizle yaşadığımız tamlık hissini yeniden yaşamayı arzuluyoruz. Bu durum aşk beslediğimiz “ötekine” tıpkı bir bebeğin annesine bağlandığı hislerle adeta o olmazsa ölecekmişiz gibi bağlanmamıza yol açıyor.
Yani aşk bir patoloji…
Daha yazının en başından aşka dair tüm romantik idealleri önce bir yüzleşme diyalogu, ardından da Freud ile yıkarak siz değerli okurları neredeyse durumumuza acıma ile üzülme arasında bir yere getirmişken artakalan son inancımızı ya da romantik yanılsamalarımızı alt üst edecek olan ve Jacques Lacan’a ait bir diğer açıklamayı da ekleyeceğim:
“Aşk sende olmayan bir şeyi zaten onu talep etmeyen birisine vermeye çalışmaktır. Ve aynı zamanda aşk; başka birisinden onda olmayan bir şeyi almaya uğraşmaktır.”
Lacan’a göre insan ancak kendine dair taşıdığı cehalet sayesinde, yani bilmediği şeyin huzuruyla (kendinin bilgisi) kendisine tahammül edebilmektedir.
AŞK DEĞİL, ARZU VARDIR
En önemli seminerlerinden birisinde bu sansasyonel açıklamayı yapan Jacques Lacan da tıpkı meslektaşı Freud gibi insandaki tüm isteklerin sevilmeyi isteme üzerine kurulu olduğunu kabul ederken Freud’un yorumuna bir katman daha ekler. Sevilmeyi istemenin ardında yatan gerçeğin söz konusu eksikliği yani tamlık arzusunu doldurma maksadımızın bizi ötekini arzulamaya götürdüğünü ileri sürer.
Bu açıklama insanı ve onun aşk arzusunun nedenini serimlemesi açısından o zamana kadar yapılmış en sansasyonel iddialardan birisidir.
Freud aşkı, ilk bakım verenden (genellikle anne) kopmanın bir eksikliği olarak nitelendirirken Lacan’ın aşkı açıklamakta kullandığı tutum psikanalizde Lacan’dan önce hiç olmayan başka bir kavramı da açığa çıkarır: Tutku teorisi.
Lacan, insanın libidinal dünyasında birbiriyle aktif ilişkisi bulunan ve hatta neredeyse ayrılmaz bir biçimde iç içe geçmiş üç çeşit tutkudan bahseder: Aşk, nefret ve cehalet.
Dizilerden, kitaplardan, filmlerden aşk ile nefretin bir arada anılmasına aşinayız ama cehaletin burada ne işi var diye Lacan’ın söylemini eşelersek onun bu meşhur ikiliye cehaleti eklemlemesindeki açıklamanın aslında aşka dair önemli bir karanlığı aydınlığa kavuşturduğunu fark ediyoruz.
Jacques Lacan Tutku Teorisi’nde masaya yatırdığı “cehalet” olgusunu gündelik hayatta kullandığımız anlamından farklı olarak ele alır. Lacan’ın teorisinin içinde yer aldığı tanımıyla cehalet, insanın kendini bilmezlik/ bilmezden gelmeye yatkınlık / bilmekten kaçınma/bilmeyi istememek anlamı taşır. (Lacan l’ignorance ile Meconnaissance kavramlarının birbiriyle karıştırılmamasının altını önemle çizer.) Lacan, insanın kendisini bilmek istememeye dair geliştirdiği direncin aşk ve nefretten daha büyük bir tutku olduğunu savunur. Çünkü Lacan’a göre insan ancak kendine dair taşıdığı cehalet sayesinde, yani bilmediği şeyin huzuruyla (kendinin bilgisi) kendisine tahammül edebilmektedir.
Ona göre insan doğası gereği kendisine kördür ve öteki olmadan kendini bilemez.
