Hayatı romantize etmekten büyük keyif aldığımı uzun süre sakladım hep. Güçsüz görünmekten, “Aman sen de ne duygusalsın” denmesinden çekindim. Sanki öyle denirse yenilecektim. Neye mi? Senelerce gıdım çıkmasın diye eğmediğim başıma. Gıdı mıdı duygular falan şelale olacaktı. Pembe rengi sevmediğimi söyledim ama gözüm hep parlak pembe kalemlerde kaldı. Prenses gibi büyütülen ben, insanları “prenses gibi” olmakla suçladım. Kendimle küsmedim ama barışmadım da. Ben de mizahı seçtim hep. Mizahla, gülümsemelerimle, umursamaz tavırlarımla, her şeyle dalga geçmemle sevildim çoğu zaman. İnsanların buna ihtiyacı vardı çünkü. Ben, benim de buna ihtiyacım var sandım. Hatta sandım ki insanlara iyi gelirken kendime de geliyorum.
Bahsettiğim bu dönemlerde ağlamak, çoğu zaman çaresizlik hissini çağrıştırdığı için göz yaşlarımdan kaçtım. Annesi ağladığında çaresiz hisseden küçük kız çocuğuyla saklambaç oynadım. Geçmişi deşmek, yaralarımla yüzleşmek, aslında bir ilişkiden, bir erkekten ne beklediğimi bilmeye çalışmak “dünyada bunca şey varken” saçma geliyordu. Hatta şımarıklıktı çünkü benim için her şey “mücadele” demekti. Annem, doğmam için iki sene mücadele etmişti sonuçta. E babam da bizim için çalışmıştı baya. Küsleri barıştırmak, yaralı insanlara iyi gelmek, ciddi çocukluk travmaları olan erkekleri iyileştirmek… Döngü gibi döngüydü gerçekten. Ben o döngü içinde gurur duyuyordum bir de kendimle. Aferin kız sana, sen “o insanlar” gibi olmadın, “İşe yarıyor, kendi ayakların üstünde duruyorsun.” Senelerce söylenen altın bilezik kolumda parıl parıl parlıyordu.
Her şey bir mücadele mi gerçekten?
Bir süre sonra öyle bir yorgunluk çöreklendi ki üstüme artık ne durabiliyor ne devam edebiliyordum. Altın bileziğim sıkmaya başlamıştı. Sıktığını görüyordum ama onu çıkaracak gücüm yoktu. Günden güne morardı bileklerim. Her zaman yaptığımı yapmaya, morluklarla dalga geçmeye, üstüne çiçek desenleri çizmeye başladım. Bir mesajla hayatıma dahil olan bir erkeğe iyi gelmeye çalıştım. İşe yaramaya çalıştım. Gülümsemeye çalıştım. Çalıştım da çalıştım.
Bileziklerimin yanına bir de yüzük eklenmişti. Sol elimin yüzük parmağımdaki bir damarı kalbime ulaşıyor diye taktığım bir yüzük…Yüzüğü elimle evirdim çevirdim, öyle taktım böyle taktım ve bir süre sonra alıştı bedenim. Kolumda “olması gereken” bilezik gibi o da “olması gereken” şekildeydi. Sıkıyordu mıkıyordu ama biraz kilo verince düzelirdi. Beden algım, algı olmaktan çıkmış kâbusum olmuştu. Tıkınırcasına yemek ve ardından kusmak her gün daha da zorluyordu ama olsun. Daha çok çalışıp daha çok para kazanırsam ikimizin de yeni bir yüzüğü olurdu belki. Sonuçta yeni bir yüzük, daha fazla sevilmek demekti. Sevilmek için yapmayacağım şey yoktu ki. Bu yüzüğü takan adam bir keresinde şöyle demişti: “Aşk falan hikâye. Tüm ilişkiler çıkar üzerine kuruludur. Senin düşündüğün gibi değil bence dünya.” Bu sözler bende şok etkisi yaratmıştı ama yukarıda anlattığım gibi her şey bir mücadele demekti benim için. “Öyle mi? Göreceğiz bakalım.” dedim ve hemen mücadeleme başladım. Bir liste yaptım kendimce ve bu listeye göre ona sevmeyi, sevilmeyi, çocuklukta aldığımız yaraları, bir olmayı, paylaşmayı, bölüşmeyi, anlaşılmayı anlatacaktım. Kendimi belki babama belki anneme belki kendime kanıtlamaya çalıştığımı o zamanlar anlayamamıştım henüz.
Ne mi oldu? “Başarısız oldum.” İlk kez bir mücadelemde hazin şekilde yenildim. Oysa erkeklerle geçmişim parlak değildi pek. Tüm ilişkilerimde yenilmiştim zaten de bu seferki yepyeni bir binanın yavaşça harabeye dönmesini izlemek gibiydi. Fark etmeyi seçmediğin bir körlük…Verdiklerinin duvara çarpıp geri dönmesi nasıldır bilirsiniz. Sonunda şu cümle yankılanır o duvarda: “Ben mi istedim senden bunları? Sen kendin yaptın.” Evet ben de kendi kendime yapmıştım. Kimseyi dinlememiştim, burnumun dikine gitmiştim, olmaz diyenlere inat oldurmaya çalışmıştım. İç sesim dahil her olumsuz vızıltıyı bastırmıştım. Sevmiş miydim? Tabi ki. Sevilmiş miydim? Bilmiyorum. Hiçbir zaman bilemedim. Ve bunun da yine benimle ilgisi olduğunu sonradan anlayacaktım.
