Mars aslan burcunda, geri hareketine hazırlanırken (8 Aralık- 23 Şubat), biraz Mars gezegeni biraz da aslan burcu üzerine düşünelim! Mars deyince benim aklıma ilk öfke geliyor. Ve soruyorum kendime: “İnsan, ne zaman öfkelenir?”
Herkesi, farklı farklı şeyler öfkelendirir. Sizin gülüp geçtiğiniz, bir başkasının kalbini paramparça edebilir. Ve bunu anlamanızı istemeyebilir. Gururunun ayaklar altına alınmasını…
Bu söz bana 1994 yılında yayınlanmış, başrollerinde Rahmetli Nedret Güvenç ile Tarık Tarcan ve Selda Özer’in olduğu “Gurur” dizini çağrıştırdı. Önemsediğim bir arkadaşımın önerisi üzerine, 2021 yılında izlemiştim. Nedret Hanım, henüz hayattaydı. Canlandırdığı karaktere hayran olmuştum. O zaman, pandemi dolayısıyla, Adrasan’da kiraladığım bir köy evinde kalıyordum. Rahmetli Yüksel Teyze’nin kiracısıydım. Dizinin son bölümünü izlerken hıçkırıklarıma daha da hâkim olamamıştım. Dizi bittiğinde ben hâlâ ağlıyordum. Çok dokunmuştu.
Aslan sembolizminde hem çocuk vardır hem de gurur. Çocuklar, utandırmak istemezler anne ve babalarını, tıpkı anne ve babaların utandırmak istemedikleri gibi çocuklarını. Çöpçü bir babanın, okutup meslek sahibi yaptığı kızını utandırmamak için onu arkadaşlarının görebileceği bir mesafede öpmek istemediğini okumuş muydunuz? Kızı babasının ellerine sarılıp onları avuçlarının içine alıyor ve “Babam, ben senden utanır mıyım? Ben seninle gurur duyarım!” diyordu.
“Biz cahil adamıh, kardaş!” der ya bazen, bazı adamlar. Bir de onların tırnağı kadar olamayacak, adamız diye ortalıkta dolaşan insan müsveddeleri vardır. Çok sevdiğim bir söz vardır: “Okumak cehaleti alır, eşeklik baki kalır.”
Aşık Veysel, üniversite mezunu değildir; bununla birlikte karısının bir adam için onu terk edeceğini anladığında, ayakkabısının içine, başına bir hâl gelirse, darda kalmasın diye para koyar. Bunu size hiçbir okulda öğretemezler. Bu ancak büyüdüğünüz evde, sizi büyütenden öğrenebileceğiniz bir şeydir. Ya da içinizde vardır, ne bileyim, şanslı dünyaya gelmişsinizdir.
Okumayalım mı? Okuyalım. Çok okuyalım! Ne daha çok düşünmeye sevk ederse bizi, cevaplar aratırsa bize, onları, daha çok okuyalım. Bununla birlikte bilgi zengini, gönül fukarası olmayalım. Zira akıl tahtsa, gönül taçtır.
İngilizce, Almanca, Fransızca… Bilelim! İnsanca anadilimiz olarak kaldıkça. Neşet Ertaş’ın ruhu şâd olsun. İnsan, insanı anlar. Değilse hangi dili, ne kadar iyi konuşuyor olursa olsun insan, bir yerde çuvallar.
GURURLA KİBİR ARASINDAKİ O İNCE ÇİZGİ
“Gurur” dizisine dönersek; Nedret Güvenç, varlıklı bir annedir. Kızlarından biri, sevdiği adamla hayatını birleştirmek ister. Bunu onaylamayan kadın, kızının, buna rağmen kalbinin evet dediği şeyi yapması üzerine, onu mirasından meneder. İki çocuğu vardır, yanlış hatırlamıyorsam, onlara çok güvenir ve henüz hayattayken, tüm mirasını onlara paylaştırır.
Burada araya girmek istiyorum. Gururla kibir arasında, ilimle irfan arasındakine benzer, ince bir çizgi vardır. Gururlu insan, kendisine ve etrafındakilere saygısı olan insandır. Kibirli insansa, kendisini ne kadar aşağıda hissettiğini belli etmemek için diğer herkese yukarıdan bakandır. İlim, bilmekle ilgilidir. İrfansa yapabilmek… O yüzden ilim, irfan bilmek, denir.
Sonra, ne mi oluyor dersiniz? Burası, tahmin edebileceğiniz gibi… Çocukları onu hayal kırıklığına uğratır. Yaşadığı aile yadigarı konak dâhil, her şeyini kaybeder. Çocukları kendi derdine düşer. Kara kara düşünürken, hâline üzülen, uzun yıllardır onlarla yaşayan yardımcısı; “Hanımım…” der, “Bana akrabalarımdan bir gecekondu kalmıştı. Gelin, oraya gidelim.”
Gözleri dolar. Yapacak başka bir şey yoktur. Giderler. Baştan, çok zor gelir. Bir şekilde bu hayata uyum sağlar. Bir şey yapmak ister. Çalışan annelerin çocuklarına bakmaya başlar. Bu onu yeniden hayata bağlar.
