Yoga

Çekirdeğin fısıltısı

İlk yoga dersimi yirmi sekiz yaşındayken Tayland’da almıştım. O gün bugündür hemen hemen her günüme yoga ile başlarım. Murakami’nin koşmak için söylediği gibi yoga olmazsa sanırım ki yazamazdım. Bunların arasındaki bağı da sık sık düşünüyorum. Neden yoga olmazsa yazamazdım? Yoga bize ne yapıyor ki daha yaratıcı hale geliyoruz? 

Baştan alalım. Yoga bir aydınlanma sistemi. Aydınlanma mistik disiplinlerin temelinde yatan ilkedir. Mistik disiplinin içeriği veya tekniği değişse de insanın hakikati bilen bir çekirdeği bulunduğu bilgisi değişmez. Bu çekirdek atom çekirdeğine benzetilebilir. Aynı zamanda diyebiliriz ki insan bir merkez etrafında, belli bir ritimde hareket eden evren gibidir. Samadi, Enel hak, Nirvana gibi farklı isimlere çağrılsa da “aydınlanma” insanın çekirdeğine uyanma anıdır. 

Aydınlanma bir anda başımıza gelen bir olay değildir Bir süreçtir. Yoga felsefesine bakacak olursanız yaşam boyu sürer. Bu “çekirdeğe uyanma” hali kalıcı ile geçici olanı birbirinden ayırma yetimizin gelişmesiyle ilgilidir. Kıskançlık mesela geçicidir. Bunu biliriz. İlk âşık olduğumuz insanın âşık olduğu o diğer kızı/oğlanı ortaokuldayken deli gibi kıskanırken, iki sene sonra çoktan geçmiştir o his. Otuz sene sonra güleriz halimize. Geçici hisler çekirdeğe ait değildir. Uyanış, bu geçici hallere bel bağlamamayı, onların içimizdeki yükselişini serinkanlı bir biçimde fark edip, ısrarla gösterdiği istikamette karar almamayı, tepki göstermemeyi kulağımıza fısıldar. Bu da bir hayat pratiğidir. Nasıl ki her gün yoga yapan biri vücudunun, nefesinin her gün aynı esneklik ve güçte olmadığını fark eder, çekirdeğin fısıltısına kulak vermek de kimi günler kolaydır, kimi günler geçici duyguların dalgasında boğulur insan ve çekirdeğin varlığından şüphe duyar. 

Kalıcı haller ve hisler ise çekirdeğe aittir. Sevgi iyi bir örnektir kalıcı hislere. Onu her daim hissetmeyebiliriz. Özellikle bir zamanlar çok sevdiğimiz insanlarla çok sık zaman geçiriyor ve dar alanlarda paslaşıyorsak sevginin yerini tahammülsüzlük alabilir. Tahammülsüzlük denizin üzerinde beliren kırışıklık gibidir. Onu rüzgâr yaratır. Rüzgâr dinince deniz süt liman olur. İnsanın iç dünyası da böyledir. Rüzgâr geçicidir. Tahammülsüzlük geçince sevgi yeniden ortaya çıkar. Kimi sürtüşmelerin veya soğuklukların sonrasında, yıllar sonrasında karşılaşan eski dostlar bunu en iyi bilirler. Eski çatışmalar geçmiştir. Rüzgardır. Kalıcı olan şu fani dünyada yan yana yaşanmış çocukluktur, gençliktir, hayattır. 

Yoganın bize sunduğu iç görü böyle bir uyanışı içerir. 

Sabah yoga yaparken işte o çekirdeğe bir uğrayıp sonra yine günlük yaşama dönüyorum. Mümkünse gün doğumundan biraz önce yogaya başlıyorum. Bu saatler özel saatler. İnsanlık ilk çağlardan beri, dünyanın neresinde olursa olsun gün doğumu ile gün batımının diğer saatlere kıyasla daha kutsal olduğunu anlamış, ayinlerini bu saatlere denk getirmiş. Sadece insanlık değil denizdeki balıktan, dallardaki kuşlara, kedilere, köpeklere, çiçeklere kadar tüm canlılar gün doğarken bir başkalaşırlar. O zamanlarda çekirdeğe inmek daha kolaydır. Geçiciyi kalıcıdan ayırma yetimiz (bu kas gibi bir şeydir, çalıştırdıkça güçlenir) bu zaman diliminde daha bir keskinleşir. 

Yoganın ipiyle çekirdeğe indiğim sabahların devamında yazmak kolaylaşıyor. Neden? Yazmanın önündeki en önemli engel beğenilme kaygısı. Yeterince iyi olamamak. Anne babanın, öğretmenlerin veya içimizdeki kritiğin koyduğu çıtaya varamamak endişesi. Bir başkasının beğenisi ve onayı için yazmak… Kendimi bilgisayar karşısında ya da elimde kalem boş bir sayfanın karşısında kilitlenmiş bulduğumda aklıma hep bunu getiriyorum. Ben okur için mi yazıyorum? Çekirdeğe soruyorum. Kimse okumasa da yine de yazar mıyım? Çekirdekten gelen yanıt net. Yazarsın. Zaten yazdın da. Çocukluğun, gençliğin boyunca okur derdin olmadan yazdın. Yayımlama, beğenilme, sevilme gayesi gütmeden yazdın. Sırf istiyorsun diye. Sırf edebiyatı seviyorsun diye, ruhunun onunla kaynaştığı anlarda duyduğun haz için yazdın. Yine yazabilirsin. Çekirdekten gelen bu mesajı işittiğim günler kalemim işliyor. Okur kalmıyor. O başkası kalmıyor. Bir misyon, bir mesaj, kutsal görev filan kalmıyor. Ben ve hikayem kalıyoruz. Gerçek orada başlıyor. Geri kalan her şey çekirdeğin etrafındaki bir uğultu bulutu gibi uzaklaşıyor. O anları çok seviyorum. Bana o anları verdiği için de yogayı. 

©mümkün dergi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Yuka Ajans Yay. ve Org. Tic. Ltd. Şti.’ye aittir. Köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir kısmı kaynak gösterilmesi ve/veya habere aktif link verilmesi halinde dahi kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayınız.

Defne Suman
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Uzakdoğu’da gönüllü öğretmen olarak çalıştı. Kocası ve kedileriyle Atina’da yaşıyor. Türkiye’de Shadow Yoga Okulu’nun kurucusu ve baş öğretmeni. Romanları dünya dillerine tercüme ediliyor.