İnsanın en derin gizemi yani onun bilinçdışı ile ilgilenen 20. yüzyılın en sıra dışı iki adamının aşka dair fikirlerine ufakta olsa bir göz kırptıktan sonra yazının en başında değinmiş olduğum filmin diyaloglarına bir de bu bilgiler eşliğinde baktığımızda her iki adamın da oldukça çarpıcı ve bir o kadar da gerçeği yansıtan şeyleri dile getirmiş olduklarını görebiliyoruz.
Lacan, insanın libidinal dünyasında birbiriyle aktif ilişkisi bulunan ve hatta neredeyse ayrılmaz bir biçimde iç içe geçmiş üç çeşit tutkudan bahseder: Aşk, nefret ve cehalet.
“HİÇ KİMSE GİRDİĞİ GİBİ ÇIKMAZ GERÇEK BİR AŞKIN İÇİNDEN”
Âşık olduğu adama karşı artık aynı duyguları hissetmeyen kadın “Seninle cebelleşeceğim diye, tüm güzel huylarım değişti. Sert, kaba, ürkek, işkilli bir insan oldum” derken bu itirafıyla aslında bir zamanlar kendine dair taşıdığı tüm körlüğü, kullandığı tüm savunma mekanizmalarını, bastırmalarını, gölgelerini, kapalı kapılar ardında tutsak ettiği şeytanlarını, hayaletlerini kısaca kendisi bildiği kendine dair cehaletini aşk sebebiyle yaşadığı ilişki yoluyla aydınlatıp, hoşuna gitmese de -hala karşı tarafı suçlasa da- kendiliği* ile karşılaşmasıdır. Kendimizden her kaçışın -bazen yüceltme yoluna giderek- bizi düşürdüğü yanılgılara karşı derin bir yüzleşme fırsatı sunan bir diğer soru ise şudur:
Karşındakini olduğu gibi görmeyip onu Tanrılaştırmak… Sonra da böyle bir Tanrı olabilirmiş de olmuyormuş gibi ona kızmak… “Sence de bana biraz haksızlık etmiyor musun?”
Cevabında tüm yanılgılarımızı ve karşılanması mümkün olmayan tüm beklentilerimizi saklayan güzel bir sorudur bu.
Yüzleşmeye cesaret edebilirsek şayet, arzumuzun imkansızlığını açık eden bir sorudur.
Yani inandığımızın aksine aşk hiçbirimizi değiştirmez, o sadece bizi açığa çıkarır. Ulu orta sergilemediğimiz aşağı yanlarımızı, zayıflıklarımızı, bayağılıklarımızı, ikiyüzlülüğümüzü, gaddarlığımızı ya da bunların tam tersini görünür kılar.
Aşk, onun içine düşene kadar hepimizin kendi bilincine kabul ettirdiği sahte benliklerimizi dağıtarak gerçek kendiliğimizin* belirmesine yarar.
İşte bu yüzden hiç kimse girdiği gibi çıkmaz gerçek bir aşkın içinden…
Ve kendisine dair cehaleti bitmiş olan herkes, bağışlar eninde sonunda aşığını…
Yani bitirir kendilik nefretini.
Çünkü anlamıştır artık her duygusal krizde aşığından, onun yapamayacağı, olamayacağı ve asla bilemeyeceği bir şeyi, ‘kendini tanımayı talep ettiğini’…
Aşkın nefretin ve en nihayetinde cehaletin tezgahında dokunmuş her yüzleşme yeniden doğmaktır.
Çıplak…
Müstehcen…
Zor ve daima bakıma muhtaç bir kendiliğin* yeniden doğuşu…
*Kendilik: Ampirik bir kavram olarak kendilik insanın tüm psişik fenomen yelpazesine verilen isimdir. Kişiliğin bilinçdışını ve bilinci ifade ettiği için insan psişesinin bütünlüğünün birliğidir. Toplam kişilik bilinçdışı bileşeni nedeniyle ancak kısmen bilinçli olabildiğinden bu kavram potansiyel olarak ampiriktir ve o ölçüde varsayımsaldır. Temsil edilemediği için aşkındır.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.