Mirasından menettiği kızı, başına gelenleri duyar. Koşar gelir. Beş parmağın beşi birbirine benzemez derler ya! Yardım etmek ister. Annesi kabul etmez. Her şey için özür diler. Hatasının farkındadır. Kızına şans güler. Eşiyle kıt kanaat geçinmeye çalışırken babasının kendisine hediye ettiği eski bir tapunun çok kıymetli olduğu fark edilir. Bir anda annesinin eskiden olduğu kadar zengin olur. Annesine, tüm bunlar başına gelmeden önce yaşadığı konağı yeniden satın alır. Annesine sürpriz yapar. “Bu konak yine senin anne” der. Annesinin gözleri yere doğru bakarken dalıp gider. Hayır, kızım, der, ben artık buraya ait değilim. Başka bir hayatım var benim. Arkadaşını da alıp gecekondularına geri dönerler.
GÜÇ VAZGEÇMEMEK MİDİR YOKSA VAZGEÇEBİLMEK Mİ?
Bana dokunan tam olarak neydi? Gücün ne olup ne olmadığı… Güç vazgeçmek midir yoksa vazgeçmemek mi? Neyden vazgeçmek? Neyden vazgeçmemek?
Sevgili Selma Mine’nin kulaklarını çınlatalım. Hocam, şöyle derdi: “Cehennemde yaşayanlar, neye sahip olurlarsa olsunlar, kaybetme korkusu içinde olurlar. Cennette yaşayanlarsa, neyi kaybederlerse kaybetsinler, tekrar kazanabileceklerini bilirler.”
Bugün aslan burcu, lüks olarak anılıyor. Sanılıyor ki son model arabalar, bir dolu çalışanının olduğu villalar, gösterişli hayatlar zenginlik… Halbuki ben gecekonduda büyümüş arkadaşımın: “Biz çok fakirdik, Hüseyin ama evimizde hiç hır gür olmazdı, Kemal Sunal filmini ailecek izler, hep birlikte gülerdik. Annemin yaptığı ayran aşı da bir tatlı gelirdi, bir tatlı gelirdi” deyişini, bunu derken yüzünde oluşan aydınlık tebessümü aklımdan çıkaramıyorum.
“Plüton gezegeni, Yeraltı Tanrısı olduğu kadar zenginlik anlamına da gelir. Buradan şunu çıkarabiliriz: Ölürken yanınızda götüremeyeceğiniz hiçbir şey, zenginliğiniz değildir.”
Yoksul olduğu için kimseyi suçlayamazsınız. Bunun birçok sebebi olabilir. Hem ne zaman olur ne zaman olmaz, bilinmez. Ben çocukken babamın durumu epey iyiydi. Daha doğrusu iyiymiş, ben şimdi fark ediyorum. Ama bizim evin hır gürü eksik olmazdı. Belki de ben böyle zamanları daha çok hatırlıyorum. Zihnin de tuhaf oyunları vardır. Bilemiyorum.
Babam, bey torunu olmasıyla gururlanırdı. Geriye sadece beylik laflar kaldı: Ne oldum değil ne olacağım diyeceksin. Güvenme malına bir kıvılcım yeter, güvenme güzelliğine bir sivilce yeter.
Bugün baktığımda, gurur durduğum en büyük şey, bizim evimizde kimsenin sahip olduğu konuşulmazdı. Kimse “Onun var, bizim neden yok!” demezdi. Annem; babam eve erken gelsin, hep birlikte oturalım isterdi. Babam da hayatının en önemli yıllarını bir talihsizlik yüzünden, sağ- sol çatışmalarının da etkisiyle içeride geçirdiğinden dışarıda olsun, yesin, içsin, gezsin isterdi. Başka bir dertleri yoktu. Annem, misafir severdi. Birinin bir şeye ihtiyacı varsa hemen koşardı. Babam, üçün beşin hesabını yapan bir adam değildi. Bunun başına bela olduğu da oldu ama hayat öyle ya da böyle bir şeyler alıyor, bir şeyler veriyor.
Öfke dedik ya… Keskin sirke, küpüne zarar. Severim ben bu sözü. Neyi kaybetmemeli insan? Kendini. Neye sahip çıkmalı? Kendine. Neyi kaçırmamalı? Keçileri? Yok, canım! Ölçüyü. İpin ucu bir kez kaçtığında, toparlamak epey güç oluyor. Öfkeden deliye dönmek kadar tehlikelidir, öfkeni belli etmemek.
Çocuk demiştik. Nasıl bir çocuk? Dürüst. Görünmek isteyen… Siz en son içinizdeki çocuk ya da çocukları ne zaman gördünüz? Ben onun ya da onlardan birinin epey sıkılmış olduğunu, sevgilimin benden sakladığı cipsi bulunca, bir lokmada onu mideye indirmemden anlıyorum. Evde tatlı bir şeyler aramaya başladığımda… Sabaha kadar dizi izlediğimde… Bir şey yapmak için masaya oturup sosyal medyada alakasız videolar izlerken kendimi bulduğumda…
Sadece yapmak istediğim için yapmak istiyorum bir şeyi, küçük bir çocuk gibi. Çocuklar, bazen acımasızdır. Hele ki onun canını acıtmışsanız. İçinizdeki çocuğu, onu kızdıran şeyi görün ve onu dinleyin. Bu, herkese iyi gelir. Bir insan için yapabileceğiniz en güzel şey, onu olduğu haliyle kabul ederek dinlemektir. Bu kendinize veya birine verebileceğiniz, en güzel hediyedir.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.