Adam senin renklerini çalmış
Bileziğimle yüzüğümü bir günde çıkarıp attım belki ama bu kararı vermek çokça zaman aldı. Kangren olana kadar taktığım bu takıları kolum ve parmağım kesilecek korkusuyla değil elimi artık kendime uzatabilmek için çıkardım. Gün gün gözlemleyerek, bildiğim her şeyi deneyerek, yutkunarak, katlanarak, bazen yakıp yıkarak bazen korkup kaçarak sevmemeye başladım kendimi. Onunla olan ben artık ben değildim. Hani gözündeki ışık sönmüş derler ya işte benim gün doğumlarım bile karanlık olmaya başlamıştı. Dönüp günlüğüme yazdıklarımı okudum bir gün. Gülümseyen fotoğraflarımın arkasına saklanmış devasa bir hüzün ve endişe vardı. Boşanmış bir ailenin çocuğu olduğunda bir de “ben doğru evlilik yapmalıyım” düşüncesi yüklenir çoğu zaman insana. İşte tüm yüklerim ve ben o gün boşanmaya karar verdik. Kendimden boşanmaya karar verdim.
Çok sevdiğim bir arkadaşım “Adam senin renklerini çalmış.” dedi. O zamana kadar ağlamamak için nerede evlilikle dalga geçen paylaşım varsa onlara sığınan ben bağıra bağıra ağlamaya başladım. Ne kırmızım ne mavim ne yeşilim kalmıştı. Pembeyi zaten reddediyordum. Kimse zorla çalmamıştı aslında da ben kendi ellerimle boyamıştım buz gibi duvarları. Aynı bileğimdeki morluklardan resim yaptığım, aynı yüzüğün sıkan yerini elimle sevdiğim gibi. Bir yeri güzelleştirmek kadın olmanın şanındandı. Bir tek bundan hiçbir zaman vazgeçmedim. Şimdi de pekâlâ mücadele yerine kabullenmeyi ve yeniden güzelleştirebilmeyi seçebilirdim. Kendimi. Kendimi almaya açmaya ve hayatla mücadele etmek yerine sadece “olmaya” karar verdim.
Renklerimi geri alabilir miyim?
Son zamanlarda en büyük kadın dayanışması dünyanın neresinde oldu diye sorsalar sanırım bizim ev diye cevap veririm. Her bir rengimi geri almama yardım eden sonsuz iyilikteki insanlarla dolup taştı evim. Bana destek olacağından yüzde yüz emin olduğum birkaç kişi siyahlarımı aldıktan sonra beni terk edip gittiler. Onlarla yine biraz mücadele ettim, aradım, yardım istedim yalan yok. Ama baktım aynı duvar var yine önümde hemen döndüm ve onları kendi yollarıyla baş başa bıraktım. Onlara da ayrıca teşekkür ederim. Koyu renklere tahammülüm kalmamıştı zaten artık.
Ruhumu renklendiren kadınlar arttıkça neşem yerine geldi. (Hatta yeni yaşıma o kadar renkli girdim ki her sene 36 yaşımı kutlayabilirim.) Yeni yaşımda kimseden değil ama kendimden boşanmış oldum böylelikle. Yeni bir ben ile çıktığım yeni yolculukta tüm renklerle barıştım, sevgiden emin olamama hissiyle de dostça ayırdık yollarımızı. Çatık kaşları, ruhsuz bakışları, hayattan sürekli alacaklı gibi duran bedenleri, hakaretleri, tüm dünyaya bela okumaları, görmezden gelinmeyi ve anlaşılmamayı geride bıraktım.
Dün yakın zamanda boşanan, sevdiğim bir arkadaşımla gittiğimiz konserde uzun süredir dinlemediğim ama bayıldığım bir şarkısını söyledi Zuhal Olcay. Şarkı aynı benim gibi alaycı ama içten içe kalbi kırılmış.
“Yemeklerimden yemezsin arkadaşlarımı sevmezsin
Saçlarımı beğenmezsin
İşin aslı sevgilim
Sen bana fazla iyisin, iyisin
Çok gülerim kızarsın
Ağlayınca kaçarsın
Güzel bile bulmazsın
Sen bana fazla iyisin fazla
Ben hiç mükemmel değilim, belki de sıradan biriyim
İşin aslı sevgilim sen bana fazla iyisin”
Ne nahif ne ironik bir yenilgi. Yani şarkı diyor ki “Tamam, sensin.” Ve ben senden değil kendimden boşanıyorum.
©mümkün dergi